T24 - Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün görev süresi tartışılırken Milliyet gazetesi yazarı Devrim Sevimay, Fransa Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Jean Marcou ile görüştü. Marcou, "maçın kuralları 90'ıncı dakikada değişmez, Gül'ün görev süresi 7 yıldır" dedi.
Devrim Sevimay'ın Milliyet gazetesinde "Yedi yıllığına seçilmiş biri zaten yedi yıl görev yapar" başlığıyla yayımlanan (22 Şubat 2010) yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresinin yedi yıl olduğunu savunanların en önemli dayanağı Eski Fransa Cumhurbaşkanı Chirac. 1995’te seçilen Jacques Chirac henüz beşinci yılındayken cumhurbaşkanlığı süresi yediden beş yıla indirilmiş, ancak Chirac yedi yıl bitene kadar cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmaya devam etmiş, hatta 2002’de yapılan ilk beş yıllık seçimde tekrar aday olup ikinci kez aynı göreve getirilmişti.
Şimdi bu örneğe bakanlar “Chirac’la aynı durumu yaşayan Gül’ün de görev süresi elbette yedi yıl. Tartışacak bir şey yok!” diyorlar. Oysa sebebi niyete bağlı olsa da sonuçta böyle bir tartışma var. Ve Türkiye’de şu an her ne tartışılıyorsa aslında menzili 2012.
Dolayısıyla Chirac örneğini ve Gül’ün durumunu açıklığa kavuşturmakta fayda büyük. Biz bunu bu hafta “Türkiye’yi en iyi tanıyan Fransızlardan biri” olarak gösterilen anayasa hukukçusu Prof. Jean Marcou’yla yapmaya çalıştık:
Chirac’ın beş yıl mı yoksa yedi yıl görevde kalacağı tartışması Fransa’da nasıl yaşandı? Acaba Chirac mı iyi pazarlık yaptı ya da zaten hukuk bunu mu gerektiriyordu veya Fransa’daki devlet geleneği mi böyle?Cumhurbaşkanlarının görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi meselesi Fransa’da uzun yıllar önce de gündeme gelmişti. Ancak Chirac 1999’da kendiliğinden çıktı ve bunu kabul etmeyeceğini, en azından kendisinin görevine sonuna kadar devam etmek istediğini söyledi. O dönem Fransa’da bir kohabitasyon (cohabitation) vardı; yani cumhurbaşkanı sağ partiden Chirac, başbakan sol partiden Jospin’di. Chirac’ın bu açıklaması üzerine 2000 yılında eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing (Avrupa Anayasası’nın da baş mimarı) destek aramak için Jospin’e gitti.
Jospin, “Tamam ben değişikliğe varım, ama Chirac kabul ederse” dedi. Chirac da yedi yıl görevde kalması şartıyla bunu kabul etti, ancak Giscard d’Estaing’in “bir kişinin sınırsız defa aday olabilmesinin yasaklanması” önerisini reddetti. Böylece Fransa’da şu tek maddelik değişiklik referandumda oylanıp 2000’de yasalaştı: “Cumhurbaşkanı beş yıllık süre için genel oyla seçilir.”
Chirac’ın görev süresini yedi yılda tamamlayacağına dair bir yürürlük maddesi konmadı mı?Hayır, buna gerek yoktu ki. Kamu hukukunda reformlar geleceğe etki eden sonuçlar doğurur, ama geçmişe dönük olmazlar. Biz buna hukukta “yasaların geriye yürümezliği ilkesi” diyoruz. Şayet kendisinin görev süresi beş yıl yapılmak istenseydi, ancak o zaman bunun spesifik bir geçici hükümle yapılması gerekirdi. Bu şekilde özel bir kural yoksa her zaman genel kural uygulanır. Yedi yıllığına seçilmiş biri zaten yedi yıl görev yapar.
Geriye yürümezlik ilkesiBu sizce bir tür “kazanılmış hak” mıdır?Bir konudan “kazanılmış hak” olarak bahsedebilmemiz için orada mülkiyet hakkının da olması gerekir. Oysa bir cumhurbaşkanı kendi görev süresinin maliki değildir. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı süresi için kazanılmış haktan bahsedemeyiz. Ama bu sizi yanıltmasın. Çünkü burada bizim konuyu alacağımız kriter cumhurbaşkanlığının kazanılmış hak olup olmadığı değil, “yasaların geriye yürümezlik esası”dır. Bu esas aynı zamanda “hukuki güvenlik ilkesi”ne de dayanır. Yani kişiler bir göreve geldikleri zaman o göreve bağlı sonuçların neler olabileceğini bilecek durumda olmalılardır. Bu da nasıl olur? Kişi bir göreve geldiği zaman kendisine yürürlükte olan kuralın uygulanmasıyla olur.
Sizce bir cumhurbaşkanı “kişi” olarak mı ele alınmalıdır yoksa kamu hukukunun içerisindeki bir statü olarak mı değerlendirilmelidir?Cumhurbaşkanlığı elbette kamu hukuku içindeki bir statüdür, ama zaten bu geriye yürümezlik ilkesi de özel hukuktan daha fazla kamu hukuku için geçerlidir. Örneğin bir kişi bir fiil işlemiş. O fiili işlediği zaman yürürlükte olan hukuk onu suç olarak tanımlamamış, ama iki yıl sonra bir kanun çıkmış ve o fiil suç kapsamına girmiş. Bu durumda o kişi o fiilden dolayı mahkûm edilebilir mi; edilemez. Ceza hukuku da kamu hukukunun bir dalıdır ve gördüğünüz gibi yasanın geriye yürümezlik ilkesi kamuda çok önemlidir.
Fransa’da uzlaşma sağlanmıştıPeki Chirac’ın görev süresiyle ilgili Fransa’da hiç mi bir tartışma yaşanmadı?Fransa’yla Türkiye arasında temel fark, yani Türkiye’de bu konuda soru işaretlerinin doğmasına neden olan sebep şu: Fransa’da söz konusu yasa değişikliği yapılmadan önce Cumhurbaşkanı Chirac, Başbakan Jospin ve Giscard d’Estaing arasında zaten bir uzlaşma sağlamıştı. Flu bir alan kalmamıştı. Türkiye’de ise 2007 anayasa değişikliği çok kutuplaşmış ve kavgalı bir ortamda gerçekleştirildi. Bu reform yapılırken düşünülerek, ölçüp biçilerek, hedefler belirlenerek karar verilmedi; Gül’ün adaylığına karşı oluşan blokaja ve Anayasa Mahkemesi kararına karşı bir silah olarak kullanıldı. Oysa normalde anayasa değişiklikleri daha uzlaşmacı ortamlarda yapılır. Çünkü kriz ortamında yapılınca sonuçları da ne yazık ki böyle tartışılır oluyor.
Fransa’daki tartışmanın önünü kesen asıl hangisi oldu; uzlaşma sağlanması mı, yoksa hukukun geriye yürümezlik ilkesi mi?İkisi de aynı ağırlıktaydı. Yani uzlaşma sağlanmasaydı da bu genel hukuk kuralı uygulanırdı. Ama öte yandan değişiklik Chirac’ın görev süresinin beşinci yılında yapılmasına karşın hiç kimse bunu dillendirmedi, kimse bunu tartışmaya açmadı. Çünkü uzlaşmışlardı.
Peki bu uzlaşma bir jest, Chirac’a yapılmış bir iyilik gibi miydi?Hayır, bu tamamen hukukun uygulanmasıydı ve kimse kimseye iyilik yapıyor değildi.
Chirac örneğinden yola çıkarak sizce genel hukuk kuralları Cumhurbaşkanı Gül için ne diyor?Gül’ün görev süresi yedi yıl ve tekrar aday olamaz. Zira Gül için yeni hüküm değil, eski 101’inci madde uygulanacak. Chirac ikinci kez seçilmişti, ama 2002 yılında Fransa’da cumhurbaşkanlığı adaylığı zaten sınırsızdı. 2008’de 5+5 kuralı getirildikten sonra bu değişiklik yapılsaydı Chirac da bir daha aday olamazdı. Dolayısıyla şimdi Gül de olamaz.
90’ıncı dakikada maçın kuralı değişmez
Siz Gül’ün durumunu ucu açık görmüyorsunuz, ancak ya Yüksek Seçim Kurulu (YSK) 29 Haziran 2012’de seçim startı verirse?
Bence bu konuda bir kuruma bir an önce hukuki bir görüş sorulmalı; seçimi ne zaman yapmak lazım? Bu soruyu sormak için sonuna kadar beklemek yanlış, çünkü bu problemin en kısa sürede çözülmesi lazım. Aksi takdirde siyasal ortam iyice gerilecek. Seçime ilişkin belirsizliğin kamuoyu tartışmasını istikrarsızlaştırma ihtimali var.
Sizce bunun sorulacağı kurum YSK mı?
Bana göre değil. Fransa’da olsa bu soru Danıştay’a veya Anayasa Mahkemesi’ne sorulurdu. Ama tabii Türkiye’yi bilen bir uzman olarak bu her iki kurumun da kutuplaşmanın parçası olarak göründüğünü, dolayısıyla verdikleri kararla gerilimi azaltmak yerine tam tersine artırabileceklerini de düşünüyorum.
Peki madem hukuki açıdan zaten yedi yıl, o zaman sizce ille de sormaya gerek var mı?
Ama şu an sorun hukuki değil ki, siyasi. Siyasi meşruluk için de sanırım bunun bir karara bağlanması gerekiyor.
Başbakan geçen 9 Haziran’da katıldığı bir TV programında “Biz hazırlığımızı beş yıla göre yapıyoruz” dedi. Ancak en son sorulduğunda adres olarak YSK’yı gösterdi.
Politikacılar hep sık fikir değiştirir, ama bana sorarsanız bence YSK’yı adres olarak göstermek garip. YSK sadece pratik, teknik meseleleri düzenler. Böyle önemli bir konuda karar verme yetkisi YSK’da olmamalı.
Diyelim ki YSK 2012’de seçim yapıyorum dedi; sizce bu Gül’ün görevden uzaklaştırıldığı anlamına gelir mi? Bir Ak Partili bu yorumda bulundu...
Öncelikli olarak kamu hukukunun genel ilkelerinin uygulanması gerekir, ancak siyasal yaşam, siyasi menfaatleri tatmin etmeye yönelik hukuki yorumlara da bizi alıştırdı. Dolayısıyla sırf başka bir adayın ortaya çıkmasına izin vermek için Gül’ün görev süresini 2012’de sona erdirmeye yönelik yorum da bu tür bir yorum olur. Çünkü bu aslında 90’ıncı dakikada kuralları değiştirmek gibi bir şeydir. Ama zaten sürekli yorum hakkı olan bir hakeme bir de kuralı değiştirme yetkisi tanırsanız bir daha hiçbir futbol maçı oynanmaz hale gelir.
Siz Gül’ün yerinde olsanız herhangi bir hamlede bulunur muydunuz?
Direkt kendisinin YSK’ya veya Anayasa Mahkemesi’ne başvurup, bu konuda ne düşündüklerini sorma yetkisi var mı bilemiyorum, ama doğrusu ben olsaydım görev süremin yedi yıl olduğunu tespit etmeleri için bir uzman komisyonu oluştururdum.
Peki ya Başbakan olsanız?
Erdoğan siyasi iktidarı nasıl kullanacağını ve nasıl ciddi bir siyasi gücü olduğunu çok iyi biliyor. Kendisi bundan sonraki aylarda durumu yönetirken sanırım gücünü bu siyasi meşruluğa dayandıracak ve kararını 2011 seçimlerine göre verecektir. O zamana kadar belirsizliği kullanacaktır.
Ama inanın Avrupalı bir politikacı olsa büyük bir olasılıkla o da böyle yapardı. Çünkü bütün siyasi adamlar ya belirsizlikten yararlanırlar ya da belirsizliğin kurbanı olurlar.
Halk kohabitasyonu seviyor
Sizce cumhurbaşkanlarının görev süresinin yediden beşe inmesi iyi bir fikir miymiş; Fransa memnun mu?
Bence kesinlikle iyi oldu, çünkü yedi yıl uzun bir süre. Normalde bir parlamento süresinin dört ya da beş yıl olduğunu düşünürsek cumhurbaşkanının yedi yıl orada oturması kohabitasyon olasılığını artıyor. O zaman da genellikle kriz çıkıyor ve kurumların çalışması güçleşiyor.
Ama kohabitasyon dönemleri de güçlerin birbirlerini denetlemeleri ya da en azından zirvede bir yoğunlaşma olmaması açısından avantaj sayılmaz mı?
Tabii, zaten o yüzden de kohabitasyon dönemleri bir nevi sizdeki gibi parlamenter rejime dönüş gibi yaşanıyor. Yani nedir parlamenter rejim? Yöneten bir başbakan ve bilge adam konumunda, sembolik yetkilere sahip bir cumhurbaşkanı. Fransa’da yarı başkanlık sistemi olmasına rağmen kohabitasyon oldu mu kendiliğinden bu formüle geri dönülüyor. Mesela Chirac-Jospin dönemi böyleydi. Fakat o zaman da “aradaki o iki yıl bir an önce bitse de şu cumhurbaşkanı gitse” diye bir beklenti doğuyor. Çünkü böyle dönemler kurumlar kötü işlemeye başlıyor. Ama öte yandan halka sorarsanız, halk kohabitasyonları seviyor. Cumhurbaşkanıyla başbakanı çatışır görmek halkın hoşuna gidiyor.
Sistemin değişip değişmeyeceğini seçilen kişi belirler
Türkiye’deki gibi yetkileri çok sınırlı olan bir cumhurbaşkanını halka seçtirmek parlamenter rejimin yavaş yavaş yarı başkanlığa evrilmesine neden olur mu sizce?
Finlandiya, Avusturya, İrlanda, Portekiz, hatta anayasasını yeni yapan bazı Doğu Avrupa ülkelerinde cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyor, ama oralarda rejim parlamenter rejim olarak kalıyor. Sonuçta yine cumhurbaşkanı bir hakem olarak kalıyor ve kesinlikle yürütmenin lideri haline gelmiyor.
Yalnız Türkiye’nin nüfusu, sorunları, yaşadığı kutuplaşma çok farklı değil mi?
Yine de bence cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi onu başkanlaştıracak asıl neden olmaz. Bence daha önemli neden seçilen cumhurbaşkanının şahsiyetidir. Mesela Fransa’nın yarı başkanlık sisteminden başkanlık sistemine evrilmesinin en önemli nedeni Beşinci Cumhuriyet’e geçtikten sonraki ilk cumhurbaşkanının De Gaulle gibi bir şahsiyet olmasıdır. De Gaulle, 1958 Anayasası’nı o kadar “başkancı” bir biçimde okumuştur ki, baskın devlet adamı kişiliği sayesinde sistem kendiliğinden başkanlığa dönüşmüştür. Açık bir şekilde “güçlü cumhurbaşkanı gömleği”ni giymiş ve kendinden sonra gelenler farklı görüşlerde cumhurbaşkanları olsalar bile onlar da bu gömleği çıkarmamışlardır.
Türkiye için öngörünüz nedir?
Bence Türkiye’de her şey halk tarafından seçilecek ilk cumhurbaşkanının kim olduğuna bağlı. Şayet devlet başkanı karizması başbakanınkinden daha yüksek olan bir şahsiyet seçilirse o kişi başkan gibi de davranabilir ya da sadece bilge bir cumhurbaşkanı olarak kalmayı da tercih edebilir. Bu tamamen o kişinin şahsiyetine kalmış.
Çok önemli bir şey söylüyorsunuz şu anda.
Evet, çünkü Turgut Özal’ın ilk cumhurbaşkanı olduğu dönemi bir hatırlayın. Mesut Yılmaz, Özal’a karşı kısmen de olsa başbakanlık pozisyonunu koruyordu, ama Aktuna dönemi tamamen güçlü bir cumhurbaşkanı dönemiydi. Bir de o cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiğini düşünecek olursanız ben size bir soru sorayım: Mesela Vecdi Gönül-Tayyip Erdoğan ikilisi durumunda gerçek iktidar kim olur?
Gerçekten soruyor musunuz bu soruyu?(Gülüyor)
Peki ben de size şunu sorayım; Gül halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı, başbakan da yine Erdoğan olsa, sizce o ikilide De Gaulle kim olur?
O durumda yine parlamenter rejim kalır. (Gülüyor) Ben Türkiye’yi gayet iyi tanıyorum.
O zaman son olarak şu olasılığı sorayım: Cumhurbaşkanı Baykal, Başbakan Erdoğan?
Kesinlikle kohabitasyon. Aynı 2002-2007 arasındaki Sezer-Erdoğan ilişkisi gibi bir durum ortaya çıkar. Hatta çok daha dalgalısı olur. Tıpkı zorla yapılmış bir evlilik gibi. Ama halk bu görüntüden hoşlanır mı derseniz, hoşlanır. Fransa’daki kamuoyu araştırmalarına baktığımda orada da görüyorum ki, seçmenin içinde özellikle kohabitasyon çıkacak şekilde oy kullanmayı tercih eden ciddi bir kesim var. Çünkü halk tek bir kişide yetki yoğunlaşmasını sevmiyor. Şu an olduğu gibi... Mesela Fransa’da bir başbakanın olduğunu bilmeyen pek çok Türk öğrencim var, çünkü hep gördükleri figür Sarkozy.
Peki Fransa’da güçlü bir basın özgürlüğü, güçlü bir yargı, güçlü bölge yönetimleri var, buna rağmen neden güç Sarkozy’de yoğunlaşıyor?
Çünkü Sarkozy de yarı başkanlıktan başkanlığa doğru evrilmek istiyor, ama bizde başkanlık sisteminin frenleyici kurumları olmadığı için bu eğilim yasamanın da, yürütmenin de, cumhurbaşkanlığının da tek bir kişide toplanmasına neden oluyor. Dolayısıyla bir Fransa Cumhurbaşkanı, aslında bir Amerikan başkanından çok daha güçlüdür, çünkü istediği reformları gerçekleştirmesine, istediği bütçeyi hazırlamasına ve Fransa’yı istediği gibi yönetmesine imkân tanıyacak gerçek bir çoğunluk blokunu (cumhurbaşkanlığı, bakanlar kurulu ve meclis çoğunluğu) elinde bulundurmaktadır.
O halde rejimlerde fren sistemleri kurulmadan bir geçiş yaşanırsa vites otomatik olarak kendini bir nevi “krallığa” geçiriyor denebilir mi?
Tabii, “krallık” ifadesi kullanılabilir. Zaten Fransa için de şu an “cumhuriyetçi bir monarşi” deniyor ve aslında bizler Beşinci Cumhuriyet’in parlamenter rejime özgü unsurlarının, özellikle de başbakanlık işlevinin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında da bir ülkede basın özgürlüğünün ve yargı bağımsızlığının bulunması çok önemli iki denge aracıdır. Tabii bir de “yurttaşa yakın demokrasi” anlayışı. Yani adem-i merkeziyetçilik. Şu anda tepede sağcı bir iktidar var ama 22 bölgenin yüzde 80’i solun elinde. Bu da belli bir denetim mekanizması getiriyor. O nedenle Türkiye’de mahalli seçimlerin de giderek çok daha fazla önem kazanacağına emin olabilirsiniz.
‘Karım bir Ottoman’
Prof. Dr. Jean Marcou 1955 Fransa doğumlu. Grenoble Üniversitesi’nde hukuk okudu. Halen aynı üniversitede öğretim üyesi. Türkiye’ye ilk 1975-76 yıllarında öğrenci olarak geldi. 1988-1992 yılları arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümünün kurucularından biri oldu. O tarihten itibaren Türkiye’nin siyasal ve anayasal sistemi üzerine çalışmalar yaptı. Fransa ve Avrupa Komisyonu’nda “Türkiye uzmanı” sıfatıyla görüşlerine başvurulan Marcou 2000-2006 yılları arasında Mısır Kahire Üniversitesi’nde çalıştı. 2006’dan bu yana İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nde uzman olarak araştırmalar yapan Marcou’nun Karadeniz ve Güneydoğu dahil, Türkiye’nin gezmediği hiçbir yeri kalmamış. Dört çocuk, iki torun sahibi. “Bir Osmanlı” dediği Fransız eşinin büyükannesi Selanik, büyükbabası Manisalı.