Ümit Kıvanç*
Suriye’deki iç savaş Türkiye için tam anlamıyla “iç mesele” haline gelmekte. Kendi savaşlı iç meselemiz, hattâ başka potansiyel silahlı, kanlı iç meselelerimiz yokmuş gibi, Suriye iç savaşına kucak açmış bulunuyoruz. Nâçizâne tahminim, Türkiye’de kurulmaya çalışılan eğreti faşistoid rejimin ancak savaşla yürütülebileceğine dair bir ittifak var yukarıda. Bu hayatî mevzuyu önümüzdeki günlerde layıkıyla ele almak üzere kenara koyacağım. Ve iç savaşın içselleştirilmesi konusu üzerine kafa yoracakların işine yarayacağını umduğum verilerden söz edeceğim.
Geçenlerde New York Times’ta Max Fisher’in bol bol yararlı bilgi içeren bir makalesi yayımlandı. Fisher, iç savaşlarla ilgili araştırmaların ulaştığı sonuçları, bunlardan hareketle elde edilmiş verileri paylaşıyor, bunlara dayandırılan yorumları aktarıyordu. Hareket noktası ve gözünü diktiği alan Suriye’ydi; ama biz şimdi aktaracaklarımı kendi derdimizle ilişkilendirerek de ele alabiliriz. Ve sanırım bunu yapmalıyız.
Aktarmakla yetineceğim. Sonuç çıkarmayı, hele siyasî sonuçlar çıkarmayı o alanda iddiası olanlara bırakmak en doğrusu.
İç savaşları uzatan koşullar
Şimdiye kadarki iç savaşların yalnız dörtte biri anlaşmayla sonuçlanmış. Çoğu, bir tarafın yenilgisiyle bitmiş. İç savaşın bu şekilde sonuçlanması için bir tarafın, anlaşmayla sonuçlanması için iki tarafın da “tükenmesi” gerekiyor. En azından tükenmeye doğru gidişi.
Eğer tarafların kararlı ve güçlü dış destekçileri varsa, bu, savaşı uzatan bir etken haline geliyor. Çünkü tükenişe gidilirken dış destek devreye giriyor ve yıpranmış, yorgun savaşçıları ayağa kaldırıyor. Burada bir de tahtırevalli efekti var. Destekçilerden biri kendi tarafının zayıfladığını görünce tedbirler alıp -gönderdiği silahları artırıp, bunların niteliğini yükseltip, daha çok personel sevk edip, toplamda işin içine daha çok girip- onu güçlendiriyor. Denge bu defa bu tarafın lehine değişiyor. Sonraki kaçınılmaz adım, karşı tarafın destekçisinin aynı şekilde devreye girmesi. Suriye’nin yaşadığı büyük talihsizliğin kısmen bu şekilde izah edilebileceğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
İçsavaşların uzamasına yolaçan bir etken de, birden fazla tarafın çatışıyor olması. Birleşmiş Milletler ve başka arabuluculuk girişimleri, iki tarafın karşı karşıya geldiği savaşların üçte ikisini sonuçlandırmada başarılı olmuş; çok taraflı savaşlarda ise başarı oranı dörtte bire düşmüş. Suriye için konuşuyorsak bu açıdan da çok talihsiz bir durum var.
İçsavaşları uzatan koşullar arasında, soğukkanlılıkla bahsedilmesi zor bir etken daha var: Eğer çatışmanın ağır sonuçlarını bizzat yaşamayan birileri işin içindeyse çatışma uzuyor. Kendi yakınlarını kaybetmeyen, kendi evi, mahallesi, şehri yıkılmayan birileri, siyasî amaçlarla sahadaki savaşçıları besliyor, destekliyor, yönlendiriyorsa savaşı bitirmek isteyecek toplam irade zayıf kalıyor. Yine Suriye diyeceğim, siz aklınıza gelen başka örnekleri ekleyin.
Şu ana kadar saydığım olumsuz şartların mükemmel örneği durumundaki Suriye’de, başka belalar da bunların üzerine ekleniyor. Dış destekte kademe mümkünse, bu da içsavaşı uzatan bir etken haline gelebiliyor. Yani milisler yetmeyince Hizbullah, İran yetmeyince Rusya, Suudiler & Katar yetmeyince ABD, cihatçı örgütler koalisyonu (ÖSO) yetmeyince bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aktif rol alması…
Acımasızlaşma
Dış destek ve yabancı savaşçılar gibi etkenlerin yolaçtığı tek musibet içsavaşların uzaması değil. İçsavaşın rengini, tonunu, yani şiddetini, acımasızlığını da belirliyor bu etkenler. Dışarıdan müdahale edilmeyen içsavaşta taraflar halk desteğine muhtaçlar. Dolayısıyla -gözden çıkardıkları kesimler hariç- sivil ahaliye olabildiğince zarar vermemeye, onları kazanmaya çalışıyorlar. (2015 yazından itibaren Türkiye’de yaşananlar ilk bakışta bunu doğrulamıyor; ama hem başka yerlerde işler genel olarak böyle yürümüş hem de, burada bile, zaman zaman buna yorulabilecek bir “hafifletici” etkenin devreye girişini gözleyebiliyoruz.) Halbuki savaşanlar güçlerinin önemli kısmını dış desteğe borçluysa veya “İslâm Devleti” örgütü örneğindeki gibi, elemanları arasında yerel halkla, ülkeyle duygusal bağı bulunmayan yabancı savaşçılar çoksa, vahşet, kural tanımazlık, acımasızlık artıyor. Ahaliyi kendi yanına çekmek, artık bir sempati toplama işi olmaktan çıkıyor, sindirme, yıldırma faaliyeti haline geliyor. Olmazsa öldürüyorsun!
Hedeflerin silikleşmesi, tıkanış
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, içsavaşlar uzadıkça doğan ve giderek ortama ve insanlara hâkim olan belirsizlik, savaşanların hedeflerini silikleştiriyor, onları dönüştürüyor. Savaşçılar, yarına dair hedeflere sahip idealistler dahi olsalar bu zihniyet ve ruh halinden kopmaya başlıyor, ellerindekini korumaya öncelik veriyorlar. Gelecek duygusundan, inşa etme düşüncesinden kopup bugüne, elde tutma kaygısına saplanıyorlar, dememiz yanlış olmayacaktır.
Böylece karşı tarafın herhangi bir şey kazanmasına engel olmak, kendin ilave kazanımlar elde etmekten daha önemli hale geliyor. Bu, hele iki tarafın sonunda bir şekilde üzerinde anlaşacağı, savaşılan ortamın şiddetten arındırılması, bu işin kurbanı olan toplumun sağaltılması, yeniden ayakları üzerinde doğrulması gibi hedefler içeren bir olumlu gelecek planının tahayyül edilmesini dahi imkânsızlaştırıyor. Taşları kırılmış, eksik, tahtası delik deşik, kimsenin hiçbir hamle yapamadığı, köreltici bir sözde satranca batıp kalmış oluyor herkes.
Savaş uzadıkça dış destekçiler de belirsizlikten doğan hedefsizlik hastalığına kapılıyorlar ve bütün hedefleri karşı tarafa zırnık vermemekten ibaret hale gelebiliyor. Suudiler veya İran’ın, ötekinin kazanmasını kabul etmesi asla düşünülemez. Bu yüzden, herhangi birinin kazanamayacağını anlaması savaşı sonlandırmaya yetmiyor. Çünkü kazanamamak artık ötekinin kazanması anlamına geliyor.
Artık müttefiklerine, kendilerini temsilen sahaya sürdükleri güçlere bile her istediklerini yaptıramayan ABD ve Rusya’nın konumları -veya karşılıklı konumları- da bu denklemin pek uzağında sayılmaz.
Suriye gibi, çıkarları, hesapları birbiriyle uzlaşmaz şekilde çelişen birçok grubun koalisyonlarının karşı karşıya geldiği bir çatışma ortamında, savaş uzadıkça, herkesin başlangıçtaki hedeflerini unutması, sadece hasımlarının kazancını engellemeye çalışması, tamamen yok edici bir toplu enerjinin açığa çıkıp herkesi mahvetmesi beklenir sonuç gibi gözüküyor. Bunu söylerken, çatışmanın yıkımını ve ağır sonuçlarını bizzat yaşayanlar-yaşamayanlar ayrımını unutmuyoruz elbette.
Silahlar kimde kalacak?
Fisher, yazısının sonunda, içsavaşın sona erdirilmesi sürecindeki başlıca meseleye işaret ediyor: Barış anlaşması yapılacağında mesele gelip “silahlar kimde kalacak?” sorusuna dayanır. Suriye’deki gibi, her gün yeni katliamlara sahne olan bir yerde, silahlarını bırakırsa katledileceğinden korkmayan herhangi bir kesim herhalde yoktur. Buna karşılık, önceki içsavaşlar göstermiş ki, taraflara eşit veya mâkûl miktarda silah bırakacak anlaşmalar, çatışmanın ilk fırsatta yeniden başlamasına zemin oluşturabiliyor. Ne yapılacak?
Böyle hallerde dışarıdan bir barışgücünün ülkeyi denetlemesi çözüm olarak görülüyor. Barışgücü girişimlerinin muazzam başarısızlık örneklerini bir an için görmezden gelebilir, bunun yine de en mâkûl çözüm ihtimali olduğunu düşünebiliriz.
Fakat konumuz Suriye ise, bu görece soyut düşünce hemen şu somut soruyla kesintiye uğratılacaktır: Hangi devlet Suriye’ye askerlerini barışgücü olarak yollar?
Kendi ordusu ülkesindeki şehirleri yakıp yıkmış, sonra bölünüp birbiriyle ve polisle savaşmış ve fakat şimdi de cihatçı gruplarla birlikte içsavaş yaşayan komşu ülkeye girmiş bir devlet değil herhalde!..
Şöyle bitireyim: İç savaş korkunç bir şey. Üstelik bir girdap.
*Bu yazı ilk olarak Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır.