Halikarnas Balıkçısı adıyla ünlenmiş Cevat Şakir Kabaağaç’ın (1890-1973) “Mavi Sürgün” isimli otobiyografik eserini çoğumuz 90 yıl öncesinden aktarılan huzurlu, bakir Bodrum kesitleriyle biliriz. Oysa Balıkçı’nın bu kitabının içinde sadece bakir bir Bodrum tasviri değil, ancak görmesini bilenlerin deşifre edebileceği 90 yıllık acı bir savaş tarifi gizlidir.
Sınırlarımızdan içeriye aylar önce buyur edilmiş bir savaşın sıradan insanların hayatları içindeki gerçek manasını anlayabilmek için bu 90 yıllık gizemli tarife birlikte göz atalım istiyorum – aylardır gelişmelerini aktardığım Suriye Savaşı’yla ilgili yazılara kısa bir ara vererek.
Zira, bahsettiğim o 90 yıllık tarif, savaşın iki askeri taraf arasında cereyan eden ve bize değmeyen, değmeyecek bir silahlı mücadele hali olduğunu zanneden ve onu başkalarının çocuklarının kanı, canı üzerinden yüceltmeye kalkanlar için çok şey söylüyor!
Düşüp gizemin peşine, anlatalım... Haydi rastgele!
Adını Bodrum’un Karya uygarlığı dönemindeki adından alan Halikarnas Balıkçısı’nın bölgeye 1925 yılında “Mavi Yolculuk” yapmak amacıyla gitmediğini, dönemin tek parti iktidarınca sürgün edildiğini çoğumuz biliriz. Balıkçı, Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında yer alan “Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler” başlıklı yazısı yüzünden Bodrum’da 3 yıl kalebentlik cezasına çarptırılmıştır.
Balıkçı, Bodrum yolculuğunu ve orada geçirdiği yılları “Mavi Sürgün” isimli otobiyografik kitabında anlatır. İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp mahkum edilişiyle başlayan kitap aylar süren bir yolculuk ile jandarmalar nezaretinde Üsküdar’dan Bodrum’a getirilişinin hikayesiyle devam eder.
Cevat Şakir bu yolculuğu boyunca hep bir şekilde güvenlik güçlerince öldürülebileceğini düşünür. Nitekim kendisinden önce mahkum olan ve sürgüne gönderilen Hüseyin Cahit arabasıyla uçurumdan aşağı yuvarlanmıştır. Bunun bir kaza mı yoksa kasıt mı olduğu belli değildir ama Cevat Şakir yolculuğu boyunca benzer bir “kaza”nın kendi başına geleceği ve sürgün yerine hiç bir zaman ulaşamayacağı korkusuyla yaşar. Hatta bir ara şöyle der:
“(...) bütün yol boyunca gözlerimi sözüm ona muhafazama memur jandarmaların silahlarından bir türlü ayıramıyordum.”
Nihayet aylar sonra, “Büyük İskender’den bu yana tekerlek dönmemişti” diye betimlediği Milas –Bodrum arasını at sırtından inip yaya olarak kat eder ve bir akşam vakti bu şirin sahil beldesine ulaşır. Hâlâ hayatta olduğuna inanamaz bir haldedir.
Balıkçı Muğla Valisi’nin emriyle Bodrum’da deniz kıyısında iki katlı bir eve yerleştirilir. O gece sabaha karşı uykusunun belki de en derin anında yeri göğü sarsan korkunç bir patlama sesiyle uyanır. Sanki kulağının dibinde bir bomba patlatılmıştır. Penceresinden içeriye çakıl taşları ve kumlar savrulmuş, odanın sıvaları dökülmüştür.
Balıkçının adeta ödü kopmuş, aklına yeniden Hüseyin Cahit gelmiştir. Kendisini öldürmek istediklerini sanan Balıkçı koşarak evden dışarıya çıkar. Ancak dışarda böyle bir gürültü sonrasında toplanabilecek meraklı bir kalabalık göremez. Kıyı boyunca yürür. Ancak dışarıda kimsecikler yoktur. Bütün adadan, hatta Leros’tan bile duyulduğunu sandığı bir patlama olmuş ancak insanlar dışarı çıkma ihtiyacı bile hissetmemişlerdir. Ne olmuştur, büyük bir merak içindedir. Gelgelelim olup biteni soracak birine rastlayamayınca eve dönmeye karar verir.
Dönüş yolunda sırtlarında çuvallar, sandıklar taşıyan insanlar görür. Tam yaklaşıp bir şeyler soracakken, insanların gözleri faltaşı gibi açılıp dehşetle kaçtıklarını görür. Onların bu kaçışan hali garibine gider. Yine de ne olduğunu sorup anlama umuduyla kaçanlardan birinin peşine düşer. Ancak, adam “dur yahu” diye seslendikçe daha da hızlanır. Balıkçı sonunda vazgeçer koşturmaktan, olayın esrarını aydınlatmayı yarına bırakıp odasına ve uykusuna geri döner.
Olay birkaç gün sonra bir ölçüde aydınlanır. Balıkçı, o gece patlama sonrası eve dönerken gördüğü kişilerin, sokaklarda daha kimse yokken, yani gün doğumundan önce, evden eve eşya kaçıran kişiler olduğunu öğrenir. Cevat Şakir’i görünce memur sanıp kaçmışlardır. Dinamit ya da bombayı da kolcuların dikkatini başka yöne çevirip böylece girdikleri evden rahatça eşya çıkarabilmek (!) için atmışlar.
Hikaye bu kadardır. Balıkçı, Mavi Sürgün’de altı sayfa yer verdiği bu olaya orada nokta koyar. Ancak evden eve eşya naklinin nedenlerine ya da insanların patlamaya neden suskun kaldığına değinmez. Bir daha da bu konudan bahsetmez.
Olayın temelde kendisine yönelik bir suikast olmadığını öğrenip içi rahatladığı için mi, yoksa eşelerse, “altından Çapanoğlu çıkacağı”, bunu da aktarmak istemeyeceği için mi daha fazla bilgi vermemiştir, bilemeyiz.
Sadece şunu düşünürüz: Cevat Şakir neticede tek parti iktidarı döneminde ve ülkenin Kürt İsyanı ile sarsıldığı bir dönemde hükümet muhalifi olduğu iddia edilmiş bir yazısı yüzünden sürgüne gönderilmiş, dahası her an başına bir şey gelebileceğinden endişe eden bir mahkumdur. Bu sebeple, hikayeyi birilerinin ayağına basacak ya da bir ayıbı ortaya dökecek şekilde derinlikli aktarmak istememiş olabilir.
Ancak biraz düşününce, olayın 1925 yılında, yani Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinin (1923-1924) hemen ardından meydana gelmiş olduğunu hatırlarız. Malum, Yunan Ordusu’nun Anadolu’dan 1922’de mağlup ayrılmasının ardından kendi vatanlarında can ve mal güvenliklerini kaybettiklerini düşünen 1 milyonun üzerinde Anadolulu Ortodoks Osmanlı vatandaşı Yunanistan’a göç etmeye mecbur tutulmuştur. Bu göçle birlikte Anadolu’da yüzbinlerce ev boş kalmıştır. Nitekim Bodrum’daki evlerin bir çoğunun boş olduğu kitabın seyri içinde aktarılmaktadır.
Dolayısıyla Cevat Şakir’in tanık olup da belki anlam veremediği ya da sebepleriyle ayrıntılı şekilde anlatmaktan imtina ettiği olayın, Anadolu’nun pek çok yerinde o yıllarda yüzbinlerce benzeri yaşanmış ve önemli bir kısmı kolluk kuvvetlerince görmezden gelinmiş bir hırsızlık vakası olması kuvvetle muhtemeldir. Olay, çok büyük olasılıkla Bodrum’dan göç eden bir Rum ailesinin bir gün belki dönme umuduyla kapatıp gittiği evinden bir grup hırsızın mal, mülk çıkarmasından (!) ibarettir.
Daha açık bir ifadeyle, kendilerinden yüzlerce km. ötede yaşansa da bir savaş Bodrum’da bir çokları gibi muhtemelen o ailenin de ocağını söndürmüş, o ocağın içindeki mal-mülk ve hatıra da bir kaç yıl sonra bir gece vakti, belki de eski komşularının düzenlediği bir “operasyon” ile yürümüş, gitmiştir.
O yıllarda Ege’de mübadele sonucu boşaltılmış, belki de konu komşuya emanet edilmiş bir evin önce camı çerçevesi inecek, sonra geceleri içindeki eşyalar çalınacak, zamanla çatısı çökecek, ancak şansı (!) varsa 50-60 sene sonra “eski bir Rum evi”, 80-90 sene sonra da “butik otel” olarak anılacağı bir kader çizgisine doğru ilerleyecektir.
Bir otobiyografik eserin satırları arasında ne kadar kaçsa da bir türlü saklanamamış acılı bir savaş tarifi vardır!
Ve o tarif bize örtük olarak şunları söylemektedir:
Savaş, iki askeri taraf arasında cereyan eden ve birinin diğerine zorla “edep” vermeye çalıştığı, bir silahlı mücadele hali değildir sadece.
Yani savaş yalnızca bir tedip değil aynı zamanda topların tüfeklerin menzili dışındaki sivillere de değen bir tenkil harekâtıdır. Örgütlü bir zora dayanan bir nakil, iskân ve gasp projesidir.
Savaş bilinen en örgütlü hırsızlıktır!
Ve bizler 2011’den bu yana Suriye’de yaşananlardan da gayet iyi biliyoruz ki, savaş, bir zamanlar hali vakti yerinde olan insanların evlerinden yüzlerce, binlerce kilometre uzakta, ceplerinde geride bıraktıkları evlerinin tapusuyla, tanımadıkları bilmedikleri sokaklarda, dillerini konuşamadıkları insanların arasında beş parasız dolaşmaları demektir.
Savaş, hırsızın topraklarınıza önce tankla tüfekle gelmesi, sonrasını da komşularınıza bırakması halidir!
Çuval ya da sandık eşliğinde de gelmez ilkin. “Şehadet şerbeti” temelli milliyetçi bir diskurun arkasına da saklanabilir. Aldanmamak, deşifre etmek lazımdır!
Savaş bilinen en örgütlü hırsızlıktır!
@akdoganozkan