18 Ocak 2010 02:00
AKP'nin 2007 yılında ’Sivil Anayasa’ için oluşturduğu Bilim Kurulu’nda yer alan Anayasa Profesörü Serap Yazıcı, 'Bırakın anayasayı bu ortamda kira kontratı bile yapılmaz' dedi.
Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı'nın röportajı:
“Türkiye çok karanlık bir tünelden geçiyor. Toplumdaki hoşgörüsüzlük ve kutuplaşma iki yıl öncesine göre çok daha arttı” diyor. Ona göre, bu ortamda yeni bir anayasa hazırlamak neredeyse imkansız. Hatta böyle bir girişim yeni çatışmalar da doğurmaya gebe! Üstelik iyice yıpranmış bu parlamentodan da yeni bir anayasa çıkmaz!
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Önümüzdeki seçimler adeta bir anayasa seçimi olacak” sözleriyle anayasa değişikliğinin tekrar gündeme geldiğini açıklamış oldu. Anayasa değişikliği ilk kez gündeme gelmiyor bu ülkede... Çok değil, 2007 yılında yine AK Parti iktidarında ciddi biçimde ele alınmış, hatta ’Sivil Anayasa Taslığı’ bile hazırlanmıştı. Tabii kıyametler kopmuştu, özellikle de “Laiklik elden gidiyor” diye, üstelik taslağı kimse okumamışken!.. O taslağı Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki altı kişilik bir bilim kurulu hazırlamıştı. Prof. Serap Yazıcı da o kuruldaydı. O fırtınalı dönemde kendisiyle bir söyleşi yapmıştık ve Yazıcı “Keşke kamuda başörtüsü yasak ibaresini koysaydık Anayasa taslağına” demişti.
Bu süreçte yine Yazıcı ile görüşmeyi tercih ettik. Zira olanı biteni, en iyi onun değerlendirebileceğini düşündük, hem geçmiş deneyimi, hem de akademisyen kimliği nedeniyle... Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Anayasa Hukuku Profesörü Serap Yazıcı, şu anda anayasa değişikliği yapmanın her dönemden daha zor olacağı görüşünde... Yazıcı, “İki yıl önce gündemde laik-dindar çatışması vardı, bugün de bu çatışma sürüyor ama en az onun kadar tehlikeli bir kutuplaşma daha var; Türk-Kürt ayrışması... Biz bu ortamda, bırakın anayasa değişikliği yapmayı, kira kontratı gibi çok basit bir sözleşmeyi bile yapabilecek hoşgörüye, uzlaşmaya, diyaloğa sahip değiliz!” diyor. Ona göre dezavantajlar bununla da sınırlı değil. Artık parlamento da çok yıprandı, yoruldu. Bu parlamentodan yeni bir anayasa çıkmaz!
Türkiye 30 yıldır ucube bir Anayasa ile yönetiliyor
Yeniden anayasa değişikliği gündemde. Sizin hazırladığınız taslak üzerinde mi çalışılacak acaba?
Kamuoyu, bizler, yani o anayasa taslağını hazırlayan 6 kişi, sanki AK Parti’nin anayasa hukuku danışmanlarıymışız gibi bir algı içinde. Böyle bir durum söz konusu değil. Biz çalışmamızı 2007 yılında tamamladık, kendilerine teslim ettik, kamuoyuna açıkladık. Ondan sonra herhangi bir tarihte, Türkiye’nin herhangi bir anayasal meselesi üzerine AK Parti ile hiçbir diyaloğumuz olmadı, bize herhangi bir konu danışılmadı. Dolayısıyla Sayın Atalay’ın “Bir sonraki seçim anayasa seçimi olacaktır” ifadesinin Türkiye için getireceği anayasa metni ne olacaktır bunu da bilemiyoruz.
Öncelikle ne tür değişiklikler olmalı?
Bunu iki ayrı boyutta ele almamız gerekiyor; bu değişikliklerden kastımız kısmi değişikler mi, yoksa tümüyle yeni bir anayasa projesi üzerine mi? Ama ben her vesileyle ifade ediyorum, Türkiye’nin en temel problemi demokrasi problemi. Bu problemi çözmemiz için kısmi anayasa değişiklikleri yeterli değildir, çünkü bu anayasa başlangıç bölümünden en son hükmüne kadar son derece otoriter, vesayetçi, yasakçı ve milliyetçi bir zihniyetle hazırlanmıştır. Haliyle yapacağımız kısmi değişikliklerin hiçbiri derde deva olmayacaktır. Üstelik bugüne kadar yapılan değişikliklere baktığımız zaman, özellikle 2001-2004 değişiklikleri tabii çok önemli değişikliklerdir, Türkiye için demokratikleşme ve sivilleşme bağlamında gerçekten önemli hukuki sonuçlar yaratmıştır, fakat öylesine ciddi teknik sorunları da beraberinde getirmiştir ki, şu anda Anayasa’nın bir hükmünde yapılan değişiklik tek başına hukuki sonuç doğurmuyor, o hükümde yapılan değişiklik, diğer hükümlerle birleştiğinde bir anlam ifade ediyor. O yüzden Türkiye’nin demokratikleşme ve sivilleşme sorununun kısmi anayasa değişiklikleriyle çözülebileceği kanısında değilim. Mutlaka tümüyle yeni baştan hazırlanmış bir Anayasa’ya ihtiyaç var.
Peki tümden bir Anayasa değişikliğine Türkiye hazır mı?
Çok isabetli bir soru sordunuz. Bir kere tümüyle yeni bir anayasa gereklidir ifadesini kullanırken kastettiğim anayasa; çoğulcu demokrasinin ve hukuk devletinin icaplarına, insan haklarının evrensel standartlarına uygun bir anayasa... Peki Türkiye böyle bir anayasayı yapabilecek bir pozisyonda mı? Türkiye öylesine karanlık bir tünelden geçiyor ki, adeta Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana toplumun çoğulcu yapısı içinde mevcut olan, fakat inkar edilen gerçekler yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor ve tüm bunlar toplum içinde ciddi çatışmaların var olduğunu gösteriyor.
Bu çatışmalar yeni mi?
Bence yeni değil, bu çatışmanın kökleri çok eski tarihlere uzanıyor, fakat bu çatışmalar gözlerimizin önüne yeni yeni seriliyor. Belki de bizler bunların farkına varmaya yeni yeni hazır hale geliyoruz. Böyle bir ortamda toplum olarak, ’toplum sözleşmesi’ anlamına gelen anayasayı yapmanın gerektirdiği diyaloğa, hoşgörüye, uzlaşmaya sahip olmadığımızı hepimiz biliyoruz. Biz bu ortamda kira kontratı gibi çok basit bir sözleşmeyi bile yapabilecek diyaloğa, uzlaşmaya ve hoşgörüye sahip değiliz. “Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye... Seçkincilikten Toplum Sözleşmesine” adlı son kitabımın sonuç bölümünde de aynen bu sözleri ifade ettim. Türkiye’de çok ciddi çatışma boyutları var; Batılı ve laik yaşama biçimine sahip olan ve bunu korumayı arzu eden kesimlerle, dindar ve muhafazakâr çevreler arasındaki çatışmalar, Sünni kesimle Alevi kesiminin arasındaki çatışmalar, Türk ve Kürt etnik temelinde ortaya çıkan çatışmalar gibi... Bu çatışma süreci içinde gerçekten Anayasa yapmanın gerektirdiği zemine sahip olmadığımızı kabul etmemiz lazım. Ama öncelikle şu gerçeği görmek zorundayız; dünyanın hiçbir yerinde homojen bir toplum yapısı yok. Her toplumun içinde farklı temelde ortaya çıkmış çeşitli gruplar var; din, dil, ırk, etnik köken gibi... Bunlar toplumsal hayatın getirdiği gerçekler. Eğer bu gerçekleri kabul edebilirsek, bizden daha farklı olan kesimleri anlamaya çalışmayı kabul edebilirsek, belki yeni bir anayasa yapmanın da zeminini hazırlamış olabiliriz ama şu şartlarda ben bunu zor görüyorum. Ama uzun vadede umutluyum.
Uzun vadeden kastınız nedir?
Türkiye yaklaşık 30 yıldır bu ucube anayasayla yönetiliyor, herhalde sonsuza kadar bu anayasa ile birlikte yaşamayacak. Elbette günün birinde bu anayasayı değiştirmenin şartlarını hazırlamış olacağız. Tabii bu noktada toplumun farklı kesimlerinin birbirlerine güven vermeleri gerekiyor. Çünkü çeşitli tartışma ortamlarında şuna tanık oluyorum, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihte bu anayasaya yönelik çok ağır eleştiri yöneltmiş, bu anayasanın tümüyle değiştirilmesi gerektiğini savunmuş olanlar bugün yürürlükte kalması gerektiğini öne sürüyorlar. Çünkü çeşitli korkuları var ve o korkular uğruna ileriye doğru adım atmayı reddediyorlar.
Laiklik elden gider korkusu gibi mi?
Evet... Aslında, benim yakın çevremde gözlemleyebildiğim, özellikle kentleşmenin ve göç olgusunun beraberinde getirdiği gerçekleri doğru algılayamamaktan kaynaklanan korkular bunlar. Türkiye’de giderek dindarlaşma eğiliminin güçlendiği gibi bir kaygı söz konusu. Aslında bunu tabii sosyologlar çok daha iyi biliyorlar, onların alanına müdahele gibi algılansın istemem ama Türkiye toplumu her zaman muhafazakâr, dindar eğilimleri kuvvetli olan bir toplumdur. Ama bizler kentlerde kendi hayat alanlarımız içinde belki Anadolu insanının eğilimlerini bilmeden yaşıyoruz. Tabii bir de kentleşme bu yüzyılın önemli bir olgusu. Özellikle Türkiye’de çok süratli ve plansız olarak cereyan ediyor, göçle birlikte evvelce kentlerde alışık olmadığımız görüntüler hakim olmaya başladı. Türbanlı genç kızların sayılarının artmış olması ve aynı şekilde etnik temelde de farklı toplum kesimlerinin büyük kentlerde varlıklarını göstermeleri gibi... Bütün bunlara karşı ben uzun süreden beri kentlerde yaşayan insanların çok hoşgörüsüz olduklarını görüyorum, hatta kimi ortamlarda şunları duyuyorum ve çok üzülüyorum, “Neden Anadolu’ya evlerinize dönmüyorsunuz!” Bu topraklar hepimizin, bu topraklarda yaşayan bütün Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşları vergi veriyorlar, çocuklarını askere gönderiyorlar, bütün yükümlülüklerini eşit olarak yerine getiriyorlar, elbette büyük kentlerde yaşamak da hepimizin hakkı. Ama Türkiye bu göç olgusunun ve hızlı kentleşmenin getirdiği birtakım sorunları hazırlıksız olarak kucakladı ve ortaya çıkan bu görüntülerden hareketle de, “Türkiye dindarlaşıyor, muhafazakârlaşıyor, acaba bizler yarın çarşafa mı mahkum edileceğiz?” gibi birtakım kaygılar duyuluyor.
Öğrencilerim, 'Hocam, Aleviyim ama kimse bilmesin' diyor
Dikkatimi çeken bir konu da, Alevilerin Alevi kimliklerini, Kürtlerin Kürt etnik kökeninden geldiklerini saklamaya mecbur kalmaları ve bunu açıkladıkları takdirde çok ciddi bir dışlanmaya maruz kalacakları şeklinde bir kaygıyı yaşamaları. Bu çok üzüntü verici... Zaman zaman öğrencilerim bana gelip çok büyük bir sırrı emanet edercesine, “Hocam, ben Kürdüm veya ben Alevi’yim ama ne olur bunu kimse bilmesin. Eğer bilirlerse arkadaşlarım beni dışlar” şeklinde ifadeler kullanıyorlar. Bu duyduklarıma inanamıyorum ve her zaman derslerimde bütün mesajlarımı bu farklılıkları hoşgörüyle karşılamak yönünde vermeye çalışıyorum. Biliyorsunuz Prof. Binnaz Toprak’ın Prof. Ali Çarkoğlu ile birlikte yaptığı araştırmalar var. “Komşu olarak Müslüman olmayan kişileri kabul eder misiniz? Alevileri kabul eder misiniz? Eşcinsel bir komşunuz olmasını kabul eder misiniz?” gibi sorular sonunda ortaya çıkan cevaplar çok ürkütücü. Tabii aslında bu sadece Türkiye’ye özgü mü? Bunu da sormamız gerekiyor. Şimdi aynı problemi Batı da uluslararası düzeyde yaşıyor farkındaysanız, göç belki de bu yüzyılın en ciddi olgusu. Batı dünyası da Müslüman göçüne karşı aynı tepkileri taşıyor. Demek ki bir gerçeği kabul etmek zorundayız; eskiden sahip olduğumuz şartlarda değiliz, insanların seyahat etme, yerleşme hürriyetleri var ve bu hürriyetten sadece seçkinler yararlanamaz, herkes yararlanacak. O zaman bunun getirdiği sonuçları da hoşgörüyle karşılayacağız, ayrıca o kitlelerle belki diyalog kursak ürkecek bir şey olmadığını da anlayacağız.
Doğrusu Türk vatandaşı değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
Bu ortamda Anayasa yapmanın mümkün olmadığını düşünüyorsunuz. Peki sakıncalı olduğunu düşünüyor musunuz?
Eğer diyalog kuramazsak, bunu bir kavga atmosferine dönüştürürsek, bu kutuplaşma daha da keskinleşebilir. Ama yıllar öncesine gidelim, biz Kürt kelimesini telaffuz dahi edemiyorduk Türkiye’de. Düşünün ki Milli Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği bir kanun Kürtçe’yi yasaklanmış dil olarak kabul ediyordu. Bu bağlamda Anayasa’da çeşitli yasaklar vardı. Şimdi geldiğimiz yere bakarsak, demek ki Türkiye aslında doğru bir istikamette yol alıyor. Yine, 2 yıl önce bir Anayasa taslağı Türkiye’nin gündemine geldiğinde kıyamet kopmuştu, ama sanki şu anda bunları biraz da sükunetle konuşuyor gibiyiz. Zaten Türkiye’de pek çok kesim bu gerçeği kabul ediyor. Türkiye yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç duyuyor, çünkü bu anayasa ile bırakın Avrupa Birliği’ne üye olmayı, asgari ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamıyoruz.
Mesela?
Anayasanın kötü bir Türkçe’yle ifade edilmiş uzun başlangıç bölümünde, 12 kez ‘Türk’ ve ‘Türklük’ kelimesi kullanılıyor. Anayasa’nın orjinal metni içinde tam 16 kez ’Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü’ kavramı kullanılıyor. Ülke bütünlüğünün korunması her devletin yükümlülükleri arasındadır, bu anayasada yazsın veya yazmasın elbette her devlet ülke bütünlüğünü koruyacaktır. Fakat millet bütünlüğü nedir? Millet bütünlüğü, o milletin içinde var olan bütün toplumsal unsurları tek bir etnik temelde yapay olarak birleştirmek midir? Anayasamızın vatandaşlığı düzenleyen bir hükmü var. Bu hüküm hem Türk etnik kökeninden gelmeyenler bakımından incitici hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi adını yanlış kullanan bir hüküm. Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk denir; Madde 66. Bizim devletimizin resmi adı Türk devleti değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Dolayısıyla da bu devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı denmelidir. Böyle ifade edilse, belki hepimiz açısından gerçekten çok daha bütünleştirici olacak.
Türkiye eğer Anayasa yapacaksa, bu ancak bir seçimle mümkün olabilir
Peki 2007’de Anayasa değişikliği gündeme geldiğinde kıyametler kopmuştu. Şimdi de kopar mı?
Aslında şimdi 2007 koşullarından bir bakıma daha ilerde, bir bakıma daha gerideyiz. İlerideyiz, çünkü o zamanlar anayasanın değişmesi gerektiği fikri karşısında çok katı tutum sergileyenler, anayasanın hiçbir hükmüne dokunulmaması gerektiğini savunanlar, sanki bu fikirlerini yumuşatmış gibi görünüyorlar. Fakat daha gerideyiz, çünkü karşımızda şu anda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar var. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi artık anayasa değişikliklerini anayasaya uygunluk yönünden denetleyeceği biçiminde çok talihsiz bir karar verdi, şimdi bu engeli de aşmak mecburiyetindeyiz. Bu yüzden İçişleri Bakanımızın ‘Bundan sonraki seçimin bir anayasa seçimi olması gerektiği’ fikrinden yola çıkarsak, doğrusunu isterseniz ben de Türkiye eğer yeni bir Anayasa yapacaksa bunun ancak bu tür bir seçimle mümkün olabileceğini düşünüyorum. İnşallah bir sonraki seçimler öncesinde bütün siyasi partiler seçmenlerine ne tür bir anayasa projesini benimsedikleri yolunda açık beyanlarda bulunurlar ve seçmenler siyasi partiler arasında tercihlerini yaparken, hangi siyasi partinin parlamentoda çoğunluk oluşturması halinde ne tür bir anayasa metninin kendilerini beklediği konusunda bir fikre sahip olabilirler. Eğer bu sağlanabilirse, tüm siyasiler kendi anayasa projelerini seçmenlerine hiç değilse bir taslak biçiminde duyururlarsa, bu takdirde yapılan seçimler, kurulacak parlementoya bir kurucu organ gibi çalışma imkanı sunacaktır, tümüyle yeni bir anayasanın hazırlanması mümkün olacaktır, anayasa mahkemesinin verdiği kararla ortaya çıkan hukuki engel de aşılabilecektir.
AKP laiklik teminatı vermeli
Peki ya laiklik endişeleri nasıl giderilebilir?
Bu noktada benim naçizane bir önerim var, tabii bu Meclis’te bir mutabakat gerektiriyor, anayasamıza bir geçici hüküm eklenebilir, o geçici hükümde bir sonraki seçimlerde kurulacak parlamentonun tümüyle yeni bir anayasa yapacağı yolunda bir ifade kullanılabilir. Fakat o yeni anayasanın birinci maddesinde devlet şeklinin cumhuriyet olduğu, ikinci maddesinde Türkiye cumhuriyetinin insan haklarına dayanan demokratik laik sosyal bir hukuk devleti olduğu hükmünün benimseneceği ifadesi yer alabilir. Böylece hiç değilse seçim öncesinde ve sonrasında gereksiz bir gerginlik yaşamış olmayız, en azından seçmen de yapılacak anayasada bu hükümlerin mutlaka garanti edileceği gibi bir teminatla karşı karşıya olur. Ben bu geçici madde anayasaya eklenirse, anayasanın 2. maddesinin hangi kavramlara yer vereceği de bilinirse toplumda gereksiz tartışmaların ortaya çıkmasının önlenebileceğini düşünüyorum. Ama tabii bu da yeterli değil, çünkü demokratik bir anayasa yapmanın en önemli unsurlarından biri, o anayasayı hazırlayacak organın demokratik yöntemlerle teşekkül etmesini, yani halkın gerçek temsilcilerinden oluşmasını sağlamaktır. Şu anda Seçimi Kanunu’nda yüzde 10 gibi çok büyük bir baraj hükmü var. Bu hükmün dünyada da bir emsali yok ve küçük siyasi partilerin parlamentoda temsiline engel teşkil ediyor. Bundan sonraki parlamento yeni anayasayı hazırlayacaksa, anayasa bir toplum sözleşmesi olacağına göre toplumun bütün kesimlerinin o organda temsil edilebilmesi ve bu temsilin önündeki engellerin kaldırılması gerekir. O yüzden bu yüzde 10 baraj hükmünün makul bir seviyeye çekilmesi isabetli olur. Anayasa değişikliğinden önce bu yapılmalı, fakat problemlerimiz bununla da sınırlı değil, çünkü örgütlenme hürriyeti, ifade ve propaganda hürriyeti, elbette demokrasinin olmazsa olmaz unsurları ve anayasanın yapımı sürecinde bu hürriyetlerin çok büyük rolü olacak. Bu yüzden mutlaka bu hürriyetlerin önündeki anayasal ve yasal engellerin de temizlenmesi gerekir. Bence hükümetin seçimler öncesindeki kısmi anayasa değişikliklerini bu amaca odaklamasında yarar vardır. Özellikle anayasanın siyasi partileri düzenleyen 68. ve 69. maddelerinde önemli değişiklikler yapılabilirse, bir sonraki seçimde hiç değilse yeni bir anayasanın hazırlanması için gerekli demokratik zemin yaratılmış olur ve böylece demokratik bir anayasanın yapımı ihtimali de kuvvetlenebilir.
Diyanet yeniden yapılandırılmalı, Cem evleri ibadethane sayılmalı
Peki kamuda başörtüsünün yasak olması konusunda ne düşünüyorsunuz şimdi? Hatırlarsanız, iki yıl önce ’Keşke kamuda başörtüsü yasak deseydik’ diye atmıştık başlığı...
Elbette benim bu konudaki fikrim hiçbir zaman değişmedi. Demin birtakım kutuplaşma boyutlarından bahsettik. Bu boyutlardaki hassasiyeti dikkate almamız gerekir, o nedenle de anayasanın ikinci maddesinin nasıl korunacağı konusunda kamuoyuna teminat verilmesi gerektiğini söyledim. Laiklik bir hassasiyet noktasıdır. Elbette sadece laiklik değildir Türkiye’nin hassasiyet noktaları ama bu kavramları gerçekten yeni anayasada muhafaza edersek ve bu kavramlara da gerçekten evrensel standartlara uygun mekanizmalar sunabilirsek yeni anayasada, o takdirde Türkiye’nin problemlerini çözebiliriz. Bakın bugün laikliğe karşı hassasiyet gösteren çevrelerin gözardı ettikleri önemli bir unsur var; anayasamız din kültürü ve ahlak derslerini ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu kılmaktadır. Belki Müslüman olmayan azınlıklar için özel düzenlemeler var, onlar açısından bir mağduriyet doğmamaktadır ama Alevi vatandaşlarımız ve onların çocukları açısından önemli bir mağduriyet doğmaktadır. Elbette bunun çözümü gerekmektedir. Keza Diyanet İşleri Başkanlığı, cumhuriyetin kuruluş sürecinde aslında laikliğin teminatı olarak tasarlanmıştır ama bugün sahip olduğu yapıya baktığınızda laikliğin teminatı değildir, laiklikle çelişmektedir. Bizler bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları devlete vergi veriyoruz, dolayısıyla kamu hizmetlerinden de eşit olarak yararlanma hakkına sahibiz. Oysa bu kurum sadece bir dine ve o dinin bir mezhebine yönelik hizmet vermektedir. Şu halde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilen bütçe, ciddi bir bütçedir, haliyle Alevi vatandaşlarımızın da istifade edebileceği bir yapıya kavuşturulabilir. Aynı şekilde Cem evlerinin ibadethane statüsüne kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü Alevi vatandaşlarımız açısından Cem evleri kültürel aktivitelerin sergilendiği yerler değildir, ibadethanedir. Dolayısıyla bu vatandaşlarımızın inançlarına saygı göstermek zorundayız. Gördüğünüz gibi anayasamızın pek çok hükmünde pek çok değişiklik yapmak gerekiyor, bu ise kısmi değişikliklerle olabilecek bir şey değildir.
Ya diğer hassas konumuz devletin bütünlüğü?
Şimdi bakın, DTP’nin kapatılması dolayısıyla bu konu bir kere daha Türkiye’nin gündemine geldi ve aslında ifade hürriyetinin ayrılma hakkını da içerebileceği, bu hakkın dahi telaffuz edilebileceği beyan edildi. Ben hiçbir zaman bunu savunmuyorum, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugünkü toprak bütünlüğünü koruması gerektiği inancına sahibim ama bu bütünlük içinde bütün vatandaşların eşit haklara sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer vatandaşların bir kısmına yönelik sistematik bir ihmal varsa, bir ayrımcılık varsa ve bunun yarattığı problemleri çözmeme konusunda bir kararlılık varsa ve buna rağmen birlikte yaşamayı da dayatmak gibi bir eğilim varsa, yürümeyen ve taraflardan birinin mağdur olduğu bir evlilik birliğini zorla sürdürmeye çalışmak gibi bir şey olur bu. Eğer yürümeyen bir evlilik varsa, taraflardan biri hakikaten ciddi bir mağduriyet içindeyse ve o kişinin mağduriyetini giderecek tedbirlerin alınması dahi reddediliyorsa o takdirde ayrılma hakkı meşru bir haktır. Ama tekrar ediyorum ben bu sorunları çözebileceğimizi düşünüyorum. Eğer bu problemlerimizi çözebilirsek, Kürt kökenli vatandaşlarımızın da ayrılmayı tercih edeceklerini zannetmiyorum. Bu problemleri devletin bütünlüğü içinde çözmek varken neden ayrılığı konuşalım.
İfade hürriyetinin önündeki engellerin mutlaka kaldırılması gerekiyor
Şöyle bir toparlarsak, siz yeni bir anayasanın bu seçimlere kadar hazırlanabileceğini düşünmüyorsunuz...
Doğru, ben bu parlamentonun tümüyle yeni bir anayasa yapabileceğini düşünmüyorum. Bu hatalı olur, çünkü bu parlamento tümüyle yeni bir anayasa yapmak açısından yorulmuş ve yıpranmıştır. Ayrıca onun sosyolojik meşruiyeti belki 2007 seçimleri yapıldığında mevcuttu, çünkü biliyorsunuz bu parlamento seçmen kitlesinin yüzde 85’ini temsil ediyor ama geride bıraktığımız yıllarda çok olumsuz tartışmalarla birbirimizi yıprattık. Bu yüzden bu parlamento tümüyle yeni bir anayasa yapmamalıdır. Acil olan değişikliklere odaklanmalıdır ve eğer mümkünse gelecek parlamento seçimleri tümüyle yeni bir anayasanın hazırlanması için uygun şartların yaratılmasına adanmalıdır. Bence bu parlamentonun tümüyle yeni bir anayasa yapacağını tasavvur etmek de gerçekçi değil. Çünkü en küçük değişiklikler üzerinde bile öylesine hırpalayıcı tartışmalar ortaya çıkıyor ki, önce parlamento güven tazelemelidir. Bence anayasaya geçici bir madde eklemek, o maddede gelecek parlamentonun anayasayı hazırlamak üzere seçileceğini belirtmek ve mutlaka kurulacak parlamentonun Anayasa’nın 1 ve 2. maddelerinde daha önce bahsettiğim hükümleri muhafaza edeceği yönünde bir kural koymak, böylece tedirginleri gidermek ve yasal düzeyde de yüzde 10 barajını indirmek, mutlaka ifade hürriyetinin önündeki engelleri kaldırmak gerekiyor... İfade hürriyeti dediğimiz zaman ondan mülhem olan bütün hürriyetleri kastediyoruz. Basın hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hürriyeti, siyasi partiler hürriyeti, dernek kurma hürriyeti, bunların hepsini. İfade hürriyeti öylesine çekirdek bir hürriyettir ki diğer bütün demokratik hürriyetler onunla yakından ilişkilidir. İfade hürriyetine getirilen bir sınır diğer hürriyetler üzerinde de sınır yaratır.
© Tüm hakları saklıdır.