16 Kasım 2016 20:49
Ümit Kıvanç*
Gazetecilik mesleği dünya çapında büyük tehdit altında. Evet, hem de tam teknolojik gelişme sayesinde böyle bir mesleğin önünde engin ufuklar açılmış, muazzam imkânlar belirmişken.
Mesleğin büyük bunalımının ayrı ayrı, uzun uzun ele alınması gereken pek çok derin ve çetrefil konu başlığı var.
Globalleşme, vahşi neoliberal kapitalizm, sermayenin bütünleşmesi, tekleşmesi; bu sürecin “basın” diye ayrı bir sektörün varlığını salt ekonomik bağlantılar açısından bile giderek imkânsızlaştırması… işin bir yönü. İnternet ve bireysel haberleşme özgürlüğünün olağanüstü boyutlara ulaşması, bunun bir yandan sayısız yerel-bireysel “yayıncı”yı haber-bilgi kaynağı kimliği ve işleviyle devreye sokması, -1980’lerden beri “medya” diye adlandırılan- yerleşik basını alışkın olmadığı bir rekabet ve yarışa zorlaması, öbür yandan bilgi ve haberin dört yandan denetimsiz bir şekilde üstümüze yağması sonucu algı, yorum, çıkarsama vs. şemsiyelerimizin paramparça olması… bunlar da meselenin başka yönleri.
Bunlara, konjonktürel filan denmeyip hiç şüphesiz eklenmesi gereken olgu, dünyanın dört yanında yükselen bir tür neo-faşist, popülist dalganın iki ayrı araçla gazeteciliği tamamen silip süpürme gayreti.
Bu araçlardan ilki, bildiğimiz baskı, yıldırma mekanizmalarının çeşitlenmiş, yaygınlaştırılmış, derinleştirilmiş versiyonları; amaç, tek elde yoğunlaşmış iktidardan bağımsız gazetecileri, basın kuruluşlarını çalışamaz hale getirmek veya doğrudan yok etmek. Türkiye’de bu baskı ve imha çabalarının çıplak, pervâsızca, hunharca örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. Polonya ve Macaristan’da da faşizan-popülist lider ve hareketlerin iktidara gelir gelmez ilk yöneldikleri işlerden biri, bağımsız veya muhalif gazeteciliği silip süpürme operasyonları oldu. Putin ve Rusya, mâlûm. Dünyanın en güçlü devletinin başına gelen şımarık ırkçı zengin Donald Trump, seçim kampanyası boyunca hem basını külliyen “yalancı” diye suçladı hem de başkan seçildikten sonra bu yaptıklarını yanlarına bırakmayacağını imâ etti. Nitekim seçilmiş başkan olarak gazetecilerin karşısına çıktığı ilk gün, Al Jazeera muhabirine, “İşiniz bitti,” cinsinden bir laf sokuşturdu.
Popülist-faşizan hareketlerin bağımsız gazeteciliği öldürme gayretlerinde kullandıkları ikinci araç, bütünüyle iktidara bağımlı, düpedüz propaganda aygıtı niteliğinde gazete ve televizyonlarla, aslında gazeteciliğin iş görmesi gereken alanı işgal etmek. Şişirilmiş, güçlendirilmiş, tek ağızdan haykırılan propaganda, haberin, gerçek aktarımının yerini eksiksiz gediksiz aldığında, bir tür “gerçek-ötesi”oluşturuluyor. Bu neredeyse bir paralel evren gibi, liderin, iktidar mensuplarının ve destekçilerinin içinde yaşadığı, dost ve düşmanların dostça ve düşmanca sıfatlar eklenmeksizin zikredilmediği, kendine özgü algı mekanizmaları, çıkarsama mecburiyetleri, özel jargonu, giderek dili olan, özel bir âlem. Gerçekte haber aktarımı olması gereken şey, burada, bir ayin, bir tören, topluluğun biraradalığını ve gücünü tescil eden ve kutsayan bir slogan iletimi halini alıyor.
Ayrıntısıyla, zemini çerçevesiyle bütün gerçekliğin kutsanmış resmî mercekten geçirilmesi, otoritenin güçlendirilmesi, destekçi kitlenin otorite odağına bağlılığının pekiştirilmesi amacıyla düzenlenen özel bir işleme, işlemler toplamına, yani operasyona dönüşüyor.
“Algı operasyonu” lafının tam da bizzat bu işi yapanların ağzında sakız oluşu boşuna değil. Haber iletimine algı operasyonu damgası vurarak algı operasyonuna alan açılıyor. Bu şekilde yaşanacak birkaç yıldan sonra, kimsenin bağımsız haber verilmesi diye bir faaliyete, bağımsız haber verene güveni inancı kalmayacaktır; dahası, böyle bir kavram anlaşılmaz hale gelecektir.
Türkiye gibi, yalanın zaten toplumsal norm olduğu, medyanın Cumhuriyet tarihinin başından beri -çoğunluğu, ağırlığıyla- devletin bir kolu gibi iş gördüğü, 1980’lerden sonra hepten medya dışı sermayenin denetimine girdiği, nesnellik, akıl, muhakeme, değerlendirme, tahlil gibi kavramların anca meraklısının bildiği özel mekânlarda çok ısrar edene servis edilebildiği bir ülkede, hâlihazırda iktidar propaganda aygıtının (“havuz medyası”) bağımsız haber aktarımı faaliyetini iptal veya def veya men ve nihayet imha edebilmesi, toplum çoğunluğunu hiçbir zaman hiç kimsenin hiçbir yayını bağımsız haber aktarmak için çıkarmayacağına ikna edebilmesi pek kolay.
Yükselen faşizan-popülist dalganın üzerimize çullanması sonucu yaşayacağımız felaketleri şimdilik bir yana bırakalım. Türkiye’nin ırkçı-İslâmcı iktidarı kıt kanaat yayın yapmaya çalışan bağımsız yayın organlarının malını mülkünü gasp etmemiş, herhangi bir yerde herhangi bir doğru dürüst gazetenin kapısından giremeyecek cahil militanları kanaat önderi payesiyle taçlandırmamış olsa da gazeteciliğin karşı karşıya kalacağı -çünkü kaldığı- varlık-yokluk meselesine bakalım. Kültür ve eğitim bakımdan bizden çok daha iyi durumdaki ülkelerde de medya böylesine hayatî bir bunalım içinde. Sonuçları şimdilik apaçık görünmüyor, ama kısa vadede daha görünür olacak, uzun vadede kimbilir nerelere varacaktır.
Gazeteciliğin dünya çapındaki bunalımı, bir temel meselede simgeleniyor: İnandırıcılık veya güven sorunu. Bize göre çok daha sağlam ölçütlere ve geleneklere, çok daha sıkı denetim mekanizmalarına, çok daha eğitimli, kaliteli personele, çok daha geniş imkânlara sahip Batı basını da çok ciddî bir güvenilmezlik gerçeğiyle yüzyüze.
Güvenilmezlik hissini yaratan pek çok etken var. Bunların başında, ana akım medyanın giderek homojenleşmesi yeralıyor. Bakış açıları, yaklaşımlar, dolayısıyla tesbit ve hükümler, dolayısıyla söylem ve üslûplar birbirine benzemeye başlıyor. Değişik yayın organları aynı dilden aynı yönde konuşmaya başladıklarında, evet, belki bu toplu gayretleriyle çoğu zaman norm oluşturmayı, konuşulacak konuyu ve bunun ele alınacağı dili belirlemeyi başarıyorlar; ancak tek tek güvenilirliklerini kaybediyorlar. Tek elden yönetilen, zaman zaman birtakım komploların parçası, icracısı olan kuklalar gibi algılanabiliyorlar. (Bizim medya sûretindeki iktidar propaganda aygıtının uzun vadede kendi kendini yemekte, yok etmekte olduğunu ilk anlayan kim olacak acaba?)
Medyada bu homojenliğe yolaçan etkenleri (medyanın sermaye yapısı, bağları, siyasetçi-gazeteci ilişkileri, global elitlerin belli başlı gelişmiş ülkelerdeki medyayı “kapsama” gayretleri, gazetecilerin yetiştiği çevreler, kültürel aidiyetleri, ideoloji…) ayrıca ele almak gerek. Bu hayatî didiklemeyi şimdilik erteleyelim. Bir tek araştırma sonucu aktardıktan sonra: Transparency International’ın “Global Yolsuzluk Barometresi”ne göre Almanya’da okur-izleyici kitlesi medyadaki yozlaşmanın arttığını düşünüyor. Yolsuzluk skalasında medyacılardan daha üstte yeralan sadece iki grup var: siyasî partiler ve özel teşebbüs! Bu tesbit her şeyden önce bu üç grubu böyle bir güvenilmezler listesinin tepesinde biraraya getirdiği için önemli; ama dediğim gibi, şimdilik bu derin mevzuyu erteliyor, bu toplaşma-bütünleşmenin ana akım medyaya yönelik kemirici-yıkıcı tesirine dönüyoruz.
Toplum çoğunluğunun “gazetecilik” dendiğinde ilk aklına getirdiği “ana akım”ın giderek farklı, bazen zıt eğilimleri temsil eder olmaktan çıkışı, önemli konularda farklı gazete ve tv kanallarının hem birbirleriyle hem de -daha vahimi- yöneticiler, hükümetlerle ağız birliği eder hale gelişi, okurların/izleyicilerin medyaya bakışını doğrudan ve önemli ölçüde etkiliyor. Hiç beklenmeyecek ülkelerde okurların azımsanmayacak kısmının, “dünya basını” dendiğinde akla ilk gelen itibarlı gazeteler hakkında bile “hükümetten talimat alıyorlar” diyebilmesi, gazeteciliğin geleceği açısından çok tehlikeli.
Kamuoyu araştırmalarının dolaylı olarak ortaya koyduğu çok önemli bir gerçek var: Okurlar/izleyiciler, hernekadar kendi gazetelerine veya kanallarına özel bağlılık duysalar da, medya âlemini farklı, hattâ zıt eğilimlerin birarada varolduğu bir yelpaze olarak hayal edebilmelerini sağlayacak farklı yayın organlarının varlığına ihtiyaç duyuyorlar. Kendi gazetelerindeki fikri, başka -rakip- yerdeki farklı fikrin karşısında görmek istiyorlar. Belli başlı (ana akım) gazete ve tv kanalları aynı olaya aynı açıdan yaklaşıp aynı yönde yayın yapmaya koyulduğunda hepsinin hem tek tek hem topluca güvenilirliği hem de gazetecilik mesleğine duyulan güven ve ihtiyaç azalıyor.
Popüler-faşizan iktidarların havuz medyası tipi organizasyonlarla gazetecilik mesleğine verdikleri zarar, bağımsız gazetecilere ve yayın kuruluşlarına revâ görülen zulümden ibaret değil yani. Almanya’da, Fransa’da dahi okurlar/izleyiciler medyayı tek elden yönlendirilir hale gelmekle, iktidar sahipleriyle içli dışlı olup hep beraber belli çıkarları savunmakla suçluyor ve bu yüzden gazetecilere güvenleri giderek azalıyorsa, etrafında -veya uzağında ama “dünyasında”- olup biteni sahiden haber almak isteyen insanları karanlık günler bekliyor demek. Çünkü doğru dürüst yürütülen gazetecilik dışında hiçbir faaliyet bu ihtiyacı tam anlamıyla karşılamaz.
Ve hernekadar “ana akım” denen medya birçok yerde birçok zaman çeşitli musibetlerin, kimi yerde kimi zaman da bütün kötülüklerin anası olabilmişse de, bir asgarî zemin, bir norm oluşturucu, gelenek koruyucu olarak ana akım basına gerek ve ihtiyaç vardır. Gazeteciliğin meslek ve kurum olarak yok oluşa sürüklenmesinin yaratacağı açığı bireysel-yerel gönüllü -ve sistemsiz, keyfî- haberciler, gerçeğe ve yalana aynı derecede açık -ve yine sistemsiz, keyfî- sosyal medya, sağdan soldan algı kapılarımıza çarpan gelişigüzel mesaj parçacıkları gideremez. Gazetecilik meslektir.
Türkiye’de, insanı hem üzen hem utandıran hem öfkeye boğan felaketleri ardarda yaşıyoruz; her gün yenisini. Bu ortam iki gün sonrası için bile konuşmayı imkânsızlaştırıyor. Bu yüzden temkinli olayım, yine de söyleyeyim: önümüzdeki haftalarda gazeteciliğin bugünü ve istikbali üzerine konuşmayı sürdürme niyetindeyim. Gazetecilik ölürse kaybedecek olan muktedirler değildir.
* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.