Gündem

Çongar: MİT, sahte isimlerle dinlediği Taraf'tan ne istedi?

Önce “kişisel” meselemize dair birkaç söz etmek, Milli İstihbarat Teşkilatı ile aramızda geçen diyalogu aktarmak istiyorum.

10 Şubat 2012 18:34

Yasemin Çongar
(Taraf - 10 Şubat 2012)



MİT’le konuşmamız ve Ankara’da darbe havası


Önce “kişisel” meselemize dair birkaç söz etmek, Milli İstihbarat Teşkilatı ile aramızda geçen diyalogu aktarmak istiyorum. Mehmet Baransu önceki akşam, bir süredir kendisini takip eden MİT ajanlarını Emniyet’in yakalaması üzerine, müşteki olarak polise ifade verirken Ahmet Altan’a telefon etti; bizim gazetenin yönetici ve yazarlarının MİT tarafından dinlediğini, ifadesi biter bitmez bunun belgesini gazeteye getireceğini söyledi. Baransu’dan telefonları dinlenenlerin isimlerini aldıktan sonra, MİT’i aradım; son dönemde iletişime daha açık olma özeni gösteren teşkilatın Basın Müşaviri Şenol Baltacıoğlu’na, “Baransu’nun peşindekilerin MİT elemanı oldukları doğru mu” diye sordum.

 

Cevap: “Evet, bizden olduklarını tahmin ediyorum ama başka bir çalışma için bölgede bulunuyorlardı.”

 

“Peki” dedim, “bizi dinliyor musunuz? MİT’in Ahmet Altan, Mehmet Altan, Markar Esayan, Amberin Zaman ve benim telefonlarımı dinlettiği doğru mu?” Baltacıoğlu bu kez, MİT’in yasadışı dinleme yapmasının teknik ve hukuki açıdan mümkün olmadığını söyledi; dinleme için gerekli koşulların oluşması halinde “hedef kişilere ait” telefonlar için mahkeme kararı talep edildiğini vurguladı ve “MİT olarak, gazeteciler bizim için hedef kişi değildir. Kanun kimin hedef kişi olduğunu belirler. Casuslukla ilgili faaliyeti olmayan bir insan, MİT tarafından dinlenmez” dedi.

 

Ben bu kez, “Saydığım bu isimler için alınmış bir mahkeme kararı var mı” diye sordum; çok net bir ifadeyle, “Hayır, yok” dedi. Telefonu, konuyu belgeler üzerinden yeniden konuşmak üzere kapattık.

 

Baransu, ilgili mahkeme kararlarını getirdiğinde, Baltacıoğlu’nu tekrar aradım; onun ricası üzerine, kararlardan bir-iki örneği MİT karargâhına ilettim; iletirken de, kurumun şu iki sorumuzu cevaplamasını istedim:

 

“Bir: MİT İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün 2008 ve sonrasında bizler hakkında dinleme kararı aldırması, MİT Müsteşarı’nın bilgisi ve onayı dahilinde mi gerçekleşti? İki: Adıyla, sanıyla, imzasıyla açık gazetecilik yapan kişiler hakkında ‘suç işlenmesini önleme’ ve ‘terör faaliyeti’ gerekçesiyle ve gerçek kimliklerimiz mahkemeden gizlenmek suretiyle, MİT tarafından dinleme kararı aldırılmasını hukuken ve ahlaken nasıl açıklıyorsunuz?”

 

MİT Basın Müşaviri sağolsun, belgeler karargâhta incelendikten sonra aradı ve aynen şöyle dedi: “Bu konuda bir açıklamamız olmayacak. Ama sizden ricamız, bu belgelerin Emniyet tarafından gazeteye ulaştırıldığını da haberinizde yazmanız.”

 

Baltacıoğlu’nun bu tuhaf ricası, “devletteki kapışma” konusunda çok şey anlatıyordu aslında; ricanın çıkış noktasında ise belgeleri getiren Baransu’nun Emniyet’te ifade vermekten geliyor olması vardı sanırım. Baltacıoğlu’na, “Baransu, kaynağını açıklamak isterse, bunu haberine yazar”dedim. Konuyu Baransu’ya aktarınca, haber kaynağının Emniyet değil, bizzat karar sahibi mahkemeler olduğunu söyledi. Baransu dün de yeni belgelere ulaştı; bugün okuyacağınız üzere, kendisiyle ilgili, yine MİT’in talebiyle ve yine sahte isimlerle alınmış dinleme kararlarını haberleştirdi.

 

Bizim, Taraf yazarları olarak bugün savcılığa taşıyacağımız “sahte isimle dinleme” rezaleti, devlet eliyle yapılan hukuksuzluğun boyutunu göstermesi açısından önemli. MİT’in bu dinlemelerin hesabını adalet önünde vermesi gerekiyor.

 

Ancak meselenin “siyasi” bir yönü de var. Baransu’nun peşine ajan takan, yazarları Arapça isimler ve kod adlarıyla dinleten MİT, aynı zamanda bugün, devletteki büyük kapışmanın da tarafı; bu öyle bir kapışma ki, geçmişi günahlarla dolu olan ve maalesef hiç dokunulamayan Milli İstihbarat Teşkilatı, bugün, tarihi boyunca yaptığı belki de en hayırlı işlerden biri için “sanık” sandalyesine oturtulmak isteniyor.

 

MİT-PKK görüşmelerinin ya da KCK içine sızdığı iddia edilen MİT ajanlarının faaliyetlerinin “suç”içerip içermediğini, şiddeti teşvik edip etmediğini ya da öne sürüldüğü gibi, bazı PKK eylemlerinde insanların ölmesinden bizzat MİT personelinin sorumlu olup olmadığını bilmiyorum. Böyle bir ihtimal varsa, elbette gerekli adlî süreç bütün sorumlular için işlemelidir.

 

Ama MİT Müsteşarı Hakan Fidan, selefi Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i, devletin kurumlararası işbirliği çerçevesinde alıp uyguladığı kararlarda “icracı” oldukları için “şüpheli”konumuna düşürmek kabul edilebilir bir şey değil.

 

Hele hele bunun, devlet içinde köşe kapmak, güvenlik bürokrasisinin bütün kilit noktalarını tutmak ve bu alandaki kararları, özelde de Kürt politikasının gidişatını tekeline almak amaçlı bir bürokratik ittifak tarafından “operasyonel” bir mantık ve “rövanşist” bir ruhla planlanıp uygulanması, en hafif deyimiyle bir Bizans entrikasıdır. Ayakta kalmaya devam etmek isteyen bir devlet, kendi içinde böyle entrikacı bir “devletçik” yaşatamaz; siyasi iktidar, kurumlar arasında olağan rekabet ve nüfuz yarışının ötesine geçen böyle bir cephe savaşına, bir tekel kurma çabasına izin veremez.

 

MİT Müsteşarı Fidan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ve Başsavcıvekili’nin –ve seçilmiş hükümetin– bîhaber olduğu bir süreçte kendisine yapılan ifade çağrısına uymadı, hukuken doğru davrandı. Başbakan da, bürokratına sahip çıkmakla siyaseten doğru olanı yaptı.

 

Ama bu keyfiyet, MİT karşıtı kampanya vesilesiyle ortaya dökülen Oslo kayıtlarının ve PKK ile varıldığı anlaşılan mutabakat zaptının, birer suç belgesi gibi havada sallanmasının yaratacağı büyük tahribatı gidermeyecektir.

 

Zira örgütle masaya oturarak silahların susması için anlaşma zemini arayan devlet de, doğru olanı yapmayı denemiş, ancak gerek kendi yetersizlikleri, gerek örgütün basiretsizliği ve —en önemlisi— her iki taraftan da süreci sabote etmek isteyenlerin kumpasları sayesinde başarısız olmuştur. Eğer başarılı olsaydı, Oslo sürecinde çok yaklaşıldığı anlaşılan “ateşkes” ve “silah bıraktırma” anlaşmaları imzalanıp uygulanabilseydi, bugün bunu sağlayan siyasetçi ve bürokratlardan “barışın kahramanları” olarak söz ediyor olabilirdik. Olmadı.

 

Kürt halkının hakkı olan reformları geciktiren Erdoğan, bu konudaki ataleti, öngörüsüzlüğü ve son dönemde güvenlikçi politikalara kesinkes teslim olup, ipleri polise ve askere bırakmasıyla; bürokrasinin şahinleri, Habur’dan gelişi, KCK soruşturmasını ve belki de Uludere’yi birer tuzağa çevirerek; PKK ise, silahtan, ateşten ve kandan vazgeçmeyip, hükümeti her olumlu adımında pişman ederek başarısızlığı hazırladı.

 

Ve şimdi bu başarısızlığı adeta taçlandırmak, Kürt meselesinde kansız bir çözümü ve böyle bir çözüm için şart olan müzakereleri büsbütün imkânsız kılmak istercesine hareket eden bir çevre, memlekete bir nevî “darbe” havası yaşatıyor. Erdoğan, hukuk içinde durarak ama siyasi iktidarın sahibi olduğunu da hatırlayıp, hatırlatarak bu havayı dağıtmazsa, çok geçmeden bir de bakarız ki Türkiye’de rejim değişmiş.