Gündem

Ümit Kıvanç: Yaşanan başka, sunulan başka

"Özüre rağmen, Rus jetinin düşürülmesinden sonra kopacakmış gibi gerilen ilişkiler düzeldi, her şey güllük gülistanlık oldu mu?"

09 Aralık 2016 18:15

 Ümit Kıvanç *


Başbakan Binali Yıldırım’ın Rusya’da Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Başbakan Dimitri Medvedev ile temaslarının ardından söyledikleri, herhalde son yıllarda dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir siyasetçinin verdiği en bereketli demeci oluşturuyordu.

Böyle bir demecin etraflıca ele alınmayı hak ettiğini düşünüyorum. Bu yüzden, gazetecilik sorunlarını ele aldığım yazılara bu seferlik ara verdim. Ama Binali Yıldırım’ın açıklamalarını konu edişimin gazetecilik meselesiyle yine ilgisi var. Bir demecin nasıl kurcalanabileceğine dair egzersiz de yapmış olacağız.

Başbakanın demecini didiklemeyi gerektiren ve anlamlı kılan esas sebep, bu işlemin neticesinde pek çok gerçeğe ulaşma şansımızın bulunması. Bize neler nasıl sunulmuş, neler denmiş, oysa hakikat nedir, bilmek anlamak için iyi fırsat doğrusu.
 
Sahiden balayı mı yaşanıyor?

 
İlk mevzumuz, haliyle, Rusya ile ilişkiler. İki devlet, özellikle iki devletin tek-adam’ları arasında bir balayı havası estiği izlenimi yaratıldı, hepinizin bildiği, yaşadığı üzre. Hakikat böyle mi? Özüre rağmen, Rus jetinin düşürülmesinden sonra kopacakmış gibi gerilen ilişkiler düzeldi, her şey güllük gülistanlık oldu mu? Başbakanın dediklerine bakalım:

Binali Yıldırım, “Tatsız olaydan sonra,” dedi, “normalleşme süreci başladı, bu çok güzel bir gelişme. (…) 15 Temmuz’dan sonra Rusya çok net bir duruş sergiledi. (…) Normalleşme süreci hızla devam etti.” Buraya kadarı, bildiğimiz, bize sunulan. Sonrasıysa hakikat: “Ancak uygulamada bunu doğrulayacak aynı hızda sonuç alamadık. Bunu bugün burada ifade ettik ve somut örnekleriyle ortaya koyduk. Gerek gümrük kapılarından, havaalanlarından girişler, gerekse vizeyle ilgili durum, karşılıklı kısıtlamaların kaldırılması. Tarım ürünlerine, tekstil ürünlerine kadar, taşımacılık fiilen yapılmıyor meselâ. (…) Bunlara dikkat çektik. Buralarda biraz daha yoğunlaşacaklarını zannediyorum. Siz bir karar alıyorsunuz ancak bürokrasi ve uygulayıcılar (…) aynı hızda hareket etmiyorlar. (…) Bunun yakından takip edilmesi konusunda mutabakata vardık.”

Yani: Normalleşme süreci hızla devam etmiş, ama “uygulamada” bunu doğrulayacak sonuç alınamamış. Yani aslında somut adım atılmamış. Başbakan, Rusya yöneticilerinin “buralarda biraz daha yoğunlaşacaklarını zannediyor”. Yani: Taahhüt, söz, garanti de yok.

Rusya ile vizelerin karşılıklı kaldırılacağı söyleniyordu; gelişme var mıymış? Başbakan, bunun “lazım geldiğini açık şekilde söyle[miş]”. “Kısıtlamaların, malların, insanların gidiş gelişlerindeki devam eden zorlukların kaldırılması lazım,” demiş. Rus yetkililer ne demiş? Başbakana göre, “onların biraz kademe kademe gidelim tarzında bir yaklaşımları var”mış. “Toplumu hazırlamak” için Moskova’dakiler zamana ihtiyaç duyuyormuş, zira “herhalde toplumsal algıyı da birlikte düşünmek” durumundalarmış. Yani: Rus toplumu Türkiye ile ilişkilerin Ankara’nın istediği hızda düzelmesine, TC vatandaşlarına vizenin kalkmasına hazır değil; dolayısıyla yöneticiler de hazır değil.

Yukarıda anılmıştı: tarım ürünleri meselesi… Başbakan dedi ki: “Tarım ürünleri konusunda bizim kısıtlamamız var ama sizin de şöyle kısıtlamanız var, bunları beraber düşünmemiz lazım tarzında görüşmelerimiz oldu. Bazı konular siyasî iradenin vereceği kararlar olacak, bazıları da teknik meseleler. O teknik meseleler bizim işlerimizi çözmüyor. Asıl siyasî iradenin kararları geçerli olacak. Onu daönümüzdeki günlerde göreceğiz. Onun sonuçları nasıl yansıyacak, bugünden şu kararları aldık demem doğru olmaz. Bir altyapı olduğunu düşünüyorum.” Yani? Tarım ürünlerindeki kısıtlama meselesinin halline dair herhangi bir adım yok, “siyasî irade” beklenecek. Yani: Putin ne diyecek, bilmiyoruz.

O halde doğalgazda indirim konusuna geçelim. Başbakan, “O konu şu anda biraz ihtilaflı,” dedi, “ama şöyle konuştuk: Bunu da dostane bir şekilde çözelim şeklinde.” Çünkü “bir yandan ilişkileri geliştirelim, sınırlamaları kaldıralım derken diğer yandan ihtilaf olması çok doğru bir şey değil”miş. Ruslar da böyle mi düşünüyor? Bilmiyoruz. Kimse de başbakana bunu sormadı. Sonuç: Ankara, “ihtilaf olmasın, doğru değil” demiş, Ruslar da, “hı hı” demişler. İndirim? Herhalde o da “siyasî irade”yi bekliyor.

Buraya kadarkileri toparlayalım: Suriye meselesi dışında, Moskova ile Ankara arasında varolan belli başlı sorunlar, yani vizesiz seyahat, başta tarım ürünleri, ticaretteki kısıtlamalarının kalkması, doğalgazda indirim gibi konularda en ufak adım atılmamış, hiçbir gelişme olmamış. Fakat başbakanın yumuşak üslûbunun da tesiriyle, Binali Yıldırım’ın Rusya gezisi gayet başarılı bir görüşmeler zincirine sahne olmuş muamelesi gördü. Burada didiklediğim açıklamalardan bu net sonuç çıkarılmadı, sorulması gereken hemen hiçbir şey başbakana sorulmadı.

Dolayısıyla, “Rusya ile sorunlar giderildi, her şey düzeldi, artık kankayız” havasının “uygulamada”karşılığının olmadığını görüyoruz. Meselenin sadece bürokratların gerekli atikliği gösteremeyişinden ibaret olmadığı da ortada. Çünkü başbakan, hiçbir özel yük getirmeyecek simgesel bir konuda bile bakın durumu nasıl anlattı (DHA’nın Moskova kaynaklı haberinden aktarıyorum): “Yıldırım, iki ülkenin parlamentolarında oluşturulan dostluk grubunun uçak krizi sonrası kesildiğini hatırlatarak, Duma’da da aynı dostluk grubunun oluşturulması için gayret gösterileceğini söyledi.” Gösterilecek. Kim gösterecek? Duyulması görülmesi, yani fark edilmesi istenen bir diplomatik “tedavi” adımı, yani durumun değiştiğinin simgesel ifadesi olsa, böyle laf arasında, tek taraflı temenni suretinde mi geçer?
Sonuç olarak, Rusya ile ilişkiler konusunda Türkiye kamuoyu ciddî bir gerçeklik çarpıtması ile karşı karşıya. “Putin’e söyleriz, Esad’a fırçayı atar” fantezilerini kenara bıraksalar keşke. Evet, konumuz Suriye.
 
Halep, eli kanlı diktatör Esad, PYD koridoru…
 
Gerçeklik çarpıtmasının büyüğü, Rusya’yla ilişkileri havaya uçurmasına ramak kalan bu alengirli mevzuda. Binali Yıldırım’ın Rusya temaslarından sonraki sözleri, Türkiye kamuoyuna hangi yalanların nasıl sunulduğuna dair epeyce aydınlatıcı oldu. Sadece Rusya’ya verilen sözler, taahhütler bakımından da değil.
Şöyle dedi başbakan: “Bizim sanki Fırat Kalkanı’nda El Bab’a yönelik faaliyetlerimizin Halep’i de kapsadığı şeklinde bir algı var. Onun öyle olmadığını Cumhurbaşkanımız da söylemişti ama [Rus yetkililer] tekrar bu konuyu açtılar. Bizim derdimiz orada akan kanın durdurulması, bir an önce insani yardımların Halep’e ulaşması.”

Neymiş? Ankara’nın Halep’le ilgili bir planı yokmuş. Erdoğan+AKP iktidarı sadece insanî yardım derdindeymiş. “Onun öyle olmadığını” Tayyip Erdoğan da söylemiş. Ama niyeyse Ruslar “tekrar bu konuyu açmış”lar. Sakın “oraya Esad’ı devirmeye girdik” makamından çalınan şarkıları duymuş olmasınlar? Sakın “Nusra’ya söyleriz, çıkarlar” yollu ifadelerden kıllanmış olmasınlar? Sakın daha yeni, kamyonlar dolusu gıcır gıcır Grad füzelerinin şunların bunların Halep’teki silahlı grupların eline ulaşmasında Ankara’nın katkısı var mı diye düşünmüş olmasınlar?

Tabiî burada esas meselemiz Rusların ne düşündüğü değil. Türkiye ve özellikle Osmanlıcı-milliyetçi AKP-MHP kamuoyuna neyin nasıl söylendiği. İktidar kendini Halep fatihi olarak konumlandırmış, buna yaraşır şekilde giyinmiş kuşanmış, buna göre konuşur olmuştu. “El-Bab’dan gireriz, Rakka’dan çıkarız, oradan Musul’a uzanırız!” efelenmeleriyle göğüsler kabartıldı, gözler yaşartıldı. Ee? Gerçekse şöyle: Moskova’ya gidiliyor, Rusya yetkililerine, “El-Bab’a yönelik harekâtımızın Halep’le ilişkisi yok,” deniyor.

Yok ve olamaz da zaten. Ama içeride apaçık yalan söyleniyor. Ve içeride estirilen seferberlik havası, uluslararası düzeyde söylenenleri de güvenilmez kılıyor.
“İslâm Devleti” örgütü (DAİŞ-IŞİD) ile savaşa katılıyorum, diyorsun, sınırından bu örgütü temizleyeceğini beyan ediyorsun, ama esas derdin Suriye Kürtleri. Başbakan, Türkiye’nin Suriye macerasının hedefini şöyle açıkladı: “Bizim oradaki duruşumuz, Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya dönük. DEAŞ’a karşı, YPG’ye, PKK uzantılarına karşı Türkiye’nin güvenliğini sağlamak, PYD’nin koridor oluşturmasına mani olmak.”

“DEAŞ”ın bu söz yığını içerisinde garnitür gibi bile gözükmediği ortada. Rusya’ya “Halep’le ilgili art niyetimiz yok” güvencesi verirken, derdinin “DEAŞ” falan değil Kürt koridorunu önlemek olduğunu delil diye öne sürüyorsun. Hemen yukarıdaki lafın devamı şöyle: “Güneyde ineceğimiz nokta Bab’la sınırlı. Onun ötesinde bir planımız olmadığını bilmek istiyorlar. Bizim böyle bir planımız yok”(vurgular benim -ük).

Hem içeride destekçin olan kitleyi potansiyel Osmanlı akıncısı yapmaya uğraşıyorsun hem de dışarıda “valla öyle bir niyetimiz yok” güvencesi veriyorsun. Hem içeriyi hem dışarıyı takip edebilenin gözünde nasıl bir hale düşüyorsun?
Avrupa mevzusuna geçmenin tam yeridir.
 
Makas değiştirmek mi? Ne münasebet!
 
Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün arayla birbirine tamamen zıt sözler etmesinden sonra Binali Yıldırım’ın dediklerinin anlamı önemi var mıdır, emin değilim; yine de bunları ele alacak ve başbakanın anlamamızı sağladığı gerçekliği kayda geçireceğim. Erdoğan, Türkiye’nin Avrupa’ya eyvallah deyip Şangay İşbirliği Örgütü’ne doğru yola çıkacağını ilan ettikten hemen sonra, keskin dönüşle, “Biz Avrupa ülkesiyiz, bizi kimse oradan atamaz!” demişti.

Başbakan Yıldırım ise, Şangay İşbirliği Örgütü ile yakınlaşma ihtimalini Ankara’nın “AB’yi korkutmak için kullanmadığını” ileri sürdü, “Türkiye makas değiştirmiyor,” dedi, “bir kere bunu bilin. Türkiye olduğu yerde duruyor.”

Türkiye’nin “durduğu yer” neresidir? Şangay olmasa gerek. Dolayısıyla içeride cengâverleri coşturmak için yaratılan “Reis AB’ye resti çekti” havasının da “uygulamada” karşılığı yok. Bu da gerçek değil. Başbakanı dinleyelim: “AB ile ilişkilerimizin 50 yıldan fazla bir geçmişi var. İyi zamanları var, krizli zamanları var, şimdi de biraz gergin. Ümit ederim ki bu da kısa zamanda düzelir.”

Tercüme etmem, açıklamam gerekmiyor, yeterince açık. Yıldırım daha açığını da telaffuz etti: “Şanghay beşlisi AB’nin bir alternatifi değil.”

Oysa Türkiye seçmeninin aşağı yukarı yarısı böyle sanıyor. “İdamı da getiririm, sen kimsin ya!” muhabbeti, bu durumda, sadece hamaset müsameresi olmakla kalmıyor, açıkça -ve kibarca-, kamuoyunu “bilinçli olarak yanıltma” eylemi niteliği kazanıyor.

Bu durumda başbakanın AB’den “samimiyet” beklemesine ne demeli, valla bilemiyorum: “Biz sadece AB’den şunu istiyoruz, samimi olsunlar, çifte standart yapmasınlar…”

Ama biz Türkiye’yi yönetenlerden bunu isteyemiyoruz. Çünkü manası yok. Çünkü bize doğru söylemeyeceklerini biliyoruz. Yalanın ortaya çıkmasından bile çekinmeden koca ülke yönetilebiliyormu

* P24