Ruşen Çakır
(Vatan, 28 Eylül 2012)
'Önce Hakan Bey’in üzerine gidildi, sonra da benim üzerime geleceklerdi...'
Başlığa çıkarttığım sözler Başbakan Erdoğan’a ait. Bu cümleyi önceki akşam Kanal 7-Ülke TV ortak canlı yayınında Oslo görüşmeleri bağlamında kurdu. “Hakan Bey” tabii ki MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Kastedilen olay Fidan’ın, eski müsteşar Emre Taner ve bazı eski/yeni MİT çalışanları ile birlikte İstanbul’da özel yetkili savcılığa ifade vermeye çağrılması. Başbakan daha önce Çin gezisi dönüşünde uçakta gazetecilere, bu olayın zamanlamasının ilginçliğinin altını “tam da nekahat dönemime denk geldi” diyerek çizmişti. O zaman da Fidan’dan sonra sıranın kendinde olduğunu söylemişti; önceki gün de aynı şeyi yaptı ama nedense onun bu ısrarlı çıkışları ne medyada, ne siyaset dünyasında hak ettiği şekilde değerlendirilip tartışılmadı.
Kim?
Halbuki sırf bu cümle üzerine saatler sürecek televizyon tartışmaları yapılabilir, sayfalarca yazı kaleme alınabilir. Öncelikle bu cümlenin “gizli özne”sinin kim olduğu sorusuyla işe başlanabilir. Sahiden kim onlar? Erdoğan çoğul bir özneden bahsettiğine göre sadece özel yetkili savcıyı kastediyor olamaz. Sahi neydi savcının adı? Google’a başvurmadan hatırlayan kaç kişi çıkar? Soyadının Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya ile aynı olduğunu hatırlıyorum ama adı aklımda kalmamış; internetten Sadrettin olduğunu öğreniyorum.
Niçin?
İkinci soru hiç kuşkusuz “niçin?” olacaktır. Evet, MİT görevlilerinin PKK ile sürdürdükleri görüşmeler nedeniyle soruşturulmak istendiklerini biliyoruz ama savcının (ve tabii ki Erdoğan’ın kimliklerini açıklamadığı “onlar”ın), bir istihbarat servisi için son derece normal olan bu faaliyetlerden niçin rahatsız olduğunu (olduklarını) bilmiyoruz.
Nasıl?
Bir diğer önemli soru “nasıl?” olacaktır? Çünkü MİT görevlilerinin bu görüşmeleri hükümetin siyasi bir kararına bağlı olarak ve yine hükümetin denetiminde sürdürdükleri ortada olduğuna göre özel yetkili olsun ya da olmasın bir savcının böyle bir adımı nasıl atabildiği ciddi bir soru işaretidir. Bunu, bazılarının ileri sürdüğünün aksine bir yargı görevlisinin “kuvvetler ayrılığı” ilkesinden güç alarak yaptığı bağımsız bir hareketten ziyade, yargının yürütme üzerinde bir tür vesayet arayışı olarak görmek mümkündür. En azından “sonra benim üzerime geleceklerdi” diyen Başbakan’ın böyle düşündüğü açıktır. Erdoğan’ın İmralı ve Kandil’le yeniden görüşmelerin başlayabileceğini ilan etmesiyle birlikte Kürt ve PKK sorunlarında yeni bir döneme girmekte olduğumuz kesin. Ama bir önceki fiyaskonun yaşanmasını istemiyorsak bu üç sorunun peşini bırakmamamız gerekiyor.
*****
Kemal Burkay'a cevap
Bir yazımda kendisine “geniş bir devlet ve medya desteği”verildiğini söylediğim için beni sert bir şekilde eleştiren Kürt siyasetçi Kemal Burkay’ın yollamış olduğu mektubunun önemli bölümlerini dün yorumsuz biçimde yayınladım. Bazı okurların ısrarına rağmen tartışmayı tadında bırakmak istiyorum. Çünkü böylesine bir polemiğin Kürt sorununun çözümüne katkısı olmayacağını düşünüyorum.
*****
Bülent Ersoy'a bir kez daha teşekkürler
Habertürk TV’den Sorel Dağıstanlı dün Bülent Ersoy’la başarılı bir söyleşi yaptı. Daha önce “Oğlum olsa askere göndermem” dediği hatırlatılınca Ersoy’un tepkisi şöyle olmuş: “Ne oldu? Soruyorum ne oldu? Beni idam edeceklerdi. Keşke etselerdi. Eğer bir Bülent Ersoy’un ölmesiyle çözülecekse, Türkiye Cumhuriyeti ’nin huzurlu ortamı için feda olsun. Ama nerede? Ben ne dedim. Savaş yok, barış var. Ölüm yerine çözüm. Yanlış mı söyledim?”
Ersoy, Dağıstanlı’nın “Oslo görüşmelerine ne diyorsunuz, masaya oturalım mı?” sorusunaysa daha müthiş bir cevabı var: “Çözüm diyorum. Oslo’da olur Rusya’da olur, uzayda olur. Çözüm olsun da nerede olursa olsun. Eğer çözüm olacaksa Oslo’da da olur İzmir’de de, Bursa’da da önemli olan netice. İsterse uzayda olsun.” Kendisine bir kez daha teşekkür etmekten başka yapacak bir şey yok.