Mustafa Akyol
Al Monitor
Türkiye’de artık neredeyse bir gelenek haline geldi: Her dönemde toplumu keskin bir şekilde bölen siyasi davalar yaşanıyor. Bunun son örneği de “Tahşiyeciler” davası. Bu küçük İslami grubun 120’yi aşkın üyesi Ocak 2010’da El Kaide bağlantısı iddiasıyla tutuklanmış ve 11’i aynı suçlamayla aylarca hapis yatmıştı. Ancak bugün hem hükümet hem de bazı savcılar, şimdi bu 4 yıl önceki olayın “paralel devlet” tarafından rakip bir harekete karşı planlanmış bir komplo olduğunu savunuyor.
Uluslararası basında da yankı bulan, bazı gazetecilerin gözaltına alındığı 14 Aralık operasyonu da bu suçlamaların bir sonucuydu. Gülen hareketine mensup bazı gazeteciler Tahşiyecilere karşı komplonun “kara propaganda”sını yapmakla suçlandı. Ayrıca soruşturmayı açan savcı kısa süre önce Fethullah Gülen’i de gözaltı listesine ekledi, ki bu meselenin Türkiye ile ABD arasında bir gerginlik yaratması muhtemel. Zira Gülen 1999’dan bu yana Pensilvanya’da ikamet ediyor.
İşte bu nedenle Tahşiyecilerin gerçekten El Kaide bağlantılı “teröristler” olup olmadıkları Türkiye siyaseti için şu an yaşamsal bir önem arz ediyor. Yine bu nedenle meseleye daha tarafsız gözle bakabilecek üçüncü tarafların ne düşündükleri önemli.
Bu da bizi WikiLeaks’e, yani yayımlandıklarında ABD yönetimini kızdırmış olsalar da biz fanilere Amerikan diplomatik yapılanmasına dair içerden bilgiler veren belgelere götürüyor. Zira Ankara’dan Washington’a geçilen 27 Ocak 2010 tarihli ve “Gözlatına alınan İslamcılar ABD menfaatlerine tehdit değil” başlıklı kriptoda şunların yazılı olduğunu WikiLeaks’ten öğrenebiliyoruz:
“Hem Türk ulusal polisi hem de sansasyonel Türk basını gözaltına alınan ve tutuklanan şahısları El Kaide üyeleri olarak tanıttı. Türk ulusal polisi ve diğer güvenlik birimlerindeki kontaklarımızdan edinilen bilgiye dayanarak bizim yaptığımız değerlendirme ise şüphelilerin gerçekten El Kaide ile bağlantılı olmadığı yönünde. ‘El Kaide’ medya ve polis tarafından aşırı İslamcı olduğundan şüphelenilenleri tanımlamak için, örgütsel bağlarına ya da örgütsel bağları olup olmadığına bakılmaksızın kullanılan genel geçer bir terim.”
Bu görüş Türkiye’deki bazı objektif gözlemcilerin izlenimiyle de uyumlu. Tahşiyeciler’in aşırıcı görüşleri olduğunu kabul eden bu gözlemciler, grubun hiçbir zaman şiddete başvurmadığını, El Kaide ya da başka bir terör örgütüyle örgütsel bir bağının bulunmadığını vurguluyor. (Nitekim grubun Ocak 2010’da tutuklanarak 17 ay hapis yatan lideri Mehmet Doğan da kısa süre önce katıldığı CNN Turk yayınında bu aşırılık yanlısı görüşlerini ifade etmekten çekinmeyerek “Usame Bin Ladin’i mümin olduğu için severim, ama örgütünü falan bilmem” dedi. Ayrıca siyasetle ilgilenmediğini ve haberleri takip etmediğini de ekledi.)
Peki, Tahşiyeciler sadece ekstrem görüşleri olan bir grup İslamcıdan ibaretse, polis niye onlara karşı ülke çapında baskınlar düzenledi? WikiLeaks kablolarının buna da bir yanıtı var:
“Gözaltılar ve tutuklamalar bize önleyici gibi görünüyor. Türk polisinin amacı yeni gelişen İslamcı hücrelerini dağıtarak, üyelerine faaliyetlerinin izlendiği mesajını vermek olabilir. Anladığımız kadarıyla gözaltındakilere yöneltilen suçlamaların pek çok çoğunun kanıtlanması zor”.
Kanımca buradaki anahtar kelime “önleyici”. Bu kelime, aynı zamanda, polis operasyonuyla Fethullah Gülen’in Tahşiyeciler hakkında verdiği vaaz ve Samanyolu’ndaki Tek Türkiye dizisinin Tahşiyeciler’le ilgili bölümü arasındaki bağlantıyı -ki eğer böyle bir bağlantı varsa- anlamamıza da yardımcı olabilir. Çünkü, gerek vaazda gerekse dizide, Tahşiyeciler’in laik darbecileri kışkırtmak için Türkiye’deki masum Müslümanları “teröristler” gibi lanse etmeye çalışan karanlık odaklar tarafından kullanılabileceğinden bahsediliyordu. Eğer polis olaylara böylesi bir komplo gözlüğüyle baktıysa, Tahşiyeciler’e yönelik “önleyici” operasyonları da vazifesinin bir parçası olarak görmüş olabilir..
Ancak asıl soru şu: Tahşiyeciler’in olası bir komplosunu önleme hırsı Tahşiyeciler’e karşı bir komploya mı dönüştü? Savcı Ocak 2010’da İstanbul’daki bir evde bulunan silahlara işaret ederek ikinci seçeneği savunuyor. Zira bu silahların Gülenci polisler tarafından o eve konulduğu iddia ediliyor. Hükümet yanlısı basın bu savı desteklerken, bunun “paralel devlet”in uzayıp giden komplolarından sadece bir tanesi olduğu vurgulanıyor.
Hem konuya vakıf hem de objektif bir isim olarak Radikal gazetesinin kıdemli muhabirlerinden İsmail Saymaz’la görüştüm. Konuyu ayrıntılarıyla bilen Saymaz, Tahşiyeciler’in cihatçılara yakın göründüğünü kaydetmekle birlikte grubun silahlı mücadeleye girişmesinin ve mühimmat bulundurmasının son derece düşük bir olasılık olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla, ona göre, 2010’da o evde bulunan el bombaları, mermiler ve sis bombası ya grubun aşırıya kaçmış bir üyesine ait olabilir, ya da polis tarafından yerleştirilen “üretilmiş delil” olabilir. Aynı dönemin farklı davalarına ilişkin benzer şüphelerin bulunduğuna dikkati çeken Saymaz, geçen hafta yapılan tutuklamalarda bu olayda adı geçen polis memurları yerine STV Yayın Grubu Genel MüdürüHidayet Karaca’nın tutuklanmasına ise anlam veremediğini ekliyor.
Kısacası, Türkiye’nin 2010’da Tahşiyeciler’e gerçekten ne olduğunu ortaya çıkarması şart. Bu, elbette yalnızca bağımsız, tarafsız ve adil bir mahkemede ortaya çıkabilir. Ancak sorun zaten tam da burada. Hükümet ve destekçileri hariç Türkiye’deki pek çok kişi şu an Gülen hareketine karşı sürdürülen cadı avının adaleti sağlama ve gerçekleri açığa çıkarmaktan ziyade intikam ve tarihi siyasi ihtiyaçlara göre yeniden yazma girişimi olarak görüyor -tam da “paralel devlet”in yakın zamana dek kendi düşmanlarına karşı uyguladığı Makyavelizm gibi.
İşte bu nedenle, en azından konu hakkında sağlıklı bir kanıya varmak için üçüncü tarafların görüşleri faydalı olabilir. Ve yine bu nedenle Ankara’dan Washington’a 27 Ocak 2010 tarihli kriptoyu yollayan ABD’li diplomatlar bu tartışmalı dönemde yaşanan çetrefilli olayları nasıl değerlendirdiklerini anlatarak belki de bu sürece yardımcı olabilirler.
Bu yazı al-monitor.com'da yayımlanmıştır