02 Kasım 2015

2 Kasım’dan sonra Türkiye yönetilebilecek mi?

“Hükümet Türkiye’yi idare edecek mi” diye sormuyorum. Soru, “Türkiye–yeniden-yönetilebilir olacak mı” şeklindedir

1 Kasım seçim sonuçlarının parlamento aritmetiğini nasıl şekillendireceğinin belli olmasıyla birlikte önümüzdeki dönemde Türkiye’ye kimin tek başına hükümet edeceği belirginleşmiş oldu. Şimdi cevabı belki de daha önemli olan bir soru var. O da şu:

 

Türkiye yönetilebilecek mi?

 

Hükümet Türkiye’yi idare edecek mi,” diye sormuyorum. Soru, “Türkiye –yeniden- yönetilebilir olacak mı” şeklindedir.

7 Haziran – 1 Kasım 2015 arasındaki dört ay süresince yaşadığımız korkunç şeyler bize Türkiye’nin yönetilmediğini, sadece bir miktar idare edildiğini gösterdi. Üstelik Suriye ve Irak’ta yaşananların Türkiye için yaşamsal önemde olduğu bir dönemde. Bugün o coğrafyadaki gelişmeler giderek daha karmaşık bir hal alırken o bölgeye yönelik zafiyetlerimizden arınmadan Türkiye’nin yönetilebilir hale döndürülebilmesi de kolay görünmüyor. Bunun önündeki riskler zaman içinde büyüdü çünkü.

AKP, 7 Haziran’da sandıktan yansıyan tabloya bakıp milleti bütünlemeye bırakırken, “bu şartlar Türkiye’nin (huzur içinde) yönetilmesi için müsait değil” izlenimini verme çabası içinde olmuştu. Şu an sanki bu tezine seçmenden vizeyi alarak o sıkıntıyı aşmış ve “artık yönetiriz” diyen bir noktaya gelmiş gibi görülebilir. Ancak o korkunç dört aylık sürede olup bitenler Türkiye’nin yönetilemezliğini kalıcı hale getirebilecek bir karakter taşıyordu. Bunu atlamamak lazım. (Bu arada seçimin iç politika açısından sonuçlarını başka bir yazıda ayrıca değerlendirelim.)

Kısacası, “haydi Türkiye’yi yönetelim” diye düğmeye basacak olan kadrolar, Türkiye’nin Ortadoğu’da müflis hale gelmiş dış politikasında doğru ve sağlıklı adımları atmazlarsa, bu ülkenin yönetilemezliğini gidermek yerine şiddetlendirecek sonuçlar doğmasına yol açabilirler. Hele hele alınan yüzde 49’luk oyu Suriye’de savaşa dahil olma vizesi olarak yorumlamaya kalkarlarsa, ülkeyi şu geçen dört ayı gölgede bırakacak daha da vahim sonuçlarla yüz yüze bırakabilirler.

Bugün Ankara Suriye politikasının hatalı sacayaklarında hâlâ ısrar eder bir görüntü çiziyor. Oysa Suriye ve Irak’ta yerel ya da bölgesel güçlerin değil küresel güçlerin doğrudan belirleyici hale geçtiği bir evredeyiz artık. Dolayısıyla bölge siyasi ve askeri olarak önümüzdeki süreçte daha da kompleks bir görüntü verecek. Bu son günlerde daha bir netleşti. Nasıl? Ortadoğu’nun karmaşıklaşan trafiğine hızlıca bir göz atalım:

BİR: Gördük ki, bu “savaş oyununa” Çin de dahil oluyor. Ancak Çinin bu dühûlü sanıldığı gibi “askeri danışman” göndermekle sınırlı olmayacak gibi duruyor. Geçtiğimiz günlerde bir Lübnan kaynağı bir Çin donanma gemisinin Süveyş kanalından Akdeniz’e geçtiğini yazdı. İsrail mahreçli bir askeri kaynak ise üzerinde güdümlü füze bataryalarının da bulunduğu bir Çin uçak gemisinin Suriye’nin Tartus limanı açıklarında görüldüğünü ileri sürdü.

İKİ: IŞİD’in varlığı yüzünden günde 400 bin varillik petrol gelirinden olan Irak ise, bu tehdidi bertaraf etmek üzere Bağdat’ta Rusya, İran ve Suriye ile birlikte ortak bir istihbarat merkezi kurma kararı aldı. Elbette ki temel hedef IŞİD’in Anbar ve Ninova vilayetlerinden atılması ve Ramadi ile Musul’un yeniden Irak’ın eline geçmesi.

ÜÇ: Rusya’nın 30 Eylül’den sonraki varlığının bölgedeki güçler dengesini değiştirdiğini gören ABD ise hem İncirlik’teki hem de Suriye’nin kuzeyindeki askeri varlığını yoğunlaştırıyor. Rusların hava desteğinin bölgedeki havayı Esad’dan yana değiştirdiğini ve ABD’nin performansının da tatmin edici olmaktan uzak olduğunu söyleyen ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joseph F. Dunford, İncirlik’e yeni A 10’lar ve F15’ler gönderiyor. Sınırımızın güneyinde Kürtlerin kontrolünde olan bölgelere de bu güçlere IŞİD ile olan mücadelesinde destek vermek üzere Özel Kuvvetler’e mensup 50 civarında Amerikan askeri personeli gönderiyor. Dunford, Irak’ta sadece bir Kürt ve Şii devleti kurulabileceğini, Ankara’nın ve Körfez monarşilerinin desteklediği şekilde bir Sünni devleti istemediğini bildiğimiz bir isim. İlk önceliklerinden birinin de IŞİD’i başkent ilan ettiği Rakka’dan atmak olduğunu biiyoruz.

DÖRT: ABD’nin IŞİD ile mücadelesinde devreye sokacağı bir ayağı da örgütün elde ettiği yasadışı petrol gelirlerini engellemek olacak gibi görünüyor. ABD Türkiye’de IŞİD ile yürütülen yasadışı petrol ticareti üzerinden aldıkları rüşvetlerle çok para kazanan “çıkar çevreleri” olduğunu düşünüyor. ABD Hazine Bakanlığı’nın bir sözcüsüne göre, IŞİD’in Türkiye üzerinden gizlice yaptığı petrol satışı yılda 500 milyon doları buluyor. ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu üyesi John Kiriakou’ya göre, Washington bu ticareti engellemeye yönelik bir çabaya girişirse IŞİD’in can damarları sekteye uğratılabilir. ABD’nin önümüzdeki dönemde Rusya ile birlikte ortak bir şekilde bu yönde aksiyon alması da pek muhtemel.

BEŞ: Viyana görüşmelerinde artık İran da var. Ramadi’nin düşmesi akabinde Irak yeniden Suriye’ye komşu olduğunda, bu hattın Suriye’deki savaşa yeniden destek verdiğini ve İran’ın muhtemelen daha büyük bir rol oynadığını da göreceğiz.

Bütün bu gelişmeler vaki iken, Ankara’nın bütün bu coğrafyada kendisine yönelik tehdit sanki PYD’den geliyormuş gibi, silahını ona yöneltmesini ve Cerablus – Azez arasındaki 90 km’lik hattın IŞİD’den temizlenmesi yönündeki çabalara dahil olmak istememesini anlamak giderek daha çok zorlaşıyor.

Kısacası zaten Ortadoğu politikasına kamuoyundan hiç bir zaman destek alamayan Ankara’nın Suriye politikasındaki “stratejik derinlik sarhoşluğunu” süratle terk etmesinin ve ayılmasının (!) zamanı geldi. Gün “iktidar sarhoşluğuna” kapılma zamanı da değildir. O gazın Ankara’yı daha zorlu bir sürecin beklediği önümüzdeki dönemde kimseye bir faydası olmayacaktır. Bu nedenle o süreci doğru yönetemeyen bir hükümetin Türkiye’yi yönetilebilir hale getirme şansı da yoktur!

Suriye’de düştüğü hatalardan ders alamayan bir Ankara, ne vatandaşlarına ve komşularına güven telkin edebilir, ne de Türkiye’yi yönetebilir!

O nedenle yeni kurulacak olan hükümet...

BİR: “Kürtlerle yurtta barış, dünyada barış” temeline dayalı bir iç ve dış siyaset paradigmasına geçmelidir.

İKİ: Bu çerçevede 7 Haziran sonrasında tamamen devirdiği müzakere masasını süratle yeniden kurmalıdır. Arka planda Türkler ile Kürtler arasındaki kopuşun altyapısının hazırlandığı izlenimini de veren çatışma dönemini arkasında bırakmalıdır.

ÜÇ: Viyana’daki görüşmelerde beliren ve “Suriye’nin geleceğine Suriye halkının karar vermesi gerektiği” yönünde şekillenmekte olan iradenin samimi bir savunucusu olarak belirmelidir. Aksi durumda Türkiye Viyana sürecinin de, diplomasinin de dışına itilecektir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz günlerde İngiliz “The Economist” Dergisi'ne tepki göstererek "Size ne! Siz kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin” demiş. Doğrusu, cumhurbaşkanımızın “başka ülkelerin içişlerine karışılmaması” konusunda geliştirdiği hassasiyeti gayet olumlu buldum. Umarım benzer bir hassasiyeti Suriye konusunda da gösterir ve Şam yönetimine “Sizin ülkenizden bize ne! Biz kendi ülkemizdeki seçimlerle ilgileniyoruz. Siz de kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin,” der.

Öfkeyle ve kanla yaşamaktan yorgun düşmüş Türkiye’nin 2 Kasım 2015 tarihi itibarıyla yeniden yönetilebilir olmasının asgari koşulları bunlardır. Bu sıraladığım koşullar aslında Türkiye’de istikrarın barışsız tesis edilemeyeceğinin altını çizmektedir. Barışı hedeflemeden istikrara yürüyebileceğini zanneden bir ülkenin burnunu dertten kurtarması mümkün değildir. Nitekim Ankara katliamı da Türkiye’nin Ortadoğu bataklığının bizatihi kendisi haline gelme riskiyle karşı karşıya olduğunu göstermiştir.

Türkiye’ye istikrarın sandık sonuçlarıyla gelmeyeceğini, bunun sadece bir imkân olduğunu da bilelim. 2023 hedefleri çoktan çökmüş durumda olan Türkiye’nin bu yılın sonunda G-20 ülkeleri sıralamasında da 21. sıraya gerilemesi ve küme düşmesi ihtimali vardır. Uzmanlar 15-16 Kasım tarihleri arasında Antalya'da yapılacak G-20 zirvesinin Türkiye'nin son kez katılacağı zirve olacağı öngörüsünde bulunuyorlar. Bu, gerçekleşirse Türkiye’nin ekonomide de küme düştüğünün açık bir tescili olacaktır. Dolayısıyla bir partinin tek başına iktidar olmasının o memlekette istikrarı “çantada keklik” hale getirdiğini zannetmemek lazımdır. Ekonomide küme düşecek kırılganlığa kendisini istikrarın güvencesi gibi sunan partinin tek başına iktidarı döneminde geldiğimizi unutmayalım.

(Türkiye’nin 4. AKP döneminde öfke ve nefretten arındırılmış bir şekilde yönetilebilmesi için elbette ki demokratik reformlar, uzlaşma kültürü, barış dilinin tesisi vb. bahsinde yapılması gereken çok şey vardır. Ama yukarıda da dediğim gibi iç politika ile ilgili hususlar başka bir yazının konusu olsun.)


twitter: @akdoganozkan

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"