Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk, mevcut başkan Rüştü Cerit’in Star gazetesinin 5 Temmuz 2015 tarihli nüshasında yayımlanan söyleşisindeki “Bazı ülkelerde adalet bakanı veya cumhurbaşkanı HSYK üzerinde etkilidir. Avrupa'da bu böyle” ve “İradesini teslim edenlerin yargı içinde blok halinde hareket ettiği malumdur. Belli mahfillerden alınan kararları yargıya dayatanlar adaleti sağlayamaz” ifadelerinin tüylerini diken diken ettiğini söyledi.
Selçuk, “Demek cumhurbaşkanlarının ve adalet bakanlarının Avrupa'da HSYK'lar ve dolayısıyla yargı üzerinde etkileri varmış. İnanılır gibi değil. Eğer Fransa'dan söz ediyorsa, 2008 yılına değin HSYK'nın başında cumhurbaşkanları vardı; adalet bakanları de vekildiler. Ancak yargı bağımsızlığı ilkesinin uç verdiği ülkelerden biri olan Fransa'da cumhurbaşkanları da, adalet bakanları da bundan rahatsızdı. 2000 yılında Chirac yıllık televizyon konuşmasında bu rahatsızlığını dile getirmişti görüşünü dile getirdi.
Sami Selçuk’un Zaman gazetesinin bugünkü (14 Temmuz 2015) nüshasında yayımlanan, “Türk Yargıtay Başkanı konuştu” başlıklı yazısı şöyle:
2015 yılının 5 Temmuz'unda Türk Yargıtay Başkanı şunları söylüyor:
“…bazı ülkelerde adalet bakanı veya cumhurbaşkanı HSYK üzerinde etkilidir. Avrupa'da bu böyle…”
“İradesini teslim edenlerin yargı içinde blok halinde hareket ettiği malumdur. Belli mahfillerden alınan kararları yargıya dayatanlar adaleti sağlayamaz.” (Star) !?
Evet, ünlem ve soru işaretleriyle yüklü bir demeçtir, bu.
Bekledim. Haberi sözde düzeltti, Sayın Başkan. Ancak yukarıdaki tümceleri düzeltmedi, yalanlamadı; dolayısıyla bunlar resmileşti ve kesinleşti.
Aynı görevi ben de yaptım, aynı sorumluluğu ben de üstlendim.
Üstlendiğim sorumluluk, beni bu görüşlerin doğruluğunu değerlendirmeye zorladı.
2015 yılının Türk Yargıtay Başkanı, daha önce de “ölüm cezası tartışılmalı” demişti.
Diyemez mi? Elbette diyebilir. Ama Yargıtay Başkanı olarak değil, sade bir hukukçu olarak. Yargıtay Başkanı olarak konuştuğunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hukuksal yükümlülüklerini unutamaz. Unutamadığı için de bu hakka ve yetkiye sahip olamaz. Dikkat! Unutur ve bu hakka ve yetkiye sahip olduğunu düşünürse çam devirmiş olur.
Şimdi de yukarıdaki düşünceleri sergiliyor.
Tüylerim diken diken.
Demek cumhurbaşkanlarının ve adalet bakanlarının Avrupa'da HSYK'lar ve dolayısıyla yargı üzerinde etkileri varmış. İnanılır gibi değil.
Eğer Fransa'dan söz ediyorsa, 2008 yılına değin HSYK'nın başında cumhurbaşkanları vardı; adalet bakanları de vekildiler. Ancak yargı bağımsızlığı ilkesinin uç verdiği ülkelerden biri olan Fransa'da cumhurbaşkanları da, adalet bakanları da bundan rahatsızdı. 2000 yılında Chirac yıllık televizyon konuşmasında bu rahatsızlığını dile getirmişti.
Bütün bunlara karşın şunu kimse unutmasın. Fransız cumhurbaşkanları, hiçbir dönemde yargıyı etkileyecek bir davranışa girmemişlerdir. Sözgelimi, Fransa'da yazılı hukuka göre Yargıtay ve Danıştay üyelerini HSYK'nın gösterdiği üç kat aday arasından cumhurbaşkanı seçer. Ama hiçbir zaman HSYK üç kat adayı cumhurbaşkanlarının önüne taşımamış, ne kadar boş kadro varsa sadece o kadar aday göstermekle yetinmiş, yargıya siyasetçi olarak değil, devlet adamı olarak baktıkları için, cumhurbaşkanları da, üç kat aday gösterilmesinde direnmemişlerdir. Sağlam bir demokrasi ve hukuk bilincini yansıtan bu gelenek, yazılı hukuka karşın, yerleşmiştir.
Bağımsız yargı bir güvencedir
Bizim için düşsel olan bu bilinç, dilerim, günün birinde Türkiye'de de yerleşir.
İtalya'da HSYK'nın başkanı cumhurbaşkanıdır. Ama HSYK'nın toplantıları ve görüşmeleri kamuoyuna açıktır. Her boydan insan, salona girer, olan biteni görür ve konuşmaları dinler. Adalet bakanlarına gelince, onların hiçbir Avrupa ülkesinde yargı üzerinde somut etkisi yoktur. Olamaz da. Böyle bir durum olduğunda kamuoyu kıyameti koparır. Fransa'da Ben Barka olayında 1960'lı yıllarda soruşturmayı yürüten sorgu yargıcına sadece ve sadece işi hızlandırması ricasında bulunduğu için kamuoyu adalet bakanına büyük tepki göstermiştir. Görevinden ayrılıp ayrılmadığını şu anda anımsamıyorum.
İkinci Dünya Savaşı sona erince, İtalya'da halkoyuyla krallık rejimine son verilmiş ve Cumhuriyet'in anayasasını hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis (Costituente) oluşturulmuştu. Devlet başkanlığına da geçici olarak hukuk profesörü De Nicola getirilmişti. Anayasanın kabulü üzerine seçimler yapıldı. Prof. De Nicola, görevini ilk cumhurbaşkanına bıraktı, kendisi de yeni anayasayla kurulan Anayasa Mahkemesinin başkanlığına getirildi. O sırada İtalya'da faşizmden kalma “zorunlu sürgün”le (foglio di via obbligatorio) ilgili bir Yasa yürürlükte idi. Buna göre doğduğu ilden başka ile giden ve orada iş sahibi olmayan bir kimseyi, o ilin valisi doğduğu ile geri gönderebiliyordu. Amaç, yoksul güneyden varsıl kuzeye göçü ve suç patlamasını önlemekti. Sol partilerden biri, bu Yasa'nın özgürlüğü sınırladığını ileri sürerek iptal davası açtı ve Anayasa Mahkemesi Yasa'yı iptal etti. Dönemin halkça çok sevilen, AB'nin kurucularından ünlü Başbakan Alcide De Gasperi, bu karara uymayacaklarını, Yasa'nın büyük kentlerde dirlik ve düzenin sağlanması, işsiz güçsüz insanların hırsızlık başta olmak üzere birtakım olaylar çıkarmalarının önlenmesi bakımından gerekli olduğunu açıkladı. Bunun üzerine De Nicola, bir bildiri yayımlayarak De Gasperi'yi ağır bir dille eleştirdi ve hükümet Anayasa Mahkemesi'nin kararına uyuncaya değin başkanı olduğu mahkemenin hiçbir davaya bakmayacağını, kendisinin de Roma'dan ayrılıp Napoli'ye taşınacağını açıkladı ve dediğini de yaptı.
Bunalım büyüdü, grevler yaygınlaştı. Bütün kamu hizmetleri durdu. Sonuçta Başbakan De Gasperi geri adım attı, iptal kararına uyulacağını açıkladı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı De Nicola'dan özür diledi. Anayasa Mahkemesi üyeleri de Roma'ya dönerek görevlerine başladılar.
Özetle, Batı toplumunun hukuka saygı ve yargı bağımsızlığı konusundaki bu duyarlılığı, aslında onun bağımsızlığını yeterince güvence altına alıyor. Yazılı hukuk düzenlemesi, bu duyarlılığın gerisinde kalsa bile orada yargı bağımsızdır, yarınından emindir. Son bir örnek: Geçen yüzyılın sonunda yaşanan Dreyfus davası ve Emil Zola'nın adalet savaşımı, Fransız tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir.
Bize gelince, alalım Mithat Paşa davasını. 2516 yıl önce ölüm cezasına çarptırılan Sokrates'in nasıl yargılandığını, “duruşmanın açıklığı ilkesi”ne uyulduğu için –ki merhum Melih Cevdet Anday, uygarlığın bu ilke ile başladığını yazmıştı- üç ayrı yazarın anlattıklarından biliyoruz. Ama 134 yıl önce yaşanan bir olayı, Mithat Paşa'nın nasıl yargılandığını tam olarak bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz. Mecelle'nin yazımında en büyük pay sahibi olan dönemin en büyük hukukçusu merhum Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa'nın, ünlü Çadır (Yıldız) Mahkemesi'nde yargıçların arkasındaki koltuğa oturarak onlara sık sık yargıçlara müdahale ettiğini, kaleme aldığı Mecelle'nin yargıçların bağımsızlığıyla ilgili ünlü maddelerini (1792-1828) çiğnediğini biliyoruz. (Bk. S.Selçuk, Bağımsız Yargı / Özgür Düşünce, Ankara, 2007, s. 147 vd.)
O günden bu yana ne değişti ki?
Günümüzde ayrılış konuşmasında “adalete müdahale etmediğini” övünerek söyleyen, bunu bir erdem olarak sunan adalet bakanları gördük. Bu sözler karşısında kimseden çıt çıkmadı. Utanmakla yetindik. Bundan önceki Yargıtay C. Başsavcısı'nın görevini bıraktığı meslektaşına “Kimseyi rahatsız etmeden görevinizi yapacağınıza inanıyorum” dediğini duyduk ve okuduk. Bu nasıl olacaktı? Savcılar görevlerini yasal çerçevede yapmak, ama mutlaka yapmak zorunda değil miydi? Demek, Balyoz davasını kimseyi incitmemek için CGK'nın önüne getirmemişti, emekli Başsavcı. Yine sessiz kaldık ve utanmakla yetindik.
Uyulmayan yargı kararları
2015 yılının 5 Temmuz'unda Türk Yargıtay Başkanı “İradesini teslim edenlerin yargı içinde blok halinde hareket ettiği malumdur. Belli mahfillerden alınan kararları yargıya dayatanlar adaleti sağlayamaz” derken acaba Yargıtay ve Danıştay'daki seçimleri mi amaçlıyor?
Kendisi de seçimle geldiğine göre bir bildiği olmalı. “Malumdur” derken kimi davalarda yansız davranmayan yargıçların bulunduğunu belirtmek istiyorsa, bunu kanıtlamak ve gereğini yapmak zorunda değil mi?
Bu soruşturmalar, bu davalar yargının önündeyse, kesin karara bağlanmamışsa takındığı tutum, nesnellik ve yansızlık ilkeleriyle bağdaşabilir mi? Yargıcın reddi kurumunu gündeme getirmez mi?
Doğrusu merak ediyorum: Üye sayısı beş yüzü, tetik yargıçlarıyla birlikte düşünülürse hukukçu sayısı binleri aşan Yargıtay mensupları bu tutum karşısında acaba ne düşünüyorlar?
Yoksa yine utanmakla mı yetineceğiz? Böyle bir ülkede yargının bağımsız ve bu konuda kamuoyunun duyarlı olduğu ileri sürülebilir mi?
Mersin'e mi gidiyoruz, yoksa tersine mi?
Hukuk ve insanımız açısından kaygılar, üzüntüler içindeyim. Yargıtay Başkanı'na son sözlerim şunlar: Çevresine bir bakarsa, üzerinde durulacak, dile getirilecek pek çok hukuksal sorun olduğunu görür. Sözgelimi, hiç uyulmayan yargı kararları ve bunlara uyamamayı bir kahramanlık gibi alkışlayanlar.
Ve bu kargaşa içinde görev yapan hukukçular.
Sayın Başkan şunu da unutmasın: Biz hukukçular, yargıçlar, çok önemli ve çok duyarlı bir coğrafyada görev yapmaktayız.
Ve bu topraklarda yaşanan ilkler var: Hitit Kralı Üçüncü Hattusilis, 3305 yıl önce (MÖ 1290) ölüm cezasını kaldırmış; yine bir başka Hitit Kralı İkinci Tuthaliya, 3500 yıl önce yargıçlara yansız olmalarını, yargı kararlarına uymayanların ölüm cezasına çarptırılacağını buyurmuştur. Hiç kimse Türk insanını 35 yüzyıl öncesinin öncesine, karanlık dönemlere götürmeye kalkışmasın. Yurt, tarih, dil bilinciyle elbette bir ulus yaratabilirsiniz. Ama uygar ulusu ve toplumu yaratmak için hukuk bilincinin oluşması vazgeçilemez bir koşuldur.
Gerisi boş söz.
*Eski Yargıtay Başkanı