Gündem

Ümit Kıvanç çekip gitmek isteyenleri yazdı: Keşke gitseler, insan çocuklarını kurban vermişlerden utanır!

"Doğrulup uğraşmaya devam etmek vicdan borcudur. İnsanlık borcudur"

Fotoğraf: Berge Arabian

03 Kasım 2015 16:57

Ümit Kıvanç *

Şu ana kadar seçim sonuçlarıyla ilgili okumadığınız tahlil, değerlendirme, öngörü vs. kalmış mıdır? Sanmıyorum. Dolayısıyla söylenmiş her şeyin üzerine bir de bendenizin bu işe kalkışması gayet fuzuli görünecek. Ancak köşeyazarlığı müessesesinde aksi görevden kaçmak sayılacağından, birkaç söz etmek mecburiyetindeyim.

Önceliği, bir siyasî tavır olarak şımarıklık mevzuuna veriyorum. Birileri, arzuları tek fiskede dünyayı değiştirsin istiyor. Minnacık bir demokratik adım için yüzlerce insanın can verdiği bir ülkede, o elini sıcak sudan soğuk suya soktu diye hayat duracak, şekil değiştirecek ve o her nereye istiyorsa o yöne dönecek. Bu şahane insan oy attı, buna rağmen sonuç alınamadı mı? O halde... batsın bu dünya da değil, batarsa bu dostumuz neyi kendi etrafında döndürecek? Nerede kime çemkirecek? Alıp başını nereye gideceğini haykırabilecek?

İnsan azıcık utanır. Çocuklarını kurban vermiş insanlardan utanır. Eşinin, sevgilisinin, arkadaşının üzerine toprak atmış olanlardan utanır. Cumartesi Anneleri'nden utanır. Ne bileyim... kurban o kadar çok ki, bakıp da utanılacak acılı insan o kadar çok ki... Ne uğruna öldü bu insanlar? Ne uğruna çekildi onca acı?

Bu kadar kurban verildiği ve bu kadar acı çekildiği içindir ki, her koşulda doğrulup uğraşmaya devam etmek vicdan borcudur. İnsanlık borcudur.

Bu basitçe, enseyi kararttın karartmadın meselesi değil. Lüzumsuz iyimserlik yaptın yapmadın meselesi değil. Kimsin, ne istiyorsun, sen dahil yakınındaki insanlar nasıl yaşasa daha güzel olur, bir fikrin var mı, varsa bunun için ne yapıyorsun? Öncelikle bu, mesele. Sonra da, işte, insanlık borcu.

Bu bilince sahip insanlar, böyle -ikinci dereceden korkunç- bir seçim sonucu üzerine dahi, “ne yapalım, mücadeleye devam edeceğiz” diyebiliyorlar. Tankıyla topuyla gözaltısıyla tutuklamasıyla üzerlerine gelen devletle uğraşmışlar, parti binalarına, partililere saldıran linççi kalabalıklara direnmişler, günleri kurbanları gömmekle geçmiş, doğru dürüst seçim çalışması yapmalarına meydan verilmemiş, meydanlar onlara kapatılabilsin diye ülke içsavaş öncesi ortama sürüklenmiş, genel merkezleri bile yakılmış, eza cefanın bin türlüsüne göğüs germişler, çağrılarına katılan insanlar bombalarla parçalanmış; kurmaya çalıştıkları siyasetin yoluna bizzat kendi saflarından da mayın döşenmiş... yine de o Meclis'e girmeyi başarmışlar. Seçimden sonra HDP adına konuşan hemen herkes, eksiklerini görmekten, özeleştiri yapmaktan, daha çok çalışmaktan sözetti.

Fakat şu işe bakınız ki, AKP'nin başarısını açıklamak için elinde makarna, kömür ve hileden başka araç bulunmayan modern büyükşehir şahsiyetimiz, isteği elli küsur milyon seçmen tarafından yerine getirilmediği için pek öfkeli. Gidecek bu ülkeden! Keşke gitse.

* * *

Bu seçim sonucunu neden “ikinci dereceden” korkunç diye nitelediğimi şüphesiz izah etmek durumundayım. Ne olsaydı birinci dereceden korkunç olurdu? HDP giremeseydi. AKP anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu elde etseydi. MHP güçlü bir şekilde girse, AKP-MHP koalisyonu neredeyse kaçınılmaz ihtimal haline gelseydi. HDP'nin Meclis'teki varlığı, hep beraber göreceğiz ki, pek çok durumda, hayat kurtarıcı olacaktır.

HDP'nin ülke sathındaki varlığı konusu ise belirsiz. Birkaç bakımdan. Öncelikle, AKP'nin tek başına iktidar uğruna yarattığı serbest saldırı ortamı sürecek mi, bilmiyoruz. Sürdürmeyebilirler de. Sürdürürlerse, HDP adına siyasî çalışma yapmak zorlaşacak. Sırf bu da değil. “Örgüt bağlantısı” bahanesiyle HDP'yi sürekli devlet baskısı altında tutabilirler, yıpratabilirler.

İşin bir de “öbür tarafı” var. Bu seçim sonucunda da pay sahibi olan PKK etkeninin ne yönde nasıl işleyeceğini bilmiyoruz. HDP'nin Meclis'teki gücünün ve bütün toplum nezdindeki prestijinin azalmasından hiç şikayetçi olmayan bir kesim var, Kürtler arasında. “Türkiyelileşme” kavramına, derece derece, iğrenerek, şüpheyle, mesafeyle bakanlar var. “Kürt partisi”nin münhasıran Kürtlerin meselelerine dönmesinden memnunluk duyacak olanlar var. Eğer AKP seçim öncesindeki düşmanca tutumunda ısrar eder, bombardımanıyla, siyah Ranger'ıyla Kürtleri ezme-sindirme politikasını sürdürürse, öncelikle “Türkiyelileşme” taraftarları zayıflayacaktır.

Ortadoğu'da yaşanacak gelişmeler de Kürtlerin daha çok kendi kaderleriyle ilgilenmelerine, HDP perspektifinin önemsizleşmesine yolaçabilir. Bu durumda kaybeden Türkler olacak. Çünkü HDP'nin “Türkiyelileşme” önerisi, bütün Türkiye toplumu için demokratik, çoğulcu bir çıkış imkânı. Kürtleri kapsamaksızın Türklerin demokratik, çoğulcu bir geleceğe kavuşması imkânsızdır.

* * *

Birkaç söz de muhalefet üzerine. Bir muhalefet nasıl yapılırsa hiçbir sonuca hiçbir etkisi olmaz, yine gördük ki, bunun güzide örneği CHP. Geçmişi şusu busu, CHP'nin bugününü konuşmayı her zaman engelledi. (“Kaset komplosu” bile hiç soruşturulmadan edilmeden orada öylece kaldı.) Oysa etkili, inandırıcı ve ısrarlı bir kampanya ile geçmişin gölgesini aralaması, hattâ bundan kurtulması imkânsız değil. Fakat sorun bugününde. CHP ne diyor? Hangi konuda ne diyor? Hangi konuda, CHP başta olsa şöyle değil de şöyle olacağına güveniyoruz? Bir-iki şey sayabiliriz, evet. Hiçbir hayatî ihtiyaca cevap vermeyen “medenîlik” kırıntıları, elbette bu partiyi iktidar yapmaya hiçbir zaman yetmeyecek.

Kılıçdaroğlu'nun halim selim davranışları, dürüst insan imajı, Deniz Baykal şirretliğinden sonra parti liderliğine getirdiği saygın hava, çok hayatî bazı soruların sorulmasını önledi, önlüyor. CHP'nin temel, yapısal meselelerini halledilmiş sanma yanılsamasına yolaçıyor. CHP bir sosyal-demokrat parti değil. Hiç olmadı. CHP'nin “sol” sanılması, sayılması, hem CHP'yi hem “sol”u melezleştiriyor. CHP ne?

Hayatî soru her zaman şu: Bir AKP seçmenini CHP'ye oy vermeye yöneltecek şey nedir? Buna bir cevap oluşturmazsa, dörtte birlik oy payını nasıl artıracak bu parti?

Burada konuyu baştaki şımarıklık meselesine de bağlayabiliriz. AKP ya da demokrasiye, çoğulculuğa, özgürlüklere en az onun kadar saygısız başka sağ partilere oy veren toplum çoğunluğundan oy almaksızın iktidar olmak mümkün değil. Bu, basitçe oyu şuna değil buna atmaya ikna etme değil, bir dönüştürme faaliyeti demek. Milyonlarca insanın bu partilere makarna-kömür karşılığı veya cahilliğinden oy verdiğini ya da zaten faşizmin kitle tabanı olduklarını ve öyle kalacaklarını varsayarak varabileceğiniz yer neresidir? Bu ülke içinde böyle bir yer olmadığı için mi vırt zırt “gidecem!” muhabbeti yapıyorlar?

Birileri hayatını ortaya koymuş, insanca yaşayabilelim diye canını dişine takmış uğraşıyor. Seçimde hile yapılmasın diye insanlar seferber oldu, meşakkat çektiler. Her adımını acı çekerek atan iki ayrı insana rastladım oy vermeye giderken; eşlerinin yardımıyla, güçlükle yürüyorlardı, hele çiftlerden birinin üstü başı ne kadar yoksul olduklarını ortaya koyuyordu. Niye çekiyordu bu acıyı bu insanlar? Bir şehirden ötekine on-on beş saatlik yolculuklar yapanlar, yurtdışından gelip oy atıp dönen, dünyanın parasını harcayanlar, bunlara ne için katlandılar?

Bu ülkede zor, hattâ korkunç zamanlar bitmez. Bildiğimiz şeyi yapacak, mücadele edeceğiz.


* Bu yazı ilk olarak Radikal'de yayımlanmıştır.