29 Aralık 2011 02:00
T24 - Bingöl'ün Yaylıdere ilçesi Yavuztaş köyünde 26 Ağustos 1994 tarihinde düzenlenen operasyonda annesini, babasını kardeşini kaybeden ve kendisi yaralanan Songül Baş'ın, 2010 yılının haziran ayında MR çektirmek için gittiği hastanede belinde "metal bir parça" tespit edildi. Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, 17 yıldır süren dava sonuçlanırsa metal parçasının Türkiye'de ilk defa "savaş suçu kanıtı" olacağını söyledi.
Yıldıray Oğur'un Taraf'ta "Savaş suçu kanıtını taşıyor" başlığıyla yayımlanan (29 Aralık 2011) yazısı şöyle:
Savaş suçu kanıtını taşıyor
Songül Baş, 17 yıl önce annesi ve erkek kardeşiyle İstanbul’a göçmüş Bingöllü bir aileden geliyor. 34 yaşında ve bir tekstil fabrikasında çalışıyor. 2010 yılının haziran ayında bir gece şiddetli bel ağrısı şikâyetiyle İstanbul Kartal Yavuz Selim Devlet Hastanesi’nin acil servisine gitti. Daha önce de bel fıtığı şikayetleri de olmuştu. Nöbetçi doktor şikâyetin sebebi anlamak için MR’ını çekmek istedi. Baş, üzerindeki metal eşyaları çıkarak makineye girdi. Ama makine hala sinyal veriyordu. Doktor “Üzerinizde hala metal eşya var” diye yeniden uyardı. Tekrar kontrol etti. Hayır, üzerinde hiçbir metal eşya yoktu. Durumdan şüphelenen doktor sinyal veren belindeki bölgeyi tesbit etti ve raporuna şöyle yazdı: Sağ bel bölgesinde yabancı cisim?
Songül Baş, doktorun “Peki bu ne olabilir” diye hayretle sorduğu sorunun cevabını çok iyi biliyordu. Bu hayatının en unutulmaz ve en acı gününden geriye kalmış bir hatıraydı. Ve eğer soruşturma genişletilirse bu küçük metal parça belki de Türkiye’nin ilk savaş suçu davasının en büyük delili olacak.
26 Ağustos 1994 günü Taru...
Tarih: 26 Ağustos 1994. Yer. Bingöl’ün Yayladere İlçesi eski adıyla Taru yeni adıyla Yavuztaş Köyü. Eski bir Ermeni yerleşimi olan Taru, 17 haneli bir Alevi-Kürt köyüdür. Yoksulluktan, devletin ve PKK’nın baskılarından bunalan ailelerin göçüyle köyün nüfusu 17 haneden altı haneye kadar düşmüştür. Büyük çocukları İstanbul’a çalışmaya giden köyün muhtarı Hüseyin Baş (60), eşi Şerife ve küçük çocukları Songül (12) ve Murat’la (10) köyde yaşamaya devam etmektedir. Askerler sözlü olarak köyü boşaltmalarını istemiştir ama buğday ekip hayvancılık yapan köyün son altı hanesi gitmemekte kararlıdır. Arada hem PKK’lıların uğradığı, hem de yakınlardaki karakolun komutanlarının gelip kaldığı politik kimliği olmayan bir köydür Taru. Olay gününden birkaç ay önce köye izne gelen bir er, PKK’lılar tarafından kaçırılmış, konuyla ilgili muhtar Baş’ın ifadesi alınmıştır. Muhtar Baş, askerlerce de sevilen bir isimdir.
Gökyüzünde beliren jetler
Her şeyin değiştiği 26 Ağustos günü acı bir olayla başlar. Günün ilk saatlerinde gece yarısı köyün yakınlarındaki Çalıkağıl Jandarma Karakolu’nu PKK’lılar basar. Baskında 11 asker hayatını kaybeder ve bölgede büyük bir operasyon başlatılır. Taru köyü ise olan bitenden habersiz sessiz ve sıcak bir yaz gününe uyanmıştır. 17.00 suları muhtar Hüseyin Baş, olan bitenden habersiz, yanında oğlu Murat ve iki komşusuyla buğday harmanını makineye atmaktadır. Eşi Şerife Baş, kızı Songül ve komşusuyla birlikte balkondan onları izlemektedir. O sırada büyük bir gürültüyle gökte jetler ve helikopterler belirir.
Bundan sonrasını o gün 17 yaşında olan Songül Baş’tan dinleyelim:
“Çok güzel bir yaz günüydü. O gün harmanımızı makineye veriyorduk. Ben, babam, kardeşim, annem ve bir komşumuz vardı. Harmanı makineye verdik, bitti. Saat 17.00 sularında annem ve bir komşumuzla evimizin balkonun da oturuyorduk. Babam, kardeşim ve komşumuzun iki çocuğu da evimizin bitişiğindeki harmanda oturuyorlardı. Havyanlarımız o sırada yoncalıkta otlanıyordu. Aniden çok büyük bir gürültü koptu. Havada sayısını bilemediğim uçaklar, helikopterler geziyordu. Evimizin arka kapısından babamın yanına koşmak istedim. Ama evimizin arka kapısı toz toprak olmuştu. Göz gözü görmüyordu. Evimiz bombalanmış, çöküyordu. Nasıl olduysa kendimi dışarı attım. Annemleri kaybettim, babamları arıyordum. Dışarıda her tarafı bombalıyorlardı. Çok gürültü vardı. Helikopterler vızır vızır dolaşıyordu. Evlerimiz yıkılıyordu, ağaçlar devriliyordu, her yerden taşlar fırlıyordu. O sırada babamları buldum. Yanına koştum babamın kafasından kan akıyordu. Kardeşim yerlerde sürünüyor ama bombalar hala gökte yağmaya devam ediyordu. Babam yaşıyordu. Bana ‘korkmamamı’ söyledi. Babamın yanındayken hiç hissetmeden sanki derin bir uykuya dalmışım. Uyandığımda babam uzağa fırlamış, kanlar içinde yatıyordu. Kardeşimi kaybetmiştim. Hiç yaralı olduğumu hissedemiyordum. Çünkü çok büyük bir gürültü vardı. Korkular içindeydim. Hala bomba sesleri, helikopter sesleri geliyordu. Ama dengem yerindeydi. Babamın yanına koştum. Kafasını kaldırdım bir hırıltı sesi duydum. Sonra hiç hareket etmedi. Babam ölmüştü. Ayakkabıları fırlamıştı, saati bir yana savrulmuştu... Sanki gördüğüm bir rüyaydı. Hemen annemleri aramaya başladım. O sırada koşarken kolumdan etler sarkmış olduğunun farkına vardım, kanlar akıyordu. Yaralanmıştım. Ama o korkuyla hiçbir yerim ağırmıyordu. Annemleri buldum. Murat yaralanmıştı. Kaç dakika sürdü, kaç saat sürdü bilmiyorum. Komşularımız gelmeye başladı. Yaralarımızı kendi yöntemlerimizle sardık, birazcık tendürdüyetle kanları durdurduk. Evdeki telefon çalışmıyordu. Direkler devrilmiş, teller kopmuştu, elektrikler yoktu. Telefonu alıp yukarlardan bir yerden bağlayıp karakolu aramışlar. Babam muhtardı yani devlet adamıydı. Onun öldüğünü bizim de yaralandığımızı söylemişler. “Bizim olaydan haberimiz var, yapacağımız bir şey yok demişler” O gece sabaha kadar yaralı kaldık. Sabah Yayladere’den kirvemizin oğlu gelip arabayla bizi doktora getirmek istedi. Ben önce gitmek istemedim. Babam vurulduğu yerde öylece kalmıştı. Önce bunu bize niye yaptılar, bunun önce bir cevabını T.C. gelip versin” dedim. Neden neydi? Babam bu devlete hizmet etmiş birisiydi. Askerler bizde yer içer yatar kalkarlardı. Biri gelsin cevabını versin dedim. Komşular siz gidin daha sonra gereken yapılacak diye bizi ikna etti. Sonra apar topar Yayladere Sağlık Ocağı’na götürüldük. Oradan da Elazığ Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldık.”
Köyü terk edin
Jetler ve helikopterlerin bir saate yakın süren bombalamasının ardından köy adeta bir savaş alanına dönmüştü. Çocukları Elazığ’daki hastanede tedavi görürken Hüseyin Baş’ın cenazesi kaldırıldı. Cenaze için İstanbul’dan gelen akrabalar ve köyün sakinleri askerler tarafından “Cenazeyi kaldırdıktan sonra köyden gitmeleri için” uyarıldı. Taru köyünün de cenazesi kaldırılmıştı o gün. Olay yerine ne bir savcı gitti ne de bir asker. Tanıklara mağdurlara, Baş ailesine hiç kimse bir şey sormadı. Ama ortada açıklanması gereken bir ceset vardı.
İyi başlayan soruşturma...
Böylece 17 yıllık Taru köyünün bombalanması ve Hüseyin Baş’ın öldürülüp çocuklarının yaralanması ile ilgili devletin resmi belgeler antolojisine giriş yapabiliriz. Bunlar aynı zamanda Türkiye’de hukuksuzluğun da resmi belgeleri. İlk resmi belge olaydan ancak üç gün sonra Yayladere Jandarma Komutanlığı tarafından tutulan olay yeri tespit tutanağı. “Güvenilir bir kaynaktan elde edilen bilgilere” dayanarak tutulan tutanağa göre olay şöyle gerçekleşmişti: 26-08-1994 günü Çalıkağıl Jandarma Karakolu’nu basan PKK örgüt mensuplarının Yavuztaş köyüne giderek Muhtarı ve iki çocuğunu yanına aldıkları, daha sonra Hüseyin Baş’ın cesedinin köyün çıkışında bulunduğu, iki çocuğun ise yaralı olduğunun köyden gelen vatandaşlardan öğrenildiği, Hüseyin Baş’ın evinin bilinmeyen bir sebepten yakıldığı....”
Bu yüksek hayal gücüyle hazırlanmış olay yeri tespit tutanağının altında askerlerle birlikte bir kişinin de parmak izi var. Okuma yazma bilmeyen anne Şerife Baş’ın. Şerife Baş daha sonraki ifadelerinde yıkılan evleri için verilmesi taahhüt edilen 30 milyarlık tazminat için diye parmak bastırıldığını söyleyecektir. Gerçekten de tutanağın dibine “Tahminen maddi hasarın 30.000.00 TL olduğu” ibaresi profesyonelce eklenmiştir. Yayladere Jandarması ilk tutanakta cevapsız kalan “Muhtarı PKK’lılar öldürdüyse evleri kim yaktı” sorusuna bir yanıt bulmak için olaydan bir ay sonra ikinci bir tutanak hazırladı. Tutanağa göre olaydan 08-09-1994 günü köye giden jandarmayı gören PKK’lılar evleri mazot dökerek ateşe vermişti.
Dönemin Kiğı Savcısı Halit Çetin ise, bu tutanaklarla ikna olmamış olacak ki hazırlık soruşturmasını “Bombalama sonucu ölüm ve yaralama” suçuyla başlattı. Müşteki Baş ailesi, sanık ise “Olağanüstü Hal Bölge Komutanlığı Diyarbakır Hava Üssü görevlileridir.” Aynı tarihlerde Elazığ’daki 8. Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığı da kendi soruşturmasını açar. Onlara göre de sanık “Diyarbakır Hava Üssünden kalkıp Yavuztaşı köyü civarını bombalayan uçak personeli ve diğer ilgililer”dir.
Soruşturmalar doğru yerden başlamıştır ama hazırlık soruşturmasının ilerisine geçemez. Ardarda yetkisizlik kararlarıyla herkes bu ateş topunu birbirinin üzerine atar.
Önce Kiğı Cumhuriyet Savcılığı 17-11-1994 günü verdiği kararla “sanıkların askeri kişiler olması” nedeniyle yetkisizlik kararı verir. Askeri cenahtaki davada 8. Kolordu Komutanlığı ise çoktan yetkisizlik kararıyla topu Diyarbakır 7’inci Kolordu Komutanlığı’na göndermiştir. Dosya biraz orada bekletildikten sonra suçlama hava kuvvetlerine yönelik olduğu için Diyarbakır 2’inci Hava Taktik Komutanlığı’na gönderilir. Ancak 1995’in Aralık ayında 2’inci Hava Taktik Komutanlığı Askeri Savcılığı, 2’inci Hava Taktik Komutanlığı’na en başta sorması gereken soruyu sormaya cesaret eder: 26 Ağustos 1994 günü Yavuztaş köyü üzerinde uçtunuz mu? Aynı komutanlık içinde cevap bir ay sonra gelir: O gün üslerde silahsız olarak eğitim uçuşları yapıldı. Anılan bölgede 2’inci Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı üslerin uçuş faaliyeti olmamıştır.
Otopsi yok, ifade yok
Bu cevap üzerine soruşturmada en başa dönülür. Şerife Baş’ın okumadan parmak bastığı olay tesbit tutanağını eke yerleştiren 2’inci Hava Taktik Komutanlığı Askeri Savcılığı önce soruşturmanın adını “PKK terör örgüyü mensuplarınca sivil şahıslar Hüseyin Baş’ın öldürülmesine” çevirir. Ardından da olayla askerlerin bir ilgisi olmadığı için bir görevsizlik kararı daha vererek dosyayı Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne gönderir. Görevsizlik kararını onaylayan 2’inci Hava Taktik Komutanı Korgeneral Cumhur Asparuk daha sonra Hava Kuvvetleri Komutanı olacaktır. Dosya dönüp dolaşıp 1996 yılının ilk aylarında Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde görevli askeri savcı Yavuz Şentürk’ün önüne gelir. Binbaşı Şentürk çetin cevizdir. Önce iki yıldır kimsenin aklına gelmeyeni yapar. Dosyada bulamadığı Hüseyin Baş’ın otopsi raporunun peşine düşer. Her yere yazı yazar. Bir süre sonra skandal ortaya çıkar. Hüseyin Baş’ın otopsisi yapılmamıştır.
Şentürk, iki yıldır ifadeleri alınmamış olayın birinci elden tanığı ve mağduru Baş ailesinin İstanbul’da talimatla ifadesinin alınması ister. İlk kez ifade veren Şerife Baş ve çocukları gördüklerini anlatırlar. İfade Şerife Baş’ın anlattıkları altında parmak izi olan olay tesbit tutanağından tamamen farklıdır. Savcı Şentürk, bu çelişkiyi 2.2.1996 tarihinde Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı, Yayladere İlçe Jandarma Komutanlığı’na yazdığı yazılarda hatırlayıp,olayla ilgili belge ve bilgilerin paylaşılmasını ister. Soruşturma 15 yıldır 1996’da tosladığı bu duvarın önünde bekliyordu.
Meclis’e başvuruldu
Tamamını okuduğum dosyayı kalınlaştıran evraklar ise bu 15 yıl boyunca her fail-i meçhul dosyasında olduğu her üç ayda bir neredeyse kelimesi kelimesi tekrarlanan “tüm araştırmalara rağmen failler tespit edilemedi” yazılarından oluşuyor. Ta ki 2010 yılında Songül Baş’ın belinde çıkan o küçücük metal parçasına kadar. Dosyaya bakan Avukat Selim Okçuoğlu’nun soruşturmanın genişletilmesi ve o metal parçanın çıkarılıp incelenmesi için Diyarbakır Başsavcılığı’na yaptığı başvuru iki ay önce kabul edildi. Özel yetkili Savcı Osman Çoşkun, 10 Kasım 2011 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği yazıda “Songül Baş’ın ameliyatının takip edilmesini, hastane görevlilerinden çıkartılan cismin alınarak incelenmek üzere başsavcılığa gönderilmesini” talep etti. Songül Baş bu ayın 16’sında da bütün delilleriyle olayı anlatmak için Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na başvurdu.
En kısa sürede ameliyatla çıkarılması beklenen metal parça üzerinden soruşturma genişleyip, savcılık olayla ilgili çelişkili beyanları ve belgeleri incelemeye alırsa devletin kendi köyünü bombaladığı bu dava Türkiye’nin ilk ciddi savaş suçu davasına dönüşebilir. 17 yıl boyunca soruşturmayı kapatmak için elinden geleni yapanların üzerinde parmak izlerini unuttukları Songül Baş ve kardeşi Murat Baş küçük bir çocukken bile cevaplarını aradıkları soruların cevabını bu kez bırakmamakta kararlı: “Bize bugüne kadar kimse yardımcı olmadı. 26 Ağustos 1994 hiç unutulmayan bir gün oldu bizim için. Bugün bunun için gereken ne varsa yapmak istiyoruz. Bu mücadeleye sonuna kadar devam edeceğiz” diyorlar.
Adalet tecelli etmek için mucizeler gerçekleştirirken, o adaleti dağıtmakla sorumlu olanlara düşen sadece mesleklerinin gereğini yerine getirmek. Bu iki yetim çocuğa herkes en azından bunu borçlu.
© Tüm hakları saklıdır.