31 Ağustos 2015 20:39
Mevlüt Çavuşoğlu'ndan görevi devralan yeni Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu hem muhatapları hem de birlikte çalıştığı kişiler tarafından ‘açıksözlü’ biri olarak biliniyor. Sinirlioğlu'nun 'Karar vericilere kral çıplak der misiniz?’ sorusuna, "Elbette bizim işimiz bu. Ben görüşlerimi karar alıcılara ve muhataplarıma en açık biçimiyle ifade ederim" sözleri bu konudaki en önemli örneklerden birini teşkil ediyor.
Dışişleri Bakanlığı’nda seçimlerinden önce internete sızdırılan Başbakan Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in katılımıyla gerçekleşen ve ses kayıtları 30 Mart seçimlerinden önce internete sızdırılan Suriye toplantısında yer alan Sinirlioğlu, Davutoğlu'na en yakın isimlerden biri olarak kabul ediliyor.
Al Jazeera'nın derlediği Sinirlioğlu portresine göre Davutoğlu ve Sinirlioğlu'nu yakından tanıyanlar iki ismin" tarihi algılayış biçimleri, iddialı olmaları, Türkiye’nin etki alanının genişliğine olan inançları ve bir gün sınırların anlamsızlaşacağına dair görüşleri" konusundaki benzerliğe dikkat çekiyor.
Memur bir ailenin oğlu olarak 30 Ocak 1956’da Giresun’da doğan Sinirlioğlu, Dışişleri'nin en uzun süre müsteşarlık yapan diplomatlarından biri olsa da Dışişleri Bakanlığı'na meslek memuru olmayı planlamadığı iddia edildi.
Sinirlioğlu'nun Al Jazeera'da yer alan "Dışişleri'nin karakutusu" başlığıyla yayımlanan portrenin tam metni şöyle:
Dışişleri Bakanlığı’nda en uzun süre müsteşarlık yapan isimlerden biri olan Feridun Sinirlioğlu, üç dönemlikler arasında yer alan Mevlüt Çavuşoğlu yerine kabineye girerek Dışişleri Bakanı oldu. Türkiye’nin son dönemlerde yürüttüğü gizli diplomaside önemli roller üstlenen Sinirlioğlu’nu bakanlığın yapısının değiştirilmesine yeteri kadar direnmediği için eleştirenler de var, müsteşarlığını ‘hasar kontrolü’ olarak görenler de.
Uluslararası toplantılarda Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hemen yanında ya da arkasında oturan bürokrat, onu tanımayanların dikkatini belki de yalnızca kendine has duruşuyla çekebilir: İç içe geçirilip kucakta birleştirilmiş parmaklar, ne düşündüğünün ipuçlarını vermeyen bir yüz ifadesi...
Oysa yabancı muhatapları, Dışişleri Bakanı’nın hemen bitişiğindeki bu diplomatın son yıllardaki Türk dış politikasına damgasını vurmuş isimlerden biri olduğunu bilirler.
O yüzden de Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu kısık ama yine de karşısındakinin duymasına yetecek kadar yüksek sesle, sakin sakin konuşmaya başladığında kulak kesilirler. Hatta bazen ne söyleyeceğini duymak için arkasından koşturdukları da olur. Tıpkı 2010 yılında Washington’da ABD Başkanı Barack Obama’nın ulusal güvenlik danışmanı Jim Jones’un yaptığı gibi.
İsrail’in Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine 31 Mayıs 2010’da uluslararası sularda yaptığı baskında dokuz Türk vatandaşının ölmesinden bir gün sonra gerçekleşen bu görüşmede, Sinirlioğlu, Davutoğlu’na eşlik ediyordu. Davutoğlu Beyaz Saray’a girdi ancak Sinirlioğlu pasaportu yanında olmadığı için Beyaz Saray’a sokulmadı. Davutoğlu, Müsteşar’ın içeri alınmamasının kabul edilemez olduğunu söyleyip, görüşmeye girmeyi reddetti. İkili Beyaz Saray’a yürüme mesafesindeki otellerine döndüler. Bir müddet sonra Jones ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Phil Gordon otele gelip, “11 Eylül’den sonra güvenlikçilere söz geçiremiyoruz” diyerek özür dilediler.
Beyaz Saray’da yapılması planlanan görüşme otelde gerçekleşti.
Sinirlioğlu’nun ifadesiyle, “Söyleyecek bir şeyiniz varsa, dinlenirsiniz.”
ABD’nin eski Türkiye büyükelçisi Francis Ricciardone, Al Jazeera’ye, ‘başkalarıyla birlikte sorun çözmeye yönelik çalışabilmesi’ nedeniyle Sinirlioğlu’nun itibarının Washington’da çok yüksek olduğunu söyledi:
“Bu yüzden meseleler ona adeta akar.”
Sinirlioğlu hem muhatapları hem de birlikte çalıştığı kişiler tarafından ‘açıksözlü’ biri olarak biliniyor.
Davutoğlu’na bozulan Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin ancak resmi bir özür ile düzelebileceğini söylemiş, kendi tavrını da açıkça ortaya koymuştu:
“Bu kriz bu hale geldikten sonra İsrail özür dilemeden geride bırakılırsa müsteşarlığa devam edemem, görevimden istifa ederim.”
Sinirlioğlu’nun çalışma yöntemlerini yakından bilenlerin Al Jazeera’ye anlattığına göre, onun önemli özelliklerinden biri de bu:
“Feridun Bey bakanlık içi koordinasyon toplantılarında görüşlerini çok açık ortaya koyan biridir. Türkiye’deki bürokratlar genelde, 'öyle yaparsak böyle sonuçları olur’ deyip, kararı siyasilere bırakırlar. Sorumluluk almak istemezler pek. Feridun Bey bir karar alınacağı zaman olası bütün sonuçlarını söyler ama kendi tercihini de net bir biçimde ortaya koyar. Bunu yaparken radikal öneriler de ortaya koymaktan çekinmez. Ayrıca hızla karar alabilir.”
Al Jazeera’nin ‘karar vericilere kral çıplak der misiniz?’ sorusuna da Sinirlioğlu net bir yanıt verdi:
“Elbette bizim işimiz bu. Ben görüşlerimi karar alıcılara ve muhataplarıma en açık biçimiyle ifade ederim.”
Sinirlioğlu yabancı muhataplarının tanımına göre de açık sözlü biri. Örneğin kendisini yirmi yıldan uzun bir zamandan beri tanıyan, Türkiye’de de görev yapmış, İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın eski müsteşarı Alon Liel’e göre, gereksiz laflarla vakit kaybeden biri değil:
“Doğrudan konuya girer. Analitik düşünür ve her zaman çok ciddidir.”
Klasik diplomasiyi, kamuoyu önünde meseleleri tartışmamak, basın önüne çok fazla çıkmamak olarak tanımlayan Liel’e göre, Sinirlioğu ‘klasik diplomasi ustası.’
Sinirlioğlu’na göreyse diplomasi sanata benziyor:
“Diplomasi dediğiniz şey büyük ölçüde sanattır. Bir kalıbı yoktur. Nasıl bir ressam perspektif bilmezlik edemezse, diplomatlıkta da asgari donanımlar vardır. Onun üstüne bina edilir bazı yetenekler, usta çırak ilişkisi de etkilidir bunda.”
Oysa Sinirlioğlu diplomat olmayı hiç düşünmemişti.
Memur bir ailenin oğlu olarak 30 Ocak 1956’da Giresun’da doğan Sinirlioğlu, Dışişleri'nin en uzun süre müsteşarlık yapan diplomatlarından biri olsa da Dışişleri Bakanlığı'na meslek memuru olmayı planlamıyordu. Hatta hâlâ kendisini bürokrat olarak tanımlamıyor. Kendi tarifiyle o, “Türkiye için nasıl daha iyi bir gelecek olabilir diye düşünen meraklı biri.”
‘Sınıf birincisi olmasa da, sınıf mümessili’ olan 39 numaralı öğrenci İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası ilişkiler Bölümü’nü bitirdiği gün, Ankara’dan ‘bir daha dönmem’ diye ayrıldı. Akademik kariyer yapmak istiyordu. Boğaziçi Üniversitesi'nde master ve doktora yaptı. Tezi Alman filozof Immanuel Kant’ın insan hakları anlayışı üzerineydi.
Fakat o sırada askeri darbe oldu. “YÖK’ü sevmedim, üniversiteden istifalar da başlamıştı” diye açıklıyor o dönemi.
Dışişleri'ne sınıf arkadaşlarından dört yıl sonra giren Sinirlioğlu, kalıcı olmayı da düşünmemiş Dışişleri Bakanlığı’nda başlangıçta.
Çok Taraflı Kültür İşleri Dairesi'nden sonra, Lahey’deki büyükelçilikte çalışan Sinirlioğlu’nun ikinci yurtdışı görevi, iç savaşın yaşandığı Lübnan oldu. 1988-1990 yılları arasında başkâtip olarak çalıştığı, ‘savaşa rağmen büyüsünü hissettiği, candan insanların kenti’ Beyrut, hayatında önemli izler bıraktı.
Dokuz ay boyunca bir sığınakta çalışma arkadaşlarıyla birlikte yaşadı. Odasına iki kez roket isabet etti. Başka bir roket de arabasıyla geçtiği noktaya, o geçtikten yalnızca birkaç saniye sonra düştü.
O dönemde eşi Ayşe Sinirlioğlu da Suriye Halep’te konsolos olarak görev yapıyordu. Sinirlioğlu eşinin yanına gidebilmek için 36 kontrol noktasını geçmek zorundaydı. Eşi doğum izni aldığında Beyrut’a geldi ve ikinci oğulları savaşın zor koşulları altında Beyrut’ta doğdu.
Sinirlioğlu "Hayatımın en önemli deneyimlerinden biri!" diyor Beyrut günleri için:
“Savaşta test edilmek insanı olgunlaştırıyor. Barışın kıymetini bir kez daha anlamanızı sağlıyor; savaşanların, niye savaştıklarını unuttuğunu görüyorsunuz çünkü.”
Beyrut’tan merkeze, Ankara’ya döndüğünde dünya da büyük bir değişim geçirmeye başlamıştı. Berlin Duvarı yıkılmıştı, Sovyetler Birliği dağılmıştı ve Birinci Körfez Savaşı yeni bitmişti. O günlerde Sinirlioğlu dönemin Dışişleri Müsteşarı Özdem Sanberk’in özel danışmanı olarak, Türkiye’nin bu yeni dünyada karşı karşıya olduğu fırsatları ve riskleri değerlendirerek, Türkiye’nin karar alıcılarına danışmanlık yapan bir grubun içinde yer aldı.
Bu dönemde yazdığı bazı analizler Başbakan Süleyman Demirel’in dikkatini çekti. Demirel daha önce tanışmadığı Sinirlioğlu’nu konuşmalarını yazmaktan sorumlu danışman olarak atadı.
Demirel cumhurbaşkanı olduktan sonra 1996-2000 yılları arasında da Sinirlioğlu’nu dış politika başdanışmanı yapacaktı. Konuşmalarını o dönemde de Sinirlioğlu yazacaktı. Örneğin Demirel’in 1998 yılında Meclis'in açılışında yaptığı ve PKK lideri Öcalan’ı barındırmaya son vermesi için Suriye’ye yönelik tehdit konuşmasını kaleme alan Sinirlioğlu’ydu.
Filistin’de İkinci İntifada başladıktan sonra 2001 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla oluşturulan ve aralarında Demirel’in de bulunduğu Mitchell Komisyonu’nun raporunun yazılmasına katkı sağlaması için Davutoğlu’nu Cumhurbaşkanı'na tavsiye eden isim de Sinirlioğlu’ydu.
Demirel ile biri başbakan, diğeri cumhurbaşkanıyken çalıştığı iki dönemin arasında, 1992’den 1996’ya kadar Sinirlioğlu, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler (BM) Daimi Temsilciliği'nde siyasi müsteşar olarak çalıştı.
New York’ta görev yaparken arkadaş olmaya başladığı gazeteci Cengiz Çandar da Sinirlioğlu’nu ‘Dışişleri'nin o dönemdeki çekingen sayılabilecek algısından farklı bir algıya sahip’ olarak tanımlıyor:
“Dışişleri mensuplarının ortalama bir entelektüelliği vardır. Kolejde dil öğrenmiş, emrinde çalıştıkları büyükelçi meraklıysa, sanata sonradan ilgi duymuş kişilerdir. Ama Feridun farklıdır. Gerçek bir entelektüeldir. Devlet bilinci ve tarih şuuru vardır.”
Annesi Türk, babası Avrupalı, hiç Türk eğitim müfredatından geçmemiş dokuz yaşındaki bir çocuğa, Sinirlioğlu bir 19 Mayıs’ta, “Bugünün önemini biliyor musun?” diye sordu. Biraz düşenen kız çocuğu atladı: “Atatürk, Selanik’e çıktı!”
Başka birini gülümsetebilecek bu cevaptan hiç memnun olmadı Sinirlioğlu, ciddiyetle çocuğa doğrusunu söyledi. Sonra da annesine dönüp, “Yurtdışında yetişen çocuklarda maalesef bu oluyor ama ailelerin dikkat etmesi, çocuklara kendi tarihlerini öğretmesi gerekir” dedi.
Ricciardone de Sinirlioğlu’nun konuşmalarında sık sık tarihe referans verdiğini söylüyor:
“Gündemdeki meseleleri konuşurken benim bildiğimi düşündüğü ya da bilmemi istediği tarihsel durumlara referans verir. Birlikte kitaplardan da konuşuruz.“
Sinirlioğlu’na göre, Batılılaşma süreci bir çeşit yetersizlik duygusunun da içselleştirilmesine neden oldu:
“Biz bunu yapamayız duygusu, ‘zor dönemlerden geçtik aman maceralara heves etmeyelim, bizim haddimize değil' zihniyeti fazla yerleşmiş. Bu duyguyu sarsmak lazım. ‘Onu yaparsak, bize baskı yaparlar.’ Hayır. Kimse bize baskı yapamaz. Herkesle eşit olarak konuşuruz biz.”
Sinirlioğlu’nun yakın dostu Ricciardone’ye göre, onun alçakgönüllü bir tarafı da var:
“Gerçek bir liderlik için yanına yaklaşılabilir olmalısınız. Bu, kültürden kültüre farklılık gösterir. Söylemem icap ederse, Türkiye’de kendilerine çok saygı duyulan, çok güçlü beyefendiler var. Bu Dışişleri Bakanlığı'nda da böyle. Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla, Sinirlioğlu ile birlikte çalışan birçok genç insan var. Onunla çalışmaktan keyif alan, saygıda kusur etmeyen ama düşündüklerini cezalandırılma korkusu olmadan söyleyebilen genç insanlar ki bu etkili bir liderlik için anahtar bir özellik.”
Sinirlioğlu’na göre, Türk diplomasi ekolünde usta-çırak ilişkisi önemli. Fakat usta-çırak ilişkisine verdiği önem, bazen Dışişleri Bakanlığı içinde eleştirilmesine de neden olmuyor değil. Bakanlığı yakından tanıyan bazı kaynaklar, Sinirlioğlu’nun atamalar söz konusu olduğunda, daha önce çalıştığı ve bildiği kişileri tercih ettiğine işaret ediyorlar.
Al Jazeera, Sinirlioğlu’na atamalarda ‘liyakat mi, sadakat mi’ diye sorduğunda şu yanıtı aldı:
“Elbette liyakat. Ama bizim işimizde sadakat da önemlidir. Sadakat derken, amire sadakattan söz etmiyorum. Mesleğe sadakattan, ülkeye sadakattan söz ediyorum. Dışişleri devletin hafızasıdır. Bunlar usta-çırak ilişkisi çerçevesinde şekillenir ve liyakat, kıdem, işe sadakat olmazsa olmaz.”
Al Jazeera, Sinirlioğlu’na, yabancı muhataplarının ve onu yakından tanıyanların işaret ettiği özgüveninin kaynağını sordu:
“Kendimi dünyada aynı işi yaptığım hiç kimseden daha eksik hissetmedim. Maceraperest değilim ama iddialı ve gerçekçi olmanın bir arada olabileceğini düşünürüm. Tarih bilincim var. Uzun bir tarihin, sağlam bir geleneğin taşıyıcısıyım. Türkiye’nin geniş bir etki alanının olduğunun farkındayım. Ve bir şeyi istemenin başarmak için ilk şart olduğunun farkındayım.”
Hem Davutoğlu’nu hem de Sinirlioğlu’nu yakından tanıyanlar, bu iki ismin birlikte çalışmasının temelinde dört yıl arayla aynı okullardan geçmiş olmanın yanı sıra tam da bunların yattığını söylüyorlar; tarihi algılayış biçimleri, iddialı olmaları, Türkiye’nin etki alanının genişliğine olan inançları ve bir gün sınırların anlamsızlaşacağına dair görüşleri.
Sinirlioğlu, Demirel’in danışmanlığından sonra, iki yıl daha Ankara’da kalarak, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Temmuz 2002’de Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi oldu ve 2007’ye kadar bu görevi yürüttü.
Büyükelçiliğindeki ikinci yılında merkezden bir emir geldi: İsrail ve Suriye arasında yapılacak gizli barış görüşmelerinde arabulucu olmak.
Cumhurbaşkanı Demirel’in, metnini Sinirlioğlu’nun kaleme aldığı Suriye’ye yönelik tehdit konuşmasıyla vücut bulan tavır meyvelerini vermiş; Şam, Öcalan’ı topraklarından çıkarmış; Ankara ile de iyi ilişkiler kurmuştu. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed o dönemde, Türkiye’nin Tel Aviv ile olan yakınlığına istinaden İsrail ile barışmak için Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükümetinden yardım istemişti.
Liel’e göre, o zaman İsrail Başbakanı olan Ariel Şaron, görüşmelerin gizli de olsa resmi yapılmasını istemedi ama gayriresmi arabuluculuğa itirazı yoktu. Sinirlioğlu ve Liel süreci başlattı.
“İlk görüşmeyi Feridun’un evinde yaptık. Sonradan görüşmeler resmiyete de döküldü ama bu arabuluculuğun gerçek anlamdaki yürütücüsü hep Feridun oldu. Türkiye’de bir otelin bir odasında İsrail heyeti, bir odasında Suriyeliler varken de arabulucu hep Feridun’du. Hatta Türkiye arabuluculuğu İsviçre’ye bıraktığında bile.”
Gayrıiesmî görüşmelerden bir sonuç çıkmadı ama Ehud Olmert’in 2006’da İsrail Başbakanı olmasından sonra gizli görüşmeler, resmiyet kazandı. Davutoğlu süreç için Suriye’ye gidip gelirken, Sinirlioğlu da görüşmelerin İsrail ayağını yürüttü.
2008’de İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in bir Türkiye ziyareti sırasında, Suriye ile doğrudan görüşmelere başlama kararı alınmak üzereyken, İsrail, Gazze’ye yönelik bir operasyon başlattı ve süreç çöktü.
Sinirlioğlu o dönemi, “Ortadoğu’da barışa en çok yaklaşılan dönem” olarak tanımlıyor, bunu İsrailli muhataplarına da söylemiş:
“Tarih bambaşka bir şekilde yazılırdı.”
Liel’e göre de Sinirlioğlu’nun başlattığı süreç sonuca ulaşsaydı, belki de bugün çok farklı bir Ortadoğu olacaktı, belki de Suriye şimdiki gibi iç savaşa sürüklenmeyecekti.
Sinirlioğlu’nun bazı görüşmelerinin içeriği 2010’da Wikileaks belgelerinin bir parçası olarak yayınlandı. ABD’nin sızan diplomatik belgelerinde, Sinirlioğlu’nun adı sıklıkla geçti. Ancak ona göre, “Türk diplomasi ekolü içeride ne söylüyorsa, dışarıda da onu söyler.”
Sinirlioğlu’nun yürüttüğü tek gizli görüşme İsrail-Suriye arasındaki arabulucuk değildi. Ermenistan ile Türkiye arasında İsviçre’nin arabuluculuğunda yapılan, Ankara-Erivan ilişkilerinin normalleştirilmesini öngören ve 2009’da imzalanan Zürih Protokolleri müzakereleri de gizliydi; o süreci, bir önceki müsteşar Ertuğrul Apakan başlatmış, Sinirlioğlu tamamlamıştı.
2014 Şubat ayında iki toplum liderinin görüşmesiyle Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde tekrar başlayan Kıbrıs müzakereleri sürecinin olgunluğa erişmesi de zaman aldı ve bu süreçte de gizli diplomasi yürütüldü. Bu gizli diplomasiyi yürüten de Sinirlioğlu’ydu.
Çandar’a göre, Sinirlioğlu kendisine de ‘kapalı’ biri.
“O kadar kapalıdır ki, bazen iç konuşma yapıp yapmadığından bile şüpheleniyorum. Duygularını paylaşan biri değildir. Ben onun hissettiklerini, uzun süreden beri tanışmanın da etkisiyle, gözlerindeki bir ışıktan, yüzündeki bir gölgeden anlarım.”
Sinirlioğlu Al Jazeera'nin 'bu kadar kapalı mısınız?’ sorusuna hafif bir tebessümle ‘olur mu öyle şey’ yanıtını verdi.
Onu yakından tanıyanlara göre, ‘olur mu öyle şey’ Sinirlioğlu’nun kalıplaşmış ifadelerinden biri, bir de Türkiye’nin dış politikasına yönelik başka bir ülkeden eleştiri geldiğinde sarf ettiği ‘Saçmalamasınlar...’
Ricciardone ise arkadaşının başka bir özelliğine işaret etti:
“Bunu dışarıda çok gösterir mi bilmiyorum tabii, ama espri anlayışı vardır Sinirlioğlu’nun. İşi söz konusu olduğunda kesinlikle serttir ama entelektüel olmaktan kaynaklanan bir özelliğidir, meselelerin ironik tarafını da görebilen ve bunun üzerine espri yapabilen biridir. Bunu diplomaside de etkin bir biçimde kullandığı olur.”
Sinirlioğlu ve Davutoğlu’nun Ortadoğu konulu çeşitli konferanslarda başlayan tanışıklığı, zaman ilerledikçe özellikle Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında arabulucuk ettiği dönemde pekişti. O yıllarda Davutoğlu da Başbakan Erdoğan’ın danışmanıydı. Davutoğlu’nun 1 Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanı olmasının ardından Ağustos ayında da Sinirlioğlu, İkili Siyasi İşler Müsteşar Yardımcılığı'ndan Müsteşarlığa atandı.
Cengiz Çandar’a göre, Sinirlioğlu, hızla değişen Türkiye’nin dış politika tutumu da hızla değişirken müsteşar oldu.
“Türkiye’nin dış politikasında ideolojik tonların kuvvetli olduğu bir dönemde, dış politikaya en büyük övgülerin de, en büyük eleştirilerin de yapıldığı bir dönemde, bambaşka bir kültürel arka plana sahipken müsteşar oldu. O arka planda, kariyer diplomatı olma, Demirel ile birlikte çalışmanın getirdiği reel politikanın acımasızlığının farkında olma, hafif solcu bir ton ve Dışişleri'nin geleneksel yapısını savunma var.”
Al Jazeera’nin konuştuğu, daha önce Dışişleri Bakanlığı'nda en üst makamlarda çalışmış, Sinirlioğlu’nu tanıyan bazı kaynaklar da onun, Dışişleri’nin geleneksel yapısını yeteri kadar savunmadığını düşünüyor. Örneğin dışarıdan büyükelçi atanması gibi konularda ‘direnmediğini’ ve Dışişleri Bakanlığı'nın yapısının ‘bozulmasına’ izin verdiğini söylüyorlar. Onlara göre, kararları siyasetçiler alsa da Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin birikiminin daha fazla kullanılması gerekirdi ancak Sinirlioğlu bu konuda kendisinden beklenen ağırlığı ortaya koymadı.
Sinirlioğlu ise geleneğin ‘değişim ve süreklilik’ içerdiğini düşünüyor:
“Değişim her şeyi sıfırlamak da değildir. Türkiye de sürekli değişim içinde. Ama dünya da değişti. Yirmi sene önce cep telefonu yoktu. Artık ülkenizi temsil etmek için bir yerde olmanız da gerekmiyor. Bilgi toplama araçları değişti. Türkiye dünya ekonomisinde önemli bir yere sahip. THY her yere uçuyor. Biz bir yere gitmeden işadamlarımız zaten orada oluyor. Bu imkânlar yirmi yıl önce yoktu. Dolayısıyla Bakanlık da bu yeni duruma göre bir değişim geçirdi.”
Ricciardone’ye göre de, Türkiye’de ilk görev yaptığı 1990’ların ortasına göre Türk Dışişleri bir değişim geçirdi:
“Benim görev yaptığım ilk dönemde terörle mücadele, kanunların uygulanması, ulusal güvenlik ve istihbarat gibi alanlarda koordinasyonu Milli Güvenlik Kurulu sağlarken, şimdi gördüğüm artık bu konuların ağırlıklı olarak Dışişleri Bakanlığı’nın koordinasyonunda yapılıyor olması. Bu değişimde Davutoğlu’nun etkisi var ama kurumlar arası bu koordinasyonun etkin yürütülmesini de Sinirlioğlu sağlıyor.”
Sinirlioğlu’nun özelliklerinden biri de, arkadaş çevresini yalnızca meslektaşlarıyla sınırlı tutmaması; akademiden, iş dünyasından, gazetecilerden yakın arkadaşları var. Ancak Çandar son zamanlarda Sinirlioğlu’nu çok sık görmediğini söylüyor. Bugünlerdeki Türk dış politikası ile hemfikir olmadığından ve konu ister istemez oraya geleceğinden... “Gerek yok, biz Feridun ile sonra kaldığımız yerden devam ederiz”diyor ve gazeteciliğinde Dışişleri Bakanlığı'na en uzak olduğu dönem olarak tanımlıyor bu dönemi.
Sinirlioğlu'yla en son İstanbul’da Ağustos 2013’te, Roger Waters’ın ‘The Wall’ konserinde karşılaşıp ayaküstü konuşmuşlar:
“Bütün kapalılığına rağmen Feridun’un kırılgan, hassas bir yapısı da vardır. Fakat üstlendiği işler bu kırılganlığa müsait işler değil. O yüzden de kapalı, basına uzak götürüyor çalışmalarını. Zaten soyadı da manşetlere sığacak türden değil. Dolayısıyla Feridun kendisini kendisiyle bile paylaşmayan etkili bir müsteşar oldu. Kendisini ve Bakanlığı heder etmeden, iktidarın dış politikasına uyum sağlamak, bu dönüşümü gerçekleştirmek için çalıştı. Hatta belki de son dönemlerde yapılan değişiklikler söz konusu olduğunda, Feridun’un müsteşar olmasının hasar kontrolü sağladığını söyleyenler de olabilir.”
Ricciardone’ye göre, herhangi bir siyasal kurumun ikincisi olanlar, işleri asıl yürütenler ve ‘trenlerin zamanında hareket etmesini sağlayanlar’:
“İşlerin yürütülmesini sağlayan insanların, fikir insanı, çok şey bilen, pratik, zeki, organize, insan kaynağından zamana kadar her türlü kaynağı iyi yönetebilen kişiler olması gerekir. Bunu da siyasi meselelerin büyüsüne kapılmış insanlar değil, süreci iyi bilen insanlar başarır. Sinirlioğlu’nun müsteşarlığı böyle.”
Siyaseti geleceği şekillendirme işi olarak gören, bu nedenle de gençlerin siyasete öncülük etmesi gerektiğini, siyasetin emekli meşgalesi olmadığını düşünen Sinirlioğlu, ileride aktif siyasete girmeyi planlamıyor. Dışişleri’ndeki görevinden sonra akademi dünyasına geri dönmeyi düşünen Sinirlioğlu, Al Jazeera’nin sorduğu ‘İleride sizin müsteşarlığınız sizce nasıl anılacak’ sorusuna, “Bunu tarihçilere bırakmak gerek,” yanıtını verdi ama yine de ‘not etti’:
“Müsteşarlığım döneminde yaptığım bütün işlerin ve aldığım bütün sorumlulukların hesabını veririm.”
© Tüm hakları saklıdır.