Yıldıray Oğur
Türkiye
“Burası bir ev değil, olsa olsa beş yıldızlı bir otelin balo salonu olabilirdi. Bütün duvarlar, dünyanın en ünü ressamlarının yaptığı tablolarla donatılmıştı. Baktığım her yerde bir başka ‘zenginlik belgesi’ne rastlıyordum. Papyonlu, şık giyimli garsonlar bizi ortadaki büyük yuvarlak masaya oturttu. “Yalıdan ayrılırken ‘Bu kadar zengin bir patronumuz varken artık sırtımız asla yere gelmez’ dedim Can Ataklı’ya. Sonra devam ettim: “Kimsenin gelmez ama seninle benim sırtımız mutlaka yere gelir oğlum! Biz doğruları yazacağız diye bu adamlar, bu zenginlikten vazgeçer mi?”
Fonda imrenme sesleri duyulan pasaj Mustafa Mutlu’nun dokuz günde yazdığı hemen anlaşılan kitabı Dön Kardeşim’den. Bahsedilen ev Demirörenlerin yalısı. Davet de yeni patronun gazetesindeki yazarlara verdiği merhaba daveti olmalı. Belki de adı teşekkür davetidir.
Ne de olsa Milliyet ve Vatan’ın beş aylık çifte patron krizi sırasında pek çok yazar açıktan “yalılı patron”dan yana tavır koymuştu. Sessiz kalabilirlerdi, patron kavgasına karışmayabilirlerdi, en azından bunu yazmayabilirlerdi (ki böyle yapanlar oldu.) Ama açıkça taraf oldular. Kader ise ağlarını çaktırmadan örmekteydi.
Karacan-Demirören kavgasında esas mesele paraydı. Demirörenlerin yalıları, büyük holdingleri vardı, eski patron Karacanların ise soyadları ve bağımsız kâr eden gazetecilik vaatlerinden başka hiçbir şeyleri.
Bu vaadi Karacan’ların isyankâr yazarlarına ve ortaklarına yazdıkları mektuplardan biliyoruz.
“Dışarıdan kaynak aktararak medya kuruluşlarını ayakta tutmak mümkün değildir. Yakın tarihe baktığımızda nice aileler servetlerini ve itibarlarını bu hayalle kaybettiler. Bizim amacımız belli. 3 nesildir ailemiz bağımsız yayıncılık yapıyor. Sizden buna saygı duymanızı beklerken, siz olayı tamamen parasal boyuta indirgiyorsunuz. “
“Yazarların çoğu gazetenin dış kaynağa ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir... Kimse bu gazeteyi nasıl kâr ettiririz diye düşünmüyor! Birçok kâr eden gazete örneği varken sadece patronun diğer işlerinden kazandığı paraya güvenmeleri son derece vahimdir.”
Peki gazeteciler, yazarlar kimi tercih ettiler?
Tabii ki yalısı olan patronu. Sorgusuz akacağını düşündükleri para musluğunu. Konforu. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmayacak olanı.
Milliyet, Vatan günlerce “Çek elini Ali Bey” başlıklarıyla, sert köşe yazılarıyla, bildirileriyle çıktı, taraflarını açıkça belli etti. Kader ise ağlarını hâlâ örmekteydi.
“Vatan yazarları diyor ki” başlıklı epeyce sert bildiride Karacan “basın özgürlüğüne kötülük yapmakla” bile suçlandı: Vatan'ın güçlü olarak yayın hayatına devam etmesini engellemeye çalışmak, ülkeye, demokrasiye ve basın özgürlüğüne kötülüktür. Bu kötülüğü yapanlar ve bilerek ya da bilmeyerek buna alet olanlar VATAN'dan ellerini çeksin.
Ve kaderin ağlarını gemici düğümleri atarak ördüğü anlar. Son demlerdeki yazılarını kendilerini kovacak patronu savunmak için yazan köşe yazarları.
“Bizi işimizden etmeyin” diye ricacı olanlar: Eğer dedenizin emanetine ihanet etmek istemiyorsanız, bu kavgayı uzatmayın! Ortağınızla yola devam etmek istemiyorsanız da asıl siz koyduğunuz paraları geri alın ve önümüzü açın! Bizi işimizden ve ekmeğimizden, okurlarımızı Türk basınının iki saygın gazetesinden mahrum bırakmayın. Demirören ailesi, ilk günden bu yana bu gazetede; ama siz yoksunuz... Ne zaman arasak yurt dışındasınız! Geleceğimizi belirsizleştiriyorsunuz ama bugün yaşadığımız sıkıntının sorumluluğunu üstlenmiyorsunuz. Demirören ailesi bizim maaşlarımızı son kuruşuna kadar ödedi, ama siz asgari sermaye şartını bile aylar sonra yerine getirdiniz. (Mustafa Mutlu)
“Gazetenin mutfağına karışmadan mesleği öğrenmeye çalışan” Demirören’e övgüler düzenler: "Bir gazeteci ailesi olan Karacanların üçüncü kuşağını temsil eden Ali Karacan gazetede görünmez oldu. Sanayici Demirören ailesinin ikinci kuşağı ise elini taşın altına koyarak -ve gazetenin mutfağına da karışmadan- sektörü öğrenme çabasına girdi. Demirören tarafının bu tutumu, Milliyet çalışanlarında, 'Gazete sahipsiz değil, ihtilaf aşılır, işler yoluna girer' umudunu yarattı." (Hasan Cemal)
“Bırakın işimizi yapalım” diye başlıklar atanlar: Gördüğümüz kadarıyla Ali Karacan’ın tavrı gazeteleri yaşatmaya değil yok etmeye yönelik. Oysa biz onurumuzla, kendi mesleğimizi yapmak, bu gazeteleri daha da yukarılara taşımak istiyoruz. (Can Ataklı)
“Karacanlar anne ama Demirörenler bakıcı” diye analojinin dibine vuranlar: Karacan grubu bir koluna yapıştığı çocuğa daha fazla zarar vermemelidir. (Zülfü Livaneli)
“Satmasaydın o zaman” diye maziyi hatırlatanlar: Gazetenin geçmişte sahibi olmak kimseye Milliyet’i batırma hakkı vermez. Karacan ailesi gazeteye keşke Abdi İpekçi öldürüldükten sonra Milliyet’i satmayarak sahip çıksalardı. (Derya Sazak)
İstemediği patronu hükümetin komplosuna bağlayanlar: Ve ben bu durumda açıkçası arkadaşlar artık VATAN ile Milliyet’in uğraştığı bu yeni ve büyük sorunun “tesadüf olmadığına”, ikinci ortağın tesadüfen ortaya çıkmadığına inanırım. Tesadüf değilse, bu ülkenin basın özgürlüğüne, demokrasiye inanan insanları “bağımsız basını korumaya çalışan gazetelerine” daha çok destek vermelidir. (Ruhat Mengi)
Her şey kötü bir talih, tuhaf bir tesadüftü belki de. Param yok ama bağımsız gazetecilik yapıp kazanabiliriz diyen patron yerine yalılı patronu seçen bütün bu yazarların biletlerinin (sonuncusu hariç) çok muhtemel o yalıda kesilmiş olmasından bahsediyorum.
İbretlik bir darb-ı mesel olması daha muhtemel. Hem de Türkiye’de gazeteciliğin temel meselesi hakkında “kalemimiz tek silahımız bizim” teybimiz olmadan asla”, “soru sormadan duramayız”, “muhalifiz, bağımsızlığa âşığız” avcı hikâyelerinden bize daha çok şey anlatan bin nasihatten daha evla bir musibet.