Gündem

Zaman'dan Erdoğan'a Hitler ve Mussolini benzetmesi

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş: "Reislik” hedefleyen Erdoğan'ın bu amacına ulaşmak için yapmayacağı, istismar ya da suiistimal etmeyeceği bir şey yok

06 Ağustos 2014 13:33

Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş, Zaman gazetesindeki yorum sayfasında yayımlanan yazısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “reis’ olma takıntısının ancak Mussolini’nin ‘Il Duce’ ve Hitler’in ‘Führer’ olma arzusu kadar masum görülebileceğini belirtti.

Bülent Keneş, “En temel endişesi kendisi, yakınları ve çevresi hakkındaki yolsuzluk ve hırsızlık suçlamalarını örtmek ve yargıdan kurtarmak olan bu lider, söz konusu niyet ve isteğini zaten saklama gereği de duymuyor. Ülkenin bütün şehirlerinde kafanızı kaldırdığınızda hemen her yerde ilk görebileceğiniz propaganda ve afişlerinde kendisinden belki “Sultan” olarak değil ama “Reis” olarak bahsettiriyor” görüşünü dile getirdi.

Keneş, yazısında “Mevcut gidişat ve şartlar göz önüne alındığında, çoğulculuk yerine çoğunluğun hükümranlığını, hak yerine gücü, adalet yerine zulmü, toplumsal uyum ve uzlaşma yerine kutuplaştırmayı, destekçi kitlelerine sükunet telkin etmek yerine sınırsız ajitasyon ve kışkırtmayı, kesintisiz sürdürdüğü iftira, yalan ve yüksek dozlu nefret söylemini zaten zirvede olan anti-demokratik gücünü daha da artırmanın basamaklarına dönüştürmek isteyen bu liderin “Reis” olma takıntısı, ancak Mussolini'nin “Il Duce”, Hitlerin “Führer” olma arzusu kadar masum görülebilir” ifadesine yer verdi.

Bülent Keneş’in Zaman gazetesinin bugünkü (6 Ağustos 2014) nüshasında yayımlanan, “Kritik seçim arefesinde durum raporu” başlıklı yazısı şöyle:

 

‘Kritik seçim arefesinde durum raporu’

 

Türkiye'de ilk kez halkın seçeceği cumhurbaşkanı seçimi için sandıkların milletin önüne gelmesine sadece günler kaldı.

Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın, seyahat halinde oldukları için gümrük kapılarında oy kullanacaklar hariç, oy kullanma işlemleri ise tamamlandı. Bu şartlarda seçime günler kala bir durum analizi yapmak farz oldu. Bu seçimlerin sıradan bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil adeta rejim tercihine dair bir seçim olacağı konusunda neredeyse hemen herkes mutabık. Devlet gücünü ve kamu imkânlarını keyfince kullanarak, “çıkar çatışması” ilkesini göz ardı ederek başbakan koltuğundayken cumhurbaşkanlığı kampanyası yürütmekte herhangi bir etik sakınca görmeyen Başbakan Erdoğan'a göre, halkın oylarıyla devletin en yüksek konumuna çıkacak kişi, cumhurbaşkanının Anayasa'daki yetki ve sorumluluk tanımları ne olursa olsun, güçler ayrılığı ilkesi, kontrol ve fren (check and balances) mekanizmalarından azade olmak kaydıyla, bir başkanlık sistemindeki kadar güçlü bir başkan olmalı.

Ancak tüm yıpratma ve aşındırma çabalarına rağmen bu ülkenin rejimi hala cumhuriyet olmaya devam ettiği için Başbakan Erdoğan ve yandaşları gönüllerinden geçen yerine şeklen bu rejime uygun bir tanımlama peşinde olmaya da özen gösteriyorlar. Yani “sultan” gücünde bir cumhurbaşkanı diyebilme cesaret ve samimiyetini gösteremiyorlar. Oysa herkes biliyor ki, kendisi ve çevresi gırtlağına kadar yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük iddialarına gömülmüş olan bu lider, yüksek dozda propaganda ve algı yönetimi taktikleri sayesinde edineceği halk desteğiyle eline geçireceği gücü sıradan bir cumhurbaşkanlığı görevini yerine getirmekte kullanmakla yetinmeyecek. Öyle bir lider ki bu, büyük ölçüde felç edilen demokratik hukuk sisteminin geriye kalan kısmının ve demokratik muhalefetin kendisiyle ilgili ayyuka çıkan yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet iddialarının üzerine gitmesini tamamen engelleyecek bir fiilî despotik sultanlık rejimi kurma peşinde olduğunu her haliyle hissettiriyor.

En temel endişesi kendisi, yakınları ve çevresi hakkındaki yolsuzluk ve hırsızlık suçlamalarını örtmek ve yargıdan kurtarmak olan bu lider, söz konusu niyet ve isteğini zaten saklama gereği de duymuyor. Ülkenin bütün şehirlerinde kafanızı kaldırdığınızda hemen her yerde ilk görebileceğiniz propaganda ve afişlerinde kendisinden belki “Sultan” olarak değil ama “Reis” olarak bahsettiriyor. Mevcut gidişat ve şartlar göz önüne alındığında, çoğulculuk yerine çoğunluğun hükümranlığını, hak yerine gücü, adalet yerine zulmü, toplumsal uyum ve uzlaşma yerine kutuplaştırmayı, destekçi kitlelerine sükunet telkin etmek yerine sınırsız ajitasyon ve kışkırtmayı, kesintisiz sürdürdüğü iftira, yalan ve yüksek dozlu nefret söylemini zaten zirvede olan anti-demokratik gücünü daha da artırmanın basamaklarına dönüştürmek isteyen bu liderin “Reis” olma takıntısı, ancak Mussolini'nin “Il Duce”, Hitlerin “Führer” olma arzusu kadar masum görülebilir.

Gücü ve hukuk önündeki sorumsuzluğu kolayca “Sultan” yerine ikame edilebilecek nitelikteki bir “Reislik” hedefleyen Erdoğan'ın bu amacına ulaşmak için yapmayacağı, istismar ya da suiistimal etmeyeceği herhangi bir şey olacağı kanaatinde değilim. Neticede burada Seçim Kanunu gereği kamu imkânlarını kullanması yasak olmasına rağmen Başbakanlık makam aracında plaka sahtekârlığına kadar tenezzül edebilecek bir kuralsızdan bahsediyoruz. Sadece, halkın tamamının ödediği vergilerle finanse edilen TRT ve Anadolu Ajansı'nın objektif kamu yayıncılığını mezara gömüp Erdoğan'ın şahsî propaganda makinesine dönüştürülmesi bile yapılacak seçimlerin ne kadar adaletsiz ve anti-demokratik şartlarda gerçekleşmekte olduğunu anlamaya yeter. Kaldı ki, her türlü gayri meşru ve etik dışı yöntemlerle ele geçirilerek veya yine kamu imkânlarının istismarı yoluyla oluşturulan sermaye aracılığıyla satın alınarak tamamen Erdoğan'ın kara propaganda makinelerine dönüştürülen ya da iktidar gücü suiistimal edilerek türlü baskılarla iradesi teslim alınan, özgür sesleri tek tek susturulan bir medyanın özenle dizayn edildiği bir ülkede yapılacak seçimler en fazla Beşşar Esed'in, Hüsnü Mübarek'in ya da Saddam Hüseyin'in seçimleri kadar demokratik olacaktır. AGİT de aynı kanaatleri ve endişeleri taşıyor olmalı ki, bu konuda defaatle açıklamalar yapmakla yetinmeyip, Türkiye'de bir seçim gözlem ofisi kurma kararı almış bulunuyor.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimi son fırsat olabilir

 

Seçim yasalarını maniple eden, demokratik seçimlerin hukukî garantörü olması gereken yargıyı tamamen felç ederek bir yandaş aygıta dönüştüren, son yerel seçimlerde hile ve yolsuzluk yaptığı şayialarına yol açan, siyasi amaçları için kamu imkânlarını sınırsızca kullanan bu anti-demokratik zihniyete ve kural, etik tanımaz tavırlara rağmen bu despotik gidişe dur demenin hiç mi imkânı kalmamıştır? Elbette ki “hiç kalmamıştır demek” şu aşamada bana göre yanlış olur. Çünkü, pazar günü yapılacak cumhurbaşkanı seçimleri demokratik cumhuriyet rejiminin, parlamenter sistemin, hukuk devletinin, milletin birlik ve beraberliğinin, ülkenin bütünlüğünün, sosyal dokunun, basın, ifade, toplantı gibi temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayacak yeni bir sürece girmek için hayati derecede önemlidir ve umutları diri tutmak gerekir.

Partili cumhurbaşkanı, icracı cumhurbaşkanı, “Reis” gibi söylemlerle Anayasa'daki yetkilerinin sınırlarına riayet etmeyeceğini açıkça söyleyen Erdoğan'ın icranın yanı sıra yasama ve yargı erklerinin tüm kontrolünü eline geçirerek bir tek adam rejimi kurmasının önüne geçmek için pazar günü yapılacak seçimler zaten bir son fırsat niteliğindedir. Tabii ki, iki turlu bu seçimlerin favorisi, bütün oyun planını ilk turda kazanmak üzere kuran Erdoğan'dır. Bu yüzden cumhuriyet rejiminin, demokrasi ve hukuk sisteminin önündeki tehlike çok ama çok büyüktür. Ama bu durum, neredeyse tüm muhalif partilerin ve Erdoğan yandaşı olmayan tüm toplumsal kesimlerin üzerinde mutabık olduğu Ekmeleddin İhsanoğlu'nun hiçbir şansı yoktur anlamına gelmez. Çünkü ben, çoğu siyasi gözlemcinin aksine 30 Mart yerel seçimlerinde AKP'nin aldığı yüzde 43'lük oy desteğinin kemik bir destek ve Erdoğan için garanti olduğu kanaatinde değilim. Yüzde 43 garanti olsa dahi Erdoğan'ın bu desteği 30 Mart'tan bu yana yüzde 50'nin üzerine taşımayı sağlayacak hangi başarısı ya da cazibe unsuru bulunuyor?

Neticede Mısır, Suriye, Irak, Filistin, Musul'daki rehine krizi, AB, ABD politikaları başta olmak üzere dış politikada Cumhuriyet döneminin en büyük başarısızlıkları üst üste geliyor. İzlenen tutarsız ve sadece boş hayallere dayalı temelsiz ve gerçekçi olmayan politikalar yüzünden Türkiye'nin itibarı hem Batı'da, hem de Doğu'da tarihinin en berbat seviyesine gerilemiş bulunuyor.

Erdoğan ve medyası ile siyasetteki bazı ateşli yandaşlarının nefret suçu sınırlarını çoktan aşan kutuplaştırıcı kin ve nefret söylemi yüzünden toplumsal barış ve huzur ortamı tarumar edilmiş durumda. Öte yandan, Erdoğan ve bakanları hukuk ve yargı sistemine o kadar çok müdahale edip, keyfince yargısal kurgular yapabiliyorlar ki Türkiye'den artık bir “hukuk devleti” diye bahsetmenin neredeyse imkânı kalmadı. Boş dosyalar ve temelsiz, kanıtsız suçlamalarla 22 Temmuz'da ve 5 Ağustos'ta yapılan operasyonlar yargıdaki bu kötü gidişatın berbat sonuçları niteliğinde. Dahası başta basın ve ifade özgürlükleri olmak üzere tüm hak ve özgürlükler alanında son bir-iki yılda Türkiye en az 30 yıl geriye gitmiş durumda.

Her ne kadar Erdoğan hükümeti ve medyası ekonomide pembe tablolar çizmeye devam ediyor olsa da Türkiye'nin büyük bir ekonomik krizin eşiğinde olduğuna dair endişeler son dönemde zirve yapmış durumda. Bu endişeler hükümetin hâlâ sağduyusunu korumaya çabalayan bazı bakanları tarafından da paylaşılıyor. Hal böyleyken Erdoğan'ın son 5 ay içerisinde oy oranını yüzde 50'nin üzerine çıkarmasını beklemek yerine “Acaba yüzde 43'lük desteğini hâlâ koruyabiliyor mu?” diye sormak bana daha mantıklı geliyor. Bu şartlarda Erdoğan'ın ta en baştan beri birinci turda olmasa bile ikinci turda kendisini kurtaracak iki stratejik oy deposuna ihtiyaç duyduğu ve bunlara güvendiği biliniyordu: Yurtdışında ilk kez kullanılacak 3 milyon civarındaki oy ve yapılacak pazarlıklar sonucu destekleri alınacak olan PKK tesiri altındaki Kürt oyları.

 

Demokratik bir ülke mi, yoksa
despotik bir Ortadoğu ülkesi mi?

 

Yurtdışında yüzde 5'lik katılım oranıyla Erdoğan'ın iki ayaklı kurtuluş stratejisinin bir ayağı neredeyse tamamen çökmüş oldu. Doğal olarak bu durumda belirleyici Kürt oyları çok daha önemli ve stratejik bir konuma yükseldi. Ancak HDP'nin adayı Selahattin Demirtaş'ın seçim kampanyasındaki sert üslubu Erdoğan'ın umduğu Kürt oylarının birinci turda gelmeyeceğinin delili olarak okunabilir. 15 gün sonra yapılacak ikinci turda ise birinci turda kendisine karşı bu kadar ajite edilmiş Kürt oylarının Erdoğan'a yönlendirilmesinin o kadar da kolay olmayacağını tahmin edebiliriz. Zaten bunun farkında olan Erdoğan türlü ayak oyunları ve algı operasyonlarıyla MHP, BBP'nin milliyetçi tabanı ile Erdoğan'a mesafeli muhafazakâr bazı gruplara yönelik etik dışı hamleler yapmaktan geri durmuyor.

Tüm bu şartların ışığında Erdoğan her ne kadar hâlâ seçimlerin favorisi gibi gözükse de, kamuoyunda sakin kişiliği ve nezaketi ile tanınmaya ve takdir toplamaya başlayan muhalefetin ortak adayı İhsanoğlu'nun seçimlerde büyük bir sürpriz yapmayacağını peşinen söyleyemeyiz. Çok tuhaf ama Türkiye'nin demokrasi ve hukuk devletine doğru yeniden dümen kıracak bir ülke mi olacağını, yoksa Ortadoğu'nun sıradan despotik ülkelerinden biri olma yolunda mı ilerleyeceğini işte bu sürprizin gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi belirleyecek.