Yunanistan, Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı sıra İstanbul üzerine yazdığı kitaplarla da tanıdığımız John Freely’nin (1926-2017) geçtiğimiz günlerdeki ölümüyle sadece bu şehre aşık bir entelektüeli kaybetmiş olmadık; aynı zamanda İstanbul’un hafızasında yaşayan pek çok anıyı bizlerle paylaşan bir eli de yitirdik.
Elini gezginlere John Freely denli cömertçe uzatan çok fazla kılavuzu olmadı İstanbul’un. Yine de son yıllarda bu şehir üzerine kullanışlı ve bilgilendirici rehber kitaplar kaleme alanların sayısının ciddi bir biçimde arttığını sevinerek görüyoruz. Bu yazarların çoğunun ilham kaynağı Murat Belge’nin ilk basımını 1993 yılında yapmış “İstanbul Gezi Rehberi” isimli kitabı oldu sanıyorum. İstanbul’la ilgili kullanışlı Türkçe kaynak arayışında olanlar bu kitabın değişik tarihlerde yaptığı baskıları uzunca bir süre ellerinden düşürmediler. Zannediyorum bu kitabın temel ilham kaynağı John Freely’nin “Strolling through İstanbul” kitabı olmuştu. Ama Freely de bu şehirle ilgili ilhamın “orijini” değil, elbette. 1960-1976 arasında İstanbul’da yaşamış, uzun yıllar Robert Kolej’de ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretmenlik yapmış bu Brooklynli fizikçi de ilhamını, aslen bir İsviçreli olan Ernest Mamboury’den almıştı. Freely, şehri 1909-1953 arasında bu şehirde yaşamış Mamboury’nin izlerini takip ederek, onun “Constantinople: Tourists’ Guide” (1926) ismini taşıyan kitabı eşliğinde gezmişti. Mamboury de ilhamını 1909-1911 arasında İstanbul’da yaşamış Alman arkeolog Theodore Wiegand’a ve Fransız arkeolog Robert Demangel’e borçluydu muhtemelen. İstanbul yazarlarının ilhamının izinden bu şekilde geçmişe gidersek, sanırım Evliya Çelebi’ye kadar uzanırız.
Freely’nin bir farkı, bu gerçeği bilmesi ve bunun için de İstanbul’un tarihindeki en görkemli dönemin vakanüvisi olan Çelebi’ye, onun Seyahatname’sine dönerek, şehrin öyküsünü onun öyküsüyle “birlikte dokuması” ve sonucu da “Evliya Çelebi’nin İstanbul’u” (2003) isimli kitabında bizlerle paylaşması oldu.
İsmini andığım tüm bu kişilerin ortak özelliği, bu şehri sadece kendi yaşadıkları çağda barındırdığı eserlerle değil, geçip gidenleriyle, yok olanlarıyla da tasvir edebilme becerisine sahip olmalarıdır, ki İstanbul gibi epey hoyratça muameleye maruz kalmış bir şehri gezginlerine anlatmak için böyle bir beceri elzemdir.
Bir örnek vermek gerekirse... Mesela bugün içinden hızla gelip geçtiğimiz ve bize şehrin çok da albenili bir köşesiymiş gibi gelmeyen Tophane ya da Azapkapı bölgesi, Osmanlı İstanbul’unu ve o İstanbul’un meydan kavramını anlamakta kilit önem taşıyan yerlerdir. Bir dönem buraların kıyısında var olan iskeleler, bu iskelelerden karaya çıktıktan sonra şehre girilen bir sur kapısı, bu kapıdan meydan çeşmesine uzanan bir yol, civarda bir hamam, onun yanıbaşında bir sebil, bir kahvehane, belki bir sıbyan mektebi ve köşede bir camii bu tip meydanların en temel bileşenleriydi.
Böyle meydanların barındırdığı eserlerin yarıdan fazlasını “imar” adını verdiğimiz faaliyetlerle yok edip, ortasından da cadde geçirmeye kalkmak, üzerine de tüy dikercesine yeni projeler (!) planlamak, hemen hemen bizim çağdaşımız diyebileceğimiz kuşakların utanç hanesine yazılan işler oldu.
Bu utanç kapsamındaki faaliyetler sayesindedir ki, şehrin bu köşelerindeki tarihi eserleri gezip görsek dahi o bölgeleri tarihsel bağlamına oturtmamız ve önemini kavramamız çok zordur. Aslına bakarsanız, sadece “görülmesi gerekenleri” değil, “görülmesi (artık) mümkün olmayanları” da şehri “okumanıza” ve anlatınıza katmanız gerekir. Aksi takdirde bu şehri bağlamına oturtamadığımız gibi yılların seyri içinde neye benzettiğimizi (!) de tam olarak anlayamayız.
Freely’nin Hilary Sumner-Boyd ile birlikte kalem aldığı ve benim gibi bir çok İstanbul tutkununa şehrin yedi tepesini gezdiren “Strolling through İstanbul” isimli kitabı ilk baskısını 1972 yılında yapmıştı. Bir diğer deyişle, şehrin tarihinde gördüğü en büyük, en berbat yıkımlardan birinin, yani Adnan Menderes döneminin 1957-1958 tarihli istimlaklerinin üzerinden yaklaşık bir 15 yıl geçmişti. Freely, yüzlerce cami, mescit, hamam, çeşme ve tarihî yapının keyfî yıkımlara kurban gittiği o dönemin öncesinde İstanbul’un çeşitli köşelerinin neye benzediğini Mamboury’nin 1926 ve 1953 tarihli (The Tourists’ İstanbul) tanıklıklarına da başvurarak kavrama ve bağlamına oturtma şansına sahip olmuştu.
Freely’nin “Strolling through İstanbul” kitabı ile Murat Belge’nin “İstanbul Gezi Rehberi” arasında ise tarihsel olarak özellikle Tarlabaşı ve Haliç’te yoğunlaşan 1984-1989 arası Bedrettin Dalan dönemi yıkımları yer alıyordu. Bu kez benzer bir okumayı Belge, Freely’nin çalışmaları üzerinden de yapıyordu.
“İmar” adı altında 150 yıldır sürdürülen çalışmalarla tarihi kıymetleri peyderpey yok edilen bir şehir İstanbul. Bunca yıl “camiye ev, mihrabına da lavabo” yapabilen ne çok muhafazakar (!) ve ne çok “vicdan yozlaşması” gördü. Tabii İstanbul’u yıkarak tarihe geçenler olduğu gibi, bir de yıkılanları hafızalarda bir araya getirerek kayda geçenler var. Tarih görünürde ilk kategoridekileri muzaffer kılmış olsa da, er ya da geç onları utançla şehrin çöp tenekesine atmış olacak. Oysa Freely gibi ikinci kategoride yer alanlar, yenilmiş gibi dursalar dahi, çoktan kalbimizin en güzel köşesindeki yerlerini aldılar bile. Onlarsız İstanbul başka bir şehir olurdu. Ve iyi ki de olmadı!
twitter: @akdoganozkan
(Bir sağlık meselemi halledene kadar T24’teki yazılara bir süre ara veriyorum. Dönüşte İstanbul’u, bugünü ve geçmişiyle biraz daha dert edinmeyi sürdürmek umuduyla- AÖ)