T24- Burası cennet ve cehennem ülke ya…
Hepimiz gibi burada hayat buldum, burayı hayat saydım ben de. Ama ömrümün şu ana kadarki tamamı “iç” savaşlarımıza takılı kaldı.
Yine de elimde bir ömür kaldı.
Lakin onca tanıdık, on binlerce tanımadık kardeşten geriye sadece ölüm kaldı.
Demem şu yüzden:
Bu cennette, “sözcükler, sözler, düşünce, ifade, yazı” daha yaygın, daha kolay, daha katlanılır ve olağan sayılır olsaydı…
Cehennem de daha tıkız kalırdı.
Oysa…
Kelimelere çok kıyıldığı, yazı çok öldürüldüğü ve zaten düşünce iklimi kurak kaldığı için, cehennem de kifayetsiz mürekkebi emip kitabını kanla doldurdu, kanımızı dondurdu.
***
Kelimelere kıymayın efendiler!
Açıkça şiddet ve nefret kışkırtmadıkça, yazıya pek dokunmayın.
İktidarsanız da, muktedirseniz de, patronsanız da… Bir gücünüz varsa da, bir şeyler sizi zorluyorsa da.
Düşünceden, kelimeden, yazıdan korkan… İnsandan korkar.
Kelimeden ürken, kelimelere kıyan; haktan, hukuktan, cesaretten, mertlikten bahsetmesin bize.
***
Bakın, “İnsan Hakları” Mahkemesi Türkiye’yi; kelimelerden korktuğu için, sözü ve yazıyı mahkum ettiği için, kelimeleri öldürdüğü için mahkum etti.
Hrant Dink de bir kelime insanıydı.
Kelime kelime tehdit edildi.
Kelime kelime mahkum edildi.
Cümle cümle öldürüldü.
Bu hükümet, hepsinin vebalini taşımak zorunda.
Kelimeye mahkumiyeti şiddetlendirdiği, kelimenin öldürülmesini önleyemediği için.
***
Madem ki bu utanç vericidir…
(Mahkemelik ve vicdanlık hakaret ve yalan şiddetine maruz kalmadıkça) Yazanla, çizenle alttan, üstten uğraşmayın.
Özgürlük ise, adalet ise, demokrasi ise… bırakın, yazılan yazı olsun; bırakın ağızdan çıkan (edebince) bir söz olsun.
Hele, kelime insanlarının, gazetecilik dünyasının bir ötekinin sözünü, özünü boğacak kadar nefret dolması insanı kahrediyor.
Güç ve otorite karşısında, kelimelere boyun eğdirilmesi, kelimelerin boyun eğmesi kahrediyor.
30 yılda benim öğrendiğim, olabildiğince kelime ve meslektaş kıymeti bilmek.
Haksızlığa, baskıya uğrayan, kelimeleri boğulan her kimse; ona hiç değilse, dilim döndüğünce birkaç kelime sunabilmek.
Bir gün kovulduğumda, suyu alınmış Dipsiz Kuyu’ya pek kimse köşesinden bir damla yetiştirmemiş olsa da.
Nicemizin bagajında, mesleki infazlarda attığı mermilerin çekirdekleri; en yakınları kovulurken havaya bakıp çaldıkları ıslıkların sedası kalsa bile!
***
Bilmeyen birisi mesela benim yazılarla Mine Kırıkkanat’ınkileri yan yana koysun. Diyebilir ki, bunlar çok ayrı dünyaların kelimeleri!
Ama o benim aynı dünyadaki meslektaşım.
Yönettiğim gazeteye onca zaman deli gibi haber koşturan bir arkadaşım.
Kelimelerin ayrılığı başka, mesleki kaderlerin birliği başka.
Kaderimiz bu meslek ise, ister idrak et ister etme, aynı dünyadasın zaten.
Mine aynı gruptan bir kez daha atıldı. Kelimeleri üzünden. Kelime korkusu yüzünden.
“(Hükümete) muhalif medya” geçinenlerin “(hükümete) muhalif gazeteci” kovması ise bir başka!
Geçen yıl yurtdışında bir konferanstaki cümlemle:
Hükümete muhalif bir gazete, hükümete muhalif yazarını kovuyor ve yine muhalif kalabiliyor!
Böyle muhaliflik, hava muhalefeti!
***
Peki bunların bize özel başka kıssası da var mı?
Biri herhalde şu:
Kendi hakkımız, hukukumuz, onurumuz, kelimemiz, cümlemiz; başkalarınınkine de saygı gösterip boğulmak istendiklerinde bir kelime verebildiğimiz kadar var.
Kelimesine herhangi bir kelepçe vurulduğunda sessizce mağdur olan ya da isyan eden…
Kelimesine süngü takıp başkalarını delik deşik ederken de bin düşünmeli.
Umur Talu'nun Habertürk gazetesinde bugün (17 Eylül 2010) yayımlanan yazısı