*Ümit Kıvanç
Kimbilir alt dudağı sarkmış ne çok kadın, üst dudağını ısıran ne çok adam aynı soruyu aynı şaşkın ve hüzünlü tonda sormuştur. O soruda, bütün hayatı kaplamışken birden sönüveren renkli, büyük hayal, kişiliklerini ve pırıltılarını kaybedip birbirinin tıpkısı gözbağlarına dönen renkler, başlamakta olan kahır, üstüne serildiği bilinmezlik, birbirlerini iterek kendilerine yer açmaya çalışırlar. Maalesef hepsi de yer bulurlar. Soru, kelime olmaktan çok sestir. Dünyanın neresinde kim nece sorsa o soruyu, bu ses kulağa çarptığında tanınır. Çaresizliğin özel bir hali, birbirine yapışmış dudakların isteksiz hareketiyle başlayan, dilin damağa yapışmasıyla devam eden bir acizlik itirafı, karşılıksız kalmaya mahkûm yardım çağrısıdır.
Pek basit bir sorudan bahsediyoruz. Tek kelimelik: “Bitti mi?”
Bazıları sonuna bir “şimdi” takar. Meali: “Bu kadar mıydı?” İsterseniz: “Buraya kadar mıydı?”
Birdenbire ağızdan çıkıveren “bitti” sözü her zaman infial uyandırır. O şaşkınlık sıradan şaşkınlık değildir. Duyduğuna şaşırmak değildir esas sarsıcı olan. İnanılmaz görünebilir, ama bundan sonra olacaklara dair tekinsiz belirsizlik de değildir. Bugüne kadar yaşadıklarından şüpheye düşmektir. Hem de ne şüphe! Kâbuslardaki gibi, karanlık kuyuya döne döne, yavaş yavaş düşmeye benzer bir şüphe. Yalan mıydı her şey? Sahte miydi? Bunlara inanmış, yaşayan ben, başka bir hayatı mı yaşıyordum? Peki benim, şu anda aldatılmış, kenara atılmış, iptal edilmiş olan benim gerçek hayatım neredeydi?
“Bitti”yi söyleyenin ruhunda dönenler o kadar ilgimizi çekmez. O zalim görünür gözümüze, özdeş olalım istemeyiz. Hayalleri yıkılanın, geçmişinden şüpheye düşenin hali trajiktir; bizi kendine çeker.
Velhâsıl, hiç beklenmedik anda birinin gelip ötekine “bitti” demesi hep çarpıcı, sarsıntıcı yaratıcıdır.
Duygusal mevzulardan bahsediyoruz, ne alâkası var, demeyin, 29 Mart günü Millî Güvenlik Kurulu Kuzey Suriye’deki Fırat Kalkanı Harekâtı için “bitti” dediğinde sadece benim aklımdan mı bunlar geçti?
Bu açıklamanın kamuoyunda -o da ne?!- karşılanış tarzı, hem sözkonusu harekâtın hem de toplumumuzun kendine has özellikleri konusunda bizi bir defa daha aydınlattı, ikna etti.
Kimsenin alt dudağı sarkmadı, kimse üst dudağını ısırmadı. Kimse “niye başladı, niye bitti?” diye sormadı. Kimse yakın geçmişinden şüphe duymadı. (En mühimi bu sonuncusu.)
Ordunun resmî açıklamasına göre altmış yedi, halen haber yapıp yayımlayabilen basına göre yetmiş bir asker ne uğruna can verdi, kimse sormadı. Biz, kaderine sahip çıkma konusunda hassas, haysiyetli bir toplum olsaydık, ne uğruna kalkışıldığı belirsiz bir macerada altmış yedi askerin hayatını kaybetmesi ciddî mesele olabilirdi. Olamadı. Şehit deyince akan sular duruyor. Şehidin niye şehit olduğunu sorma aşamasına gelemedik henüz. Gelebileceğimiz de şüpheli. Çünkü şehit deyince olanlar sadece suların akışına olmuyor; aklı vicdanı iptal eden bir milliyetçilik örtüsünün altına herkes giriveriyor.
Bu yetmiş bir insan ne yaparken, ne elde etmeye çalışırken öldü?
Bu soruyu ortaya atmamın sebebi hamaset değil. Sözkonusu harekâtın en ilginç özelliklerinden birine işaret etmek. 24 Ağustos 2016’da başlayıp 218 gün süren Fırat Kalkanı Harekâtı, Millî Güvenlik Kurulu ve başbakanın açıklamalarına bakılırsa, “başarıyla” sonuçlandı. Sahiden öyle mi? Başarıdan sözedilebilir mi?
Hayır dememi bekliyorsunuz, diyemeyeceğim. Çünkü bu harekâtın karakteristik özelliği, hedefinin başta ilan edilmemesiydi, dolayısıyla başarıyla sonuçlanmaması ihtimali yoktu. Her ne elde edilirse “zaten bunu istiyorduk” diye sunulabilirdi. Nitekim öyle oldu.
Tek pürüz: kimse inanmadı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutasında, Ahrar el-Şam ve çeşitli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gruplarının Türk askerleriyle beraber yürüttüğü harekât, El-Bab’ın uzun ve zahmetli mücadelelerle alınmasını müteakiben, tıkanmış kalmıştı. Doğuya (Menbiç) ilerlemesini ABD, batıya (Efrin) yönelmesini Rusya önlüyordu, güneyi (Rakka) Suriye ordusu tutmuştu.
Buna rağmen atıldı tutuldu, atıldı tutuldu, ama bariz biçimde görünen hakikat nihayet tecelli etti.
Bir öyle bir böyle bir şöyle…
Bu vesileyle, devletin en üst kademesindeki yetkililerin Fırat Kalkanı’na dair sözlerinden bir demeti hatırlayalım (ayrıca isim belirtilmemişse söz Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ait; bazılarını kısaltarak, mealen aktarıyorum; baştan beri öyle yazdığım için Münbiç’leri Menbiç yapıyorum):
“Mesele Cerablus’u kurtarıp Cerablus halkına orayı teslim etmekti, bu başarıldı. Rai’yi kurtarıp Rai halkına teslim etmekti, bu başarıldı. Şimdi El-Bab’a doğru operasyon genişliyor” (24 Eylül)
“Şu anda El Bab’a dayandık… Yetmez. Biz şimdi oradan da Menbiç’e doğru ayrıca gideceğiz” (23 Kasım)
“Zalim Esad’ın iktidarına son vermek için biz oraya girdik” (29 Kasım)
“Harekâtın hedefi bir ülke veya bir kişi değil” (1 Aralık)
“El-Bab hamdolsun hallolmak üzere” (23 Aralık)
“Çıkılan bu yoldan geri dönmemiz mümkün değil” (27 Aralık)
“El-Bab operasyonunu inşallah kısa sürede bitirecek şekilde yeni bir tertiplenmeye gidildi. İnşallah bu çok yakın bir zamanda hallolacak. Ardından Münbiç başta olmak üzere, terör örgütlerinin yuvalandığı diğer bölgeleri de temizlemekte kararlıyız” (4 Ocak)
“El-Bab’dan daha ileri gitmemek lazım” (27 Ocak)
“Bundan sonraki hedef Rakka Operasyonu. Özel kuvvetlerimizi devreye sokabiliriz” (Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 8 Şubat)
“El-Bab operasyonunun başarılı olmasıyla Fırat Kalkanı Harekâtı hedefine ulaşmış olacak. Rakka başka bir meseledir” (Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, 11 Şubat)
“El-Bab’dan sonra durmak; böyle bir şey yok. El-Bab bir defa bizim nihai hedefimiz değildir” (12 Şubat)
“Nihaî hedef 5 bin kilometrekarelik bir alanı temizlemek” (12 Şubat)
“Bundan sonraki süreçte Rakka ve Menbiç olayı var” (12 Şubat)
“El-Bab’tan sonraki hedefimiz Menbiç’tir” (16 Şubat)
“Rakka’da doğrudan operasyona girmeyeceğiz” (Başbakan Binali Yıldırım, 18 Şubat)
“Sonraki hedef Rakka Operasyonu’dur… planlama çalışmalarını yapıyoruz” (Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 24 Şubat)
“Şimdiki safha, daha önce belirlediğimiz Menbiç’tir” (28 Şubat)
“YPG Menbiç’ten çekilmezse vuracağımızı söyledik” (Çavuşoğlu, 2 Mart)
“Menbiç sürecinde bildiğiniz gibi şu anda orada Türkiye-Rusya olarak koalisyon güçleriyle bir işbirliği yapalım istiyoruz” (10 Mart)
“Bundan sonra asıl hedef Rakka” (10 Mart)
“Menbiç kenarında bazı köyleri de almış vaziyetteyiz. Devam ediyoruz” (13 Mart)
“Menbiç operasyonu başladı ve yürüyor diyebiliriz değil mi?” sorusuna cevaben: “Tabii” (13 Mart)
“Bab’dan sonra Menbiç’e şu anda yaklaşmış durumdayız” (27 Mart)
“Fırat Kalkanı Harekâtı başarıyla tamamlandı” (MGK, Başbakan, 29 Mart)
Bunları toplu halde okuyunca, sanırım siz de benim gibi, harekâtın baştan belirlenmiş hedefinin varolmadığına, nasıl sonlandırılacağının bilinmediğine, baştan sona tam bir “ne tutturursak” havasının hakim olduğuna kanaat getireceksiniz.
Yetmiş bir şehit. Peki, altmış yedi olsun. Dudaklar..?
“Ne elde edildi?” sorusunu sormayacak mıyız?
Cevabı şu: Suriye’nin kuzeyinde, Rusya ve kısmen ABD’nin icazetiyle, Suriye’nin formalite icabı kınamaları vs. dışında ses çıkarmamasıyla girilen, hangilerinin kısa süre içerisinde El-Kaide’ye katılacağı belirsiz birçok cihatçı grupla birlikte tutulan bir bölge oluşturuldu. Bu bölgenin varlığı şu anda Rusya ve Suriye’nin işine geliyor. Yarın gelmeyecek, Türkiye’ye ‘çık’ denecek.
Düşman kimdi?
Fırat Kalkanı’nın hedefi kadar, düşmanı da muğlaktı. Harekât boyunca, savaşın kendisine karşı başlatıldığı söylenen düşman, yani DAİŞ (“İslâm Devleti” örgütü) hakkında pek az olumsuz haber, yorum yazılıp çizildi. Örtülü düşman ya da esas düşman YPG, Kürtler daha çok konu edildi.
Türkiye’de bu durum o kadar doğal sayılıyor, öylesine veri alınıyor ki, Türk ordusu ile Ahrar ve ÖSO kuvvetlerinin karşısında DAİŞ kalmadığında harekâtın neye dayanılarak sürdürüleceğini pek kimse düşünmemiş görünüyor. Harekâtın uluslararası meşruiyetinin “DAİŞ’le savaş” için güçbirliğine dayandığının sanki kimse farkında değil.
Ankara için harekât esas olarak Kuzey Suriye’deki Kürt siyasî-askerî varlığına yönelikti. Rusya ve Suriye ise, DAİŞ’in -işine çok yarayan- Türkiye sınırından temizlenmesi, birtakım cihatçıları barındıracak ve kontrol altında tutmaya yarayacak bir geçici bölge yaratılması için onay verdiler.
‘Esas düşman YPG’ydi’ demekle iş bitmiyor. “Başarı”ya dair soru daha bir derinleşiyor: Fırat Kalkanı, resmen nasıl tanımlanmış olursa olsun, Kuzey Suriye’deki Kürt etkinliğini zayıflatma amacıyla yapıldıysa, somut hedefi neydi? Ne amaçlanmıştı da şimdi “başarıyla” bitirildiği ilan edildi? “Kantonlar arasında koridor oluşmasın” mı? Yarın, Fırat Kalkanı bölgesinden Türkiye’ye ‘çık’ denecek ve bu koridor muhtemelen Suriye rejiminin denetimi altında oluşacak. Rusya-Suriye herhangi bir başka düzenlemeye gidebilirler, gıkınızı çıkaramazsınız. Ee?
Ankara’nın Moskova’ya -dolayısıyla Şam’a- herhangi bir şey dayatacak hali yok.
Öbür tarafa dönelim.
ABD’nin CEO’dan bozma Dışişleri Bakanı Rex Tillerson Ankara’ya geldi, şunları ortaya koydu: 1. Esad’ın kaderine Suriye halkı karar verir. 2. Türkiye bundan sonrasında “istikrar” için katkıda bulunacak. ABD’nin YPG’ye desteği ile ilgili soruları da, diplomasi âlemi için fazla alenî sayılacak tarzda, cevapsız bırakarak cevapladı.
Sarkıyor, ısırılıyor dudaklar.
Bitti mi? Bu muydu?
* Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.