Gündem

Yeni Şafak yazarı: Parti başkanlarının vekilleri belirlediği sistemle hangi başkanlık anlayışı bağdaşır?

Ali Saydam: Konu niçin sadece Cumhurbaşkanı’nın kişiliğinde tartışılıyor?

03 Şubat 2015 12:03

Başkanlık sisteminin kişiler üzerinden tartışılmasını eleştiren Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Saydam, “Nasıl bir başkanlık sistemi öneriliyor?’ Size verecekleri cevap ne kendilerini tatmin edecektir ne de sizi. Demek ki ortada sonsuz ve sınırsız bir müphemiyet var. Unutulmasın ki algılamanın bir numaralı düşmanı müphemiyettir" dedi.

Saydam, "Örneğin Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirmeden mevcut bütün yasalar ve oligarşik bürokratik yapılar korunarak getirilecek bir Başkanlık Sistemi, faşizm odaklı suçlamaların ve iddiaların pekalâ payandası olabilir. Parti başkanlarının yukardan aşağı delegeleri ve milletvekillerini belirlediği bir sistemle hangi başkanlık anlayışı bağdaşabilir ki?” diye sordu.

Ali Saydam’ın Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (3 Şubat 2015) nüshasında yayımlanan, “Başkanlık Sistemi’nin iletişimi doğru yönetilmeli” başlıklı yazısı şöyle:

 

‘Başkanlık Sistemi’nin iletişimi
doğru yönetilmeli’

 

Konu niçin sadece Cumhurbaşkanı’nın kişiliğinde tartışılıyor? Neden, içerde ya da dışarıdaki fanatik muhalif göz, ‘Başkanlık Sistemi’ni sanki sayın Tayyip Erdoğan bütün yetkileri üstünde toplayıp totaliter bir rejim kurmak istiyormuş gibi görmeyi ve böyle ifade etmeyi seçebiliyor. Neden belki çocuklarımız ve torunlarımız gelecek yıllarda, gelecek dönemlerde Başkan olarak bambaşka insanları görebilecekken mesele Tayyip Bey’in kişiliğine kilitlenmek isteniyor.

Bizce mesele, Başkanlık Sitemi konusunun bir tipik kara propaganda örneği olarak kullanılmasının ötesinde iletişiminin gerektiği gibi yönetilmemesinden kaynaklanıyor.

Kime sorarsanız sorun:

“Nasıl bir başkanlık sistemi öneriliyor?”

Size verecekleri cevap ne kendilerini tatmin edecektir ne de sizi. Demek ki ortada sonsuz ve sınırsız bir müphemiyet var. Unutulmasın ki algılamanın bir numaralı düşmanı müphemiyettir.

Örneğin Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirmeden mevcut bütün yasalar ve oligarşik bürokratik yapılar korunarak getirilecek bir Başkanlık Sistemi, faşizm odaklı suçlamaların ve iddiaların pekalâ payandası olabilir. Parti başkanlarının yukardan aşağı delegeleri ve milletvekillerini belirlediği bir sistemle hangi başkanlık anlayışı bağdaşabilir ki?

Ya da Seçim Kanunu değişmeden... Baraj aynı kalarak... Belki dar bölge sistemine gitmeden... Milletvekillerine değil partilere oy verilerek iktidar olunan bir sistemde, benim zihnimdeki ‘Bilge Krallık’ çağrışımlarına yapılacak göndermeler havada kalacak ve ister istemez dünyadaki totaliter rejimleri çağrıştıran ne kadar argüman varsa devreye sokulacaktır.

Yani ezcümle Başkanlık Sistemi’nin bize özgü yapısı, Seçim Kanunu değişikliği, Partiler Yasası değişikliği, bürokratik oligarşi ile nasıl mücadele edileceği ve onun vesayetinden nasıl çıkılacağı, kapsamlı bir model halinde ifade edilmeden ve de bunun sistematik iletişimi yapılmadan ortaya atılacak ‘Başkanlık’ fikrinin, gidip Sayın Cumhurbaşkanı’nın şahsına yapışmasına engel olunabilir mi?

 “Sayın Cumhurbaşkanı çok etkili bir liderdir, konuşur anlatır. Başkanlık Sistemi’ni nasıl olsa seçmene kabul ettirir”, diye düşünenlerin hüsrana uğrama ihtimalleri yeniden ve yeniden gözden geçirilmelidir. Çünkü bu tür kolaycılıkların üstünde meseleye bakıldığında, Başkanlık Sistemi Türkiye ile ilgili yeni bir kabuk çatlaması olarak ortaya çıkmaktadır.

Neden mi?

Açıklamaya çalışalım:

Başkanlık sistemi, tabii tüm diğer bize özgü yapısal değişikliklerle birlikte (seçim ve partiler yasaları ve bürokratik yetkiler meselesi) Türkiye’nin önünü açacak ve gelişmesini sağlayabilecek,  kamu vicdanı ve iradesinde yerini bulacak bir ilerleme zeminini oluşturabilir. Tıpkı Cumhuriyet’in ilanının toplum dinamiklerinde oluşturduğu devinim etkisi gibi; tıpkı halkın iradesiyle ve dünyadaki gelişimin zorlamasıyla 1950’de, Adnan Menderes’in şahsında simgelenen çok partili sisteme geçiş dönemindeki gibi; tıpkı 1983’de Turgut Özal’la birlikte küresel ve yerel sistemlerin liberalizme yol verecek kilitleri zorlaması gibi, tıpkı 2002’deki kırılmada her türden vesayetin ortadan kaldırılarak ülkenin önünün açılmasına yönelik adımların atılması gibi...

Başkanlık meselesi işte bu gelişim çizgisinde yeni bir kırılma ve sıçrama meselesi olarak ortaya konur ve iletişimi buna göre yapılırsa o zaman sayın Cumhurbaşkanı’nın, hedefteki adam olmaktan çıkması mümkün olur ve sanki bireysel hırsları yüzünden Başkanlık Sistemi’ni getirmeyi istediği yolundaki, her türlü bilimsel ve sosyolojik zeminden yoksun olduğu için sahteleşmiş izlenim ortadan kalkabilir.

İletişimin temel kuralını burada hatırlamakta bir kez daha yarar görmekteyiz:

“Taraflardan biri diğerine bir şey algılatmak istiyorsa ve karşı taraf bunu algılamakta zorlanıyor ya da yanlış algılıyorsa, bunun sorumlusu algılamayan ya da yanlış algılayan değil, algılatamayandır.”

Umarız AK Parti kurmayları Başkanlık Sistemi konusunda Sayın Cumhurbaşkanı’nı yalnız bırakmaz ve yukarıda ifade etmeye çalıştığımız çerçevede çalışılarak hazırlanacak kapsamlı bir iletişim konseptini devreye sokabilirler.

‘Egemen güç’ler arasında Türkiye farkı...

Amerikalı sosyolog Immanuel Wallerstein’ın yalancısıyım: “İçinde yaşadığımız şu ‘çok kutuplu’ denilen bol yıldızlı dünyamızda  ‘kendi bağımsız politikalarını uygulayabilen yaklaşık 10-12 egemen güç var”mış. Kutupların ve yıldızların farkındayız ama verdiği sayıya dikkat etmek lazım. Wallerstein’ın tespitine zihinleri tazelemek adına göz atmakta yarar var. Özetlemeye çalışalım:

Bağımsız politikalar uygulayan bu 10-12 egemen gücün içinden birinin çıkıp da kendi politikalarını diğerlerine dayatması, kabul ettirmesi pek o kadar kolay değil. O zaman ne yapıyorlarmış? Sayıları 10’u geçen bu bağımsız güçler, ‘bir diğerinin manevrasına tuş olmamak için sürekli farklı ittifaklar’ kuruyorlarmış. Wallerstein, “Birçok jeopolitik kararın, daha iyi seçenekleri mevcut olmadığından, dünyanın en güçlü devletleri tarafından bile, denetlenmesi imkânsızdır.”  diyor.

Wallerstein’ın bir ‘kaos dünyası’ olarak tanımladığı bu zaman diliminde Türkiye’nin, sözünü ettiği 12-13 ülke arasına girmek üzere olduğunu pekâla ileri sürebiliriz. Girdiği andan itibaren de yeni bir oyuncu olarak ligde yerini alacağını ve diğer ‘egemen’ güçlerden farkını hemen ortaya koyacağını da iyi bildiklerinden oradan buradan manialar karşımıza yerli yersiz çıkarılıveriyor.

Bu manialara rağmen ligde Türkiye yerini alabilir. Yeter ki kendi kendinin önünü tıkamasın.