Zaman zaman yaptığı açıklamalarla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la ters düşen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın geçtiğimiz günlerde kullandığı “Eline levyeyi alan kafaya indiriyor” ifadesini değerlendiren Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarosoğlu, “İnsanlar ikiye ayrılır. Şikayet edenler, sorumluluk alanlar. Şikayet edenler vakti zamanında yerine getirmedikleri sorumlulukları şikayet diliyle örtmeye çalışır çoğu defa. Sayın Bülent Arınç 3.Dönem'in sonunda yani sorumlulukları biterken şikayet cümlelerinin arkasına sığınmamalı” dedi.
Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, 7 Haziran seçimleri öncesinde sertleşen siyasi üslupla ilgili olarak “Tartışma yok artık; eline levyeyi alan kafaya indiriyor, eline bıçağı alan saldırıyor, eline tabancayı geçiren, pompalıyı alan birbirinin üzerine boşaltıyor. Bu bir cinnet halidir. Ben bir siyasetçi olarak vardığım sonuç nerede kavga varsa o kavga ora ile sınırlı kalmıyor ve toplumda insanlar etkileniyorlar ve maalesef istem dışı, irade dışı hareketlere yönelebiliyorlar” demesinin yankıları sürüyor.
Arınç’ın sözlerini son olarak Yeni Şafak yazarı Fatma Barbarasoğlu değerlendirdi.
Barbarosoğlu’nun Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (5 Haziran 2015) nüshasında yayımlanan, “Bülent Arınç için minik bir hikaye….” başlıklı yazısı şöyle:
Sayın Bülent Arınç'ın ifadelerine bir şekilde muhatap oldunuz. Eline levyeyi alan diye başlayan cümlelerine…
Cümleyi tamamlamayacağım.
Şiddet ile mücadele etme biçimimiz nasıl cinnet geçirdiğimizi tarif ve tasvir eden cümleler olmamalı çünkü.
İnsanlar ikiye ayrılır. Şikayet edenler, sorumluluk alanlar.
Şikayet edenler vakti zamanında yerine getirmedikleri sorumlulukları şikayet diliyle örtmeye çalışır çoğu defa.
Sayın Bülent Arınç 3.Dönem'in sonunda yani sorumlulukları biterken şikayet cümlelerinin arkasına sığınmamalı.
Bülent Arınç için minik bir hikaye….
I-
Sayın Bülent Arınç'ın ifadelerine bir şekilde muhatap oldunuz. Eline levyeyi alan diye başlayan cümlelerine…
Cümleyi tamamlamayacağım.
Şiddet ile mücadele etme biçimimiz nasıl cinnet geçirdiğimizi tarif ve tasvir eden cümleler olmamalı çünkü.
İnsanlar ikiye ayrılır. Şikayet edenler, sorumluluk alanlar.
Şikayet edenler vakti zamanında yerine getirmedikleri sorumlulukları şikayet diliyle örtmeye çalışır çoğu defa.
Sayın Bülent Arınç 3.Dönem'in sonunda yani sorumlulukları biterken şikayet cümlelerinin arkasına sığınmamalı.
“Neler oluyor bize" şarkısını kötümserlik aşısı yapmak üzere tekrarlayanlara inat, ısrarla iyiliğin kaydını tutmaya çalışmamız gerekiyor.
Cinnet geçirenler için tedbir düşünmeli, kötülüğün yaygınlaşmasına katkı sunup sunmadığımızın hesabını öncelikle kendi nefsimizden sorabilmeliyiz.
II-
Hız ve şiddet arasındaki bağlantı ile medya kötülüklerin kaydını tutuyor .
Lakin mesuluyeti medyanın hanesinde kayıtlı tutarak sorumluluklarımızı terk edemeyiz.
İyiliği görecek olan medya değil, bizim nazarımız.
Sadece yaşadıklarımızın, tanıklıklarımızın değil duyduklarımızın da kaydını tutmamız gerekiyor, şiddet ile mücadele edebilmek, insanlara umud verebilmek için. Herşeyin kötüye gittiğini söylersek iyiler için yeryüzünde nefes alınacak tek bir ağaç altı kalmaz yoksa.
Aşağıda okuyacağınız satırları bu niyet ile hikayenin tanığı olan doktorun ağzından yazdım.
Buyurun:
Hastalarını öldüren hemşire, zulmeden hastabakıcı hikayelerine haftada en az bir kere tanık oluruz ekran vasıtasıyla.
Tanık olduklarımız sadece bizim ülkemize ait değildir. Hollanda'da hastalarını iğne yaparak öldüren bir hemşire, İtalya'da yaşlı hastalara kötü davranan “ölüm meleği" derken, neredeyse her güne yetecek bir kötü hemşire, hasta bakıcı hikayesi çıkar karşımıza.
Mesleğin yüzkarası olanlar, kötü haberin küresel kanatlarını takarak ülkeden ülkeye uçar da, gecesini gündüzüne katarak en ağır şartlarda hizmet verenlerin nezaketi, duyarlılığı zaten olması gerektiği için “normal"in hanesine itiliverir.
Acıdır, lakin itiraf etmemiz gerekir, hastalara itina gösteren hastabakıcı ve hemşirelere nezaketimizle destek vermeyi unuturuz çoğu zaman. İtina ile işini yapan profesyonel ellerinin yanı sıra, küçük çocuklara anne şefkati, yaşlılara merhamet ile yaklaşan elleri de vardır bazılarının. Fakat ne doktorlar ne hasta yakınları bu elleri görmez çoğu zaman.
Bazen nasipliyizdir. Hız ve telaşın içinde bile, ihtimamı görecek gözümüz, duyacak kulağımız olur.
Yaşlı bir hastanın sırtındaki bir tel saçı alan elleriyle, “Dur teyzem" diyen tatlı diliyle o hastabakıcı bende kayıtlı kaldı mesela.
Adını hatırlamıyorum. O ana tanık olurken o anın, unutulmaz bir insanlık hikayesi olarak içimde, insanın insana borcu olan nezaket ve güler yüzün en sağlam mayası olarak kabarmaya devam edeceğini bilmiyordum.
Ne zaman yaşlı bir teyze görsem, o hasta bakıcının “Dur teyzem “ diyen sesi yankılanıyor kalbimde.
Merak ettiniz.
Anlatayım o halde...
Yaşlı kadını muayene edecektim. Hastabakıcı sırtını itina ile açtı. Muayene bitince tekrar giydirmeye koyuldu. Giydirirken sırtındaki bir tel saçı fark etti. “Dur teyzem sırtında saç kalmış" diyerek o saç telini alıverdi.
Günün sonuydu, yorgundu ve yetiştirmesi gereken bir sürü işi vardı.
Hasta bakımını, Batılı anlamda görev tanımı içinde düşünecek olursak, o tek tel saçı almak gibi görevi yoktu. Görmeyebilirdi. Gördü. Almayabilirdi. Aldı. Üstelik muhatabını incitmemeye dikkat ederek. Teyzem diyen sesini duyan olsaydı o sesin bir hastabakıcıya değil, gerçekten bir yeğenin hakiki teyzesine hitabı sanırdı.
Adını unuttuğum, ama yüzündeki ve dilindeki şefkati unutamadığım o hastabakıcı o tek tel saçı aldı. Bakın ben işimi bu kadar da iyi yapıyorum diyen bir hal ile değil. Biraz önce bir bebeği yıkamış kurulamış da, şimdi o bebeğe itina gösteren dil ile.
O hastabakıcıdan sonra pek çok hastabakıcı ile çalıştım. Ama ne zaman biraz hoyrat biraz bezgin bir hastabakıcı, hemşire ile karşılaşsam, kod adı şefkat dediğim o kadını hatırladım. Her hatırlayışımda ona dua gönderdim.