Donald Trump ABD Başkanı olarak yemin edip göreve başlarken, yani bundan yaklaşık 9 ay önce Washington’un İran’a karşı tavrının ne olacağı tam bir muamma idi. Zira Trump seçim kampanyası sırasında İran konusunda esip gürlüyor, başkan seçilmesi halinde Tahran’la imzalanmış nükleer anlaşmayı feshedeceğini ilan ediyordu. Tahran yönetimi ise “nükleer anlaşmanın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararnamesi haline getirildiğini ve tek bir hükümet tarafından değiştirilemeyeceğini” savunuyordu. Neyse ki, 20 Ocak’ta da yemin ederek görevine başlayan Trump bu konuda temkinli açıklamalar yaptı ve “fabrika ayarlarından” saparak rahat bir nefes almamız sağladı.
Şubat ayına geldiğimizde daha da rahat nefes aldık. Zira İran’a karşı sertlik yanlısı olarak öne çıkan Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn daha yeni başladığı görevinden alınıverdi. İki ülkenin bölgesel olarak korkunç sonuçları olabilecek bir çatışmanın içine çekilmeleri ihtimalinin daha da azaldığını varsayabilirdik. Aradan geçen 9 aylık bir sürenin ardından maalesef bugünlerde ABD ile İran’ın bölge (ve doğal olarak dünyamız) için trajik sonuçlar doğurabilecek bir çatışmaya doğru ilerlemekte oldukları yolundaki sinyaller artıyor.
Vekalet savaşlarına geri dönme riski
Son olarak, Washington Post gazetesinde 26 Ekim’de, “The U.S. is on a collision course with Iran in the Middle East” başlığıyla yer alan haber bu endişelerimizde, pek de haksız olmadığımızı ortaya koydu. Gazete, ABD ile İran arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açan hususları hatırlatarak içine girilen tehlikeli seyre dikkat çekiyor.
Gazetenin Beyrut Büro Şefi Liz Sly imzasıyla yer alan değerlendirmede, artan gerilim nedeniyle bölgede geçen 10 yılın ortalarında yaşanan vekalet savaşlarına geri dönme (hatta 80’lerde Hizbullah’ın eylemlerinin etkisiyle ABD güçlerinin Beyrut’u terk etmesiyle sonuçlanan gelişmelerin benzerlerini yaşama) riskine değiniliyor. İlişkilerin gerilmesiyle, Suriye ile Irak arasında uzanan stratejik çöl topraklarında IŞİD’e karşı yürütülen savaşın son safhalarının da iyice karmaşık hale gelebileceğine vurgu yapılıyor.
Ancak sanıyorum riskler Washington Post’da ifade edilenlerle sınırlı değil. Askeri-sanayi kompleksinin de desteğini arkasına almış ve Kongre vasıtasıyla ABD’nin nükleer silah kapasitesini artırma anlamına gelecek yeni bir yasanın da hazırlığında olan Trump, “fabrika ayarlarına” dönerse bölge yeni bir ateşle yanabilir.
Dolayısıyla, bugün geldiğimiz nokta ABD ve İran arasındaki ilişkilerin Trump’ın görevi devralmasından sonraki süreçte izlediği seyir açısından çok kritik. Bu nedenle, konuyu Washington Post’un bıraktığı yerden ele alıp, önce bu noktaya nasıl gelindiğini hatırlamakta ve son dönemdeki sinyalleri de değerlendirerek neler olabileceğini daha iyi kavramakta fayda var.
Flynn eksik bilgi verdiği için mi istifa etmişti?
Aslında ikili ilişkilerin seyrini anlamak açısından 2017 yılı Şubat ayı çok önemli. Hatırlanacağı gibi, ABD’de 2017 yılının en önemli siyasi gelişmelerinden biri ABD Başkanı Donald Trump'ın üst düzey danışmanı Michael Flynn’ın Şubat ayı içinde görevinden istifa etmek zorunda kalması olmuştu. Kasım 2016’da ABD’nin 45. başkanı seçilen Donald Trump, daha yemin bile etmeden önce emekli Korgeneral Michael Flynn'e Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini teklif etmiş, Flynn de bu teklife olumlu karşılık vermişti. Ancak Flynn’in görevi çok kısa ömürlü olmuş ve Başkanın Ulusal Güvenlik Danışmanı şubat ayında görevinden alınmıştı.
Nedenine gelince...
Flynn'in göreve başlamadan önce Rusya'nın ABD Büyükelçisi Sergey Kislyak ile Rusya'ya yönelik yaptırımlar üzerine görüştüğü iddia edilmiş, Flynn'in bu görüşmenin detayları hakkında çalışma arkadaşlarını yanlış bilgilendirdiği ileri sürülmüştü. Nitekim, Flynn'in istifa mektubunda “Rus büyükelçi ile yaptığım telefon görüşmelerine ilişkin bilgileri kasıtsız olarak başkan yardımcısına ve diğerlerine eksik aktardım” ifadeleri yer almıştı.
Rus yönetimi ile gizlice görüştüğü ortaya çıkınca istifa eden Flynn’ın “kabahatleri” aslında bununla da bitmiyordu.
McClatchy ajansının Deutsche Welle sayesinde Türk basınına yansıyan haberine göre, Michael Flynn, atamasını yapan Donald Trump'ın yemin törenine 10 gün kala, Obama yönetiminin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile birlikte Rakka'ya düzenlenecek operasyon talebine onay vermeyi reddetmişti. Plana göre, Rakka'nın kontrolünü liderliğini Suriyeli Kürt güçlerin yaptığı SDG alacaktı. Habere bakılırsa, Flynn’in bu reddeden tutumu yüzünden Rakka operasyonu gecikmiş, harekat ancak Flynn’ın görevden alınmasından sonra onaylanmıştı
McClatchy, Ankara'nın, ABD'nin Rakka operasyonunu Kürtlerin yürütmesine uzun süre karşı çıktığını hatırlatıyor, aynı zamanda Trump'ın seçim kampanyası döneminde Flynn'in 530 bin dolar karşılığında Hollanda merkezli Inovo BV üzerinden Türkiye için gizli lobicilik faaliyeti yaptığını da kamuoyunun dikkatine getiriyordu.
ABD’de yasalar gereği, yabancı bir devlet yararına lobicilik yapacak ülke vatandaşlarının, Adalet Bakanlığı’na önceden bunu belirtecek kayıt yaptırmaları zorunlu idi. Bu kaydı yaptırmamak kriminal suç kabul ediliyordu.
İşte Flynn bütün bunlar gerekçe gösterilerek görevden alınıyordu.
Yoksa Flynn İran düşmanlığı nedeniyle mi bitirildi?
Oysa Flynn’in görevden alınmasının ardında daha derinde başka bir neden olduğunu düşünenler de vardı. Deneyimli Brezilyalı gazeteci Pepe Escobar’ın Beyaz Saray’a yakın kaynaklardan edindiği bilgilere göre, Flynn ABD’nin İran’ı “vurmasından” yana idi ve ayağının kaydırılmasının arkasında da bu gerçek yatıyordu. Zira Amerikan derin devletinin içindeki egemen kanadın düşüncesine göre, ABD’nin İran’ı vurması demek, bunun karşılığında İran’ın da bölgede Batı’nın çıkarlarını temsil eden petrol kuyularını vurması, bunun da ham petrol fiyatlarını büyük bir tırmanışa geçirmesi demekti. Sonuçta üretim artışı ile düşük tutularak Rusya ekonomisine darbe indirmesi hedeflenen petrol fiyatları varil başına 200 doları dahi aşarak, Moskova’nın gücüne daha da büyük bir güç katabilecekti. Hatta böyle bir durum uygun maliyetli enerji elde etme sıkıntısına düşebilecek AB ülkelerinin Rusya-Çin bloğu ile aynı safa geçmesine sebep olabilecekti. Washington da tüm bu gelişmeler çerçevesinde giderek yalnızlaşacaktı.
Zaten Obama döneminde İran ile P5+1 ülkelerinin imzaladığı nükleer anlaşma, temelinde İran doğalgazını (Tahran’ın kabul edeceği bazı şartlar karşılığında) Avrupa için erişilebilir bir hale getirmek ve böylece Avrupa’nın GazProm’a, daha da doğru bir ifadeyle Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmaya yönelik bir taktik idi. Bunun sonuç vermesini beklemek varken, İran’ın vurulmasını istemek delilikti.
Kısacası, Flynn’in ABD hükümetine benimsetmek istediği savaşçı tutumun bedeli çok ağır olabilir, Rusya’nın lehine sonuçlar verebilirdi.
Putin ile iyi ilişkisi hep sorgulanmış Trump böyle bir sonucu herhalde hiç istemezdi. Flynn, ABD derin devletinin bu karmaşık satranç oyunundaki reflekslerine sahip bir devlet adamı değildi ve birilerine göre sırf bu nedenle bertaraf edilmesi gerekiyordu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı, göreve gelir gelmez Tahran yönetiminin gerçekleştirdiği balistik füze denemelerinin hem bölgeye hem de ABD'ye tehdit teşkil ettiğini vurgulayarak, “provokasyon” olarak nitelemiş ve bundan ötürü de 2 Şubat’ta bu ülkeyi uyarmıştı. İran'ın elindeki orta ölçekli balistik füzelerinin menzilinin 3 bin kilometreyi bulduğu, bunların nükleer başlık taşıma potansiyeline sahip olduğu iddia ediliyordu. İşler bir anda kızışabilir ve Flynn, ABD’yi İran ile bir savaşın içine sokabilirdi. Belli ki bu görevi ona daha 2016 kasımında teklif eden Trump da buna ikna olmuştu.
Neticede Flynn görevden alındı ve acil kan/savaş isteyenlerin hevesi kursağında kaldı. Ama Trump kendisine bel bağlamış şahin kanadan bütün hevesini kırmadı. Yeni Başkan Şubat ayı sonlarında, gelecek yılın bütçe planında savunmada 54 milyar dolarlık artış isteyeceğini açıkladı. “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirten bir artıştı bu. ABD’nin savunma harcamaları 2011’den bu yana azalırken Trump bunu yeniden tırmandırma kararlılığında görülüyordu. Belki de ABD derin devletinin iç mücadelesinde Trump’ın artık Amerikan askeri-sanayi kompleksinin desteğini tamamen arkasına aldığını söyleyebilirdik.
İran ile eski kavgaya mı dönülüyor?
Flynn’in bertaraf edilişinden bu yana 9 aylık bir süre geçti ve ABD’de dengeler bugün değişiyor gibi. Görünürdeki verilere bakılırsa, Beyaz Saray yeniden İran ile “papaz oluyor.” Öyle ki, sanki Flynn Beyaz Saray’ın dışında ama fikirleri “içerde”, iktidarda!
Bunun en önemli işaretini geçtiğimiz haftalarda gördük. Hatırlanacağı gibi, ABD Başkanı Donald Trump, İran ile 2015 yılında imzalanan nükleer silahsızlanma mutabakatından desteğini çektiğini açıkladı ve bu konudaki topu Kongre’ye attı. Ayrıca Kongre'den ABD'nin İran’a yaptırım uygulamasına olanak tanıyacak bazı göstergeler belirlemesini isteyeceğini de ifade etti. Bununla da yetinmedi Trump ve İran ekonomisini denetleyen güç olarak gördüğü İran Devrim Muhafızları’na yaptırım uygulaması için Hazine’ye yetki de verdi.
Neydi bu nükleer silahsızlanma anlaşması, bu arada hemen hatırlatalım: P5+1 ülkeleri (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) iki yılı aşan bir süre önce İran ile Orta Doğu’daki nükleer silahlanma tehlikesini azaltan bir anlaşma imzaladılar. 14 Temmuz 2015’te imzalanan anlaşma İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesini üçte iki oranında azaltmasını öngörüyordu. Bu durum Tahran yönetiminin nükleer silah elde etmeye giden yollarının 15 yıllığına kapatılması anlamına geliyordu.
Bunun karşılığında İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar aşamalı olarak hafifletilecekti. İran bu sayede Avrupa ile daha iyi ticari ilişkiler kurma imkanına da kavuşuyordu.
Oysa şimdi bu anlaşmanın feshi gündeme geliyor. Nükleer anlaşmanın ABD Kongre’sinin olası bir kararı ile yürürlükten kaldırılması, Tahran yönetiminin 2 yıl önce nokta koyduğu nükleer programına yeniden başlaması anlamına da gelecek. Bu da, Washington Post’un sıraladığı risklerin de ötesinde, bölgede pervasızca bir nükleer silahlanma yarışının önünün açılması demek. Ayrıca ABD’de birileri (ve onu yumuşak kalmakla eleştiren İsrail) bu şekilde İran ile savaşa girmek için arzuladığı mazerete de kavuşmuş olabilecek. Yarın eğer ABD (ve İsrail) Kürtleri bağımsızlıklarının önündeki engelin İran olduğu konusunda ikna ederse bir kıvılcımla bu savaş da patlak verebilecek.
Barzani’nin bağımsızlık referandumunun, pek de öngörülemeyecek şekilde, İran’ın bölgedeki nüfuzunun daha da artmasına sebep olması bizi bu kıvılcıma bir adım daha yaklaştırmış olabilir.
Haşdi Şabi, yeni Hizbullah mı?
Bu arada, Washington ile Suudi Arabistan’ın İran’a kaptırmamak için iyi ilişkiler kurma çabasına yöneldiği Bağdat yönetiminin de, öyle ABD yönetimince umulduğu gibi, Tahran’la “papaz olmak” gibi bir niyetinin olmadığı ortaya çıktı. Aksine, ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'ın İran destekli gördüğü Haşdi Şabi milis gruplarının Irak'ı terk etmesini istemesinin ardından, Irak Başbakanı Haydar İbadi, ağırlıklı olarak bir Şii milis gücü olan Haşdi Şabi’den “kahramanlarımız” diye bahsederek, bu savaşçıların terörizme karşı ülkelerini savunmak için savaştıklarını, örgütün “Irak kurumlarının bir parçası” olduğunu söyledi.
IŞİD'in 2014'te Musul'u ele geçirmesi ardından, Iraklı dini otoritelerin çağrısıyla oluşturulan farklı milis güçlerinin bir araya gelmesiyle kurulan ve halkın büyük bölümünün gözünde kahraman olarak algılanan bir yapı Haşdi Şabi. Bünyesinde yer alan onlarca örgütün İran ile de iyi ilişkileri var. Tabii İran Devrim Muhafızları tarafından teşkilatlandırıldığı, bünyesindeki grupların liderlerinin genelde, Tahran'la ve de İran'daki kutsal Kum şehriyle yakın ilişkileri olan din adamları olduğu ileri sürülüyor. (Burada hemen 1982yılında başta İsrail’i o zamanlar işgal etmekte olduğu Güney Lübnan’dan çıkartmak amacıyla kurulmuş siyasi ve askeri parti olarak Hizbullah’ı ve askeri zaferlerle elde ettiği kredi sayesinde Lübnan siyasal yaşamında kazandığı önem ve ağırlığı da hatırlayalım.)
Şu an Haydar İbadi, belli başlı siyasi gözlemcilerin kabul ettiği gibi, Ortadoğu’nun neredeyse bütün başkentlerini ziyaret edebilecek ve hepsinde de sıcak bir şekilde karşılanacak tek lider. ABD’nin bunu unutarak biraz daha ileri gitmesi, Washington ile Bağdat ilişkilerinin limoni bir hale bürünmesine yol açacaktır.
Nitekim, Washington ile Bağdat ilişkilerini gerecek bir gelişme bir kaç gün önce İbadi’nin demeçleriyle ilgili olarak yaşandı. ABD Dışişleri Bakanının söz konusu açıklamayı yapmasının ardından Haşdi Şabi çatısı altındaki örgütlerin liderleri Irak Başbakanı İbadi'ye bir mektup göndererek, ABD’nin bir yılı aşmayan bir sürede askeri kuvvetlerini Irak'tan tedricen çekmesini istedi. İlişkiler iyice limonileşirse aynı isteğin Irak liderinin ağzından da zamanından daha önce dile getirilmeyeceğinin hiç bir garantisi yok.
Kısacası, Irak devletini yeniden şekillenmekte olduğu şu süreçte, yüzdüğü tehlikeli sularda son derece başarılı bir performans sergileyen İbadi’nin ölçülü bir denge tutturmuş görülen dümeninden çıkartmaya zorlayacak tutumlar Bağdat’ı ilk seçimde- yeniden şahin Şii kanadın kucağına itebilir. Bu da bölgedeki İran nüfuzunun daha da artmasına ve Haşdi Şabi’nin de “Irak Hizbullahı” gibi bir siyasi ağırlığa kavuşmasına yol açabilir.
Böyle bir durumda, hele de Irak Kürdistanı’nın 2003 sınırlarına çekilmeye çalışıldığı bir dönemin ardından Washington’a kalan nasıl bir oyun planı olabilir? Kürtleri bağımsızlıklarının önündeki engelin temelde İran olduğu konusunda ikna etmek mi? Hedef Suriye-Irak Savaşı sonrasında bölgeden ayrılmamakta direnmek ise, yeni bir vekalet savaşı fabrike etmenin yolu da bu belki buradan geçiyordur.
Umalım ki, İbadi’nin şahsında cisimleşmiş denge politikası ABD ile İran’ın arasındaki ilişkilerin da iyice rayından çıkmasına engel olsun ve onun açtığı yolda herkes “üzüm yiyebilsin.” Tabii birilerinin niyeti önünde sonunda “bağcıyı dövmek” değilse!
twitter: @akdoganozkan