Gündem
BBC Türkçe

Türkiye restorasyon diplomasisinde aradığını buldu mu?

Türkiye'nin dış politikasının yönünün ne olduğu sorusu 2017'de de sıkça dile getirildi. "Öngörülemezlik", dış politikanın en belirgin özelliği oldu. Irak ve Suriye'de ise "fabrika ayarlarına dönüş" işaretleri geliyor. Gazeteci-yazar Fehim Taştekin geride

29 Nisan 2018 20:30

Sıklıkla karşılaştığımız soru 2017'de de değişmedi: "Türkiye nereye gidiyor?"

Türk dış politikasını bir eksene koymak ya da bir çerçeveye oturtmak rota karmaşası yüzünden kolay değil. Başta Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu'daki anlık gelişmeler, Türkiye'nin bu bölgeye dair seyir defterini takip edilemez hale sokuyor.

Bu gelgitler AB ve ABD ile ilişkilere de yansıyor. Dış politikanın genel karakteri haline gelen öngörülemezliğe karşın en belirgin hale gelen şey, Batı ile ilişkilerdeki kötüleşmeye karşın Irak ve Suriye'de fabrika ayarlarına geri dönme emareleridir.

"Toprak bütünlüğü, istikrar ve güvenliğin korunması" ilkesini önceleyen fabrika ayarları, Türkiye'yi çevreleyen krizlerin aşılmasında merkezi iktidarlarla yani Bağdat ve Şam'la çalışmayı gerektiriyor. Bu bağlamda Bağdat ile yeniden yakınlaşmanın katalizörü Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ndeki (IKBY) bağımsızlık referandumu oldu.

Suriye tarafında ise Şam'la köprülerin henüz kurulamamış olması nedeniyle merkeze tekabül eden muhatap geçici olarak Rusya.

Ancak Suriye'de rejim devirme planının çökmesiyle birlikte yaşanan politika değişikliğindeki en önemli etken de Kürtlerin öncülüğünde kurulan "demokratik özerklik modeli" yani Ankara'nın ulusal bütünlüğe tehdit olarak gördüğü Kürtlerin kazanımları.

Görüldüğü gibi Irak'ta olduğu gibi Suriye'de de siyaseti tayin eden faktör Kürt meselesi.

Suriye krizinde 2014'ten beri ABD ile ayrı düşen Türkiye, artan oranda çatışmasızlık rejiminin tesis edilmesi ve siyasal çözüm sürecine girilmesi konusunda Rusya ve İran'ın çizgisine kaydı.

Batı ile ilişkilerin zehirlenmesi karşısında Rusya kapısı, Ankara'ya manevra alanı açarken İran'la da bölgesel rekabet geriledi. Bunlara karşın Körfez'le ilişkiler ters yüz oldu.

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun kızağa alınması sonrası Orta Doğu'daki karmaşadan tedricen çekilme eğilimine girilmişken Katar etrafındaki restleşme Türkiye'yi Körfez'deki yeni krize müdahil yaptı.

Şimdi dış politikanın seyrine dair sırasıyla hafıza tazeleyelim:

Aralık 2016'da Halep'te muhaliflerin elindeki bölgelerin tekrar ordunun kontrolüne geçmesiyle Suriye'deki hikâye tamamen değişti.

Moskova çatışmasızlık bölgeleri oluşturup siyasal çözümün önünü açma hedefiyle yeni bir inisiyatif geliştirdi. Türkiye ve İran'ı yanına alan Rusya, 30 Aralık'ta ateşkes ilan edilmesini temin ettikten sonra 23 Ocak 2017'de tarafları Astana'da buluşturdu.

Astana, BM'nin deruhte ettiği Cenevre sürecine paralel olarak bir yılda sekiz tur bindirdi. Ruslar Kürtlere "kültürel özerklik" veren bir anayasa taslağını da Astana'ya götürdü.

Bu sürecin en somut sonucu Rusya, Türkiye ve İran'ın garantörlüğünde dört çatışmasızlık bölgesinin ilan edilmesi oldu. Tabi bu çatışmaların kesildiği anlamına gelmiyor.

Astana süreci, Türkiye'nin Halk Koruma Birlikleri'ne (YPG) yardımda ısrar eden ABD'den uzaklaşıp Rusya'nın çözüm ortağı olmasını kolaylaştırdı. ABD, Rakka operasyonunun YPG yerine Fırat Kalkanı Harekâtı'na bağlı güçlerle birlikte yapılması önerisini kabul etmediği gibi Türkiye'nin El Bab'dan sonra Menbic'e girme planını da bölgeye zırhlı araçlarla girip bayrak dalgalandırarak önledi. Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ile mücadelenin sonuna gelirken ABD, omurgasında YPG'nin olduğu Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) yardım kalemini 2008 bütçesinde de korudu.

Rusya, Astana sürecinde Türkiye'nin silahlı gruplar üzerindeki etkisini kullanarak çatışmasızlık rejimini hayata geçirmeyi umarken bu işbirliğine karşılık Ankara'nın şartı vardı: Suriye'nin kuzeyinde Kürtlerin öncülüğünde inşa edilen fiili özerkliğin çökertilmesi.

Rusya, Fırat Kalkanı Harekatı'na yeşil ışık yakmak suretiyle Türkiye'yi Halep'te silahlı grupların tahliyesinde işbirliğine razı etmişti. IŞİD elindeki Cerablus-El Bab cebine giren Türk ordusunun baş önceliği Afrin ile Kobani arasında koridor açmaya çalışan Kürtleri önlemekti.

Türkiye, ağırlıklı olarak Heyet Tahrir el Şam'ın (HTŞ) kontrol ettiği İdlib'de çatışmasızlık bölgesi oluşturma planı çerçevesinde 12 Ekim'den itibaren bölgeye asker konuşlandırırken de asıl hedefi Afrin'di.

HTŞ ile anlaşarak İdlib'e giren Türkiye bu sayede Afrin'i güneyden çembere aldı. Böylece olası müdahale için en elverişli pozisyonu yakalamış oldu.

Fakat Astana'daki "zoraki" ortaklığa rağmen Afrin'e müdahale için Rusya'dan onay alamadı.

Çünkü bu tür bir müdahale, Rusya'nın, Kürtleri ABD'den uzaklaştırıp çözümün bir parçası haline getirme planına ters.

Rusya, "de facto" özerklik, Şam'la müzakerelerle elde edilecek bir formül ile "de jure" statüye taşınmadıkça Kürtleri kazanmanın mümkün olmadığını görüyor.

Ruslar Kürtlerle müzakere yerine çatışmanın yeni daha büyük bir cepheye yol açacağını, bunun Rusya ile ABD'yi karşı karşıya getireceğini ve nihayetinde bölünme senaryosunu daha gerçek kılacağını düşünüyor.

Rusya, Ankara'yı kızdırma pahasına kendi çözüm senaryosuna uygun olarak Kürtleri hem siyasi hem askeri alanda yakın planda tutmaya gayret etti:

Aynı şekilde Temmuz'da çatışma riskini azaltmak için Rusefa'da YPG, Suriye ordusu ve Rusların içinde yer aldığı üçlü iletişim odası kurdu.

Deyr el Zor'un kuzeyinin IŞİD'den kurtarılması sırasında da YPG'ye hava desteği verdi. Rus askeri heyeti 3 Aralık'ta Deyr el Zor'a bağlı Salihiyye'de YPG ile toplantı düzenleyip Fırat'ın üstündeki operasyonlar için ortak operasyon merkezinin kurulması konusunda anlaştı.

YPG ile ortaklığı nedeniyle ABD'ye karşı öfkesini dışa vurmaktan kaçınmayan Ankara, Moskova'nın Kürtler denklemde tutma girişimleri karşısında dikkat çekici bir şekilde kendisini tutuyor ve bunu Ruslarla işbirliğinin önünde engel olarak görmüyor.

Rusya'nın Kürtlerle bir cephe açılmaması yönündeki hassasiyetine binaen Türkiye şimdiye kadar reddettiği seçeneğe geldi: Suriye ordusunun bir an önce sınıra kadar çıkıp YPG'nin kontrolüne son vermesi.

Halbuki Türkiye, Türk jetinin düşürüldüğü 2012'den beri angajman kurallarıyla Suriye ordusunun sınırlardan uzak tutuyordu.

Artık Suriye'nin Kürtlere karşı takınacağı sert tutum, Ankara'da, Şam'la köprülerin kurulmasının yolunu açacak gelişme olarak görülüyor.

Bu kapsamda düne kadar Kürtlerin Suriye'nin verdiği silahlarla savaştıklarını ve kendi vatanlarını koruduklarını söyleyen Devlet Başkanı Beşşar el Esad'ın 18 Aralık'ta ABD ile işbirliği yapanları hain olarak niteleyen çıkışı Şam'la ikinci baharı arayanları biraz heyecanlandırdı.

Irak ise 2017'de Türkiye'yi de içine çeken şaşırtıcı gelişmelere sahne oldu.

Tahran'ı Orta Doğu'da Fars yayılmacılığı ile suçlayan Türkiye, Saddam sonrası Irak'ta kendisini İran etkisini kesebilecek Sünni güç olarak görüyordu. Özellikle Türkiye'nin 2010 seçimlerinde Sünni blok için ağırlığını koyması Bağdat-Ankara ilişkilerini rayından çıkarmıştı.

Daha sonra Türkiye, Bağdat'ta kaybettiklerini Erbil'le geliştirdiği ilişkilerle telafi etme yönüne gitti. Türkiye'nin 2014'te Bağdat'ı by-pass ederek IKBY ile 50 yıllığına petrol anlaşması imzalaması, "Şii güç", "Mezhepçi ordu" ve "İran maşası" gibi ifadelerle yerilen Haşd el Şaabi güçlerinin Musul operasyonuna katılmasına karşı çıkması ve 2015'te Sünni güçleri eğitme gerekçesiyle Musul'a 20 km mesafedeki Başika'ya asker konuşlandırması Irak'la gerginliği daha da tırmandırdı.

Ancak IKBY'nin 25 Eylül'de bölgeyi bağımsızlık referandumuna götürmesi İran, Irak ve Türkiye'yi ortak paydada buluşturdu. Geliştirilen ortak abluka ve yaptırım mekanizmasıyla Kürdistan baskı altına alındı; nihayetinde 16 Ekim'de Irak ordusu ve Haşd el Şaabi'nin müdahalesi karşısında Kürtler, Kerkük dahil tüm tartışmalı bölgelerin kontrolünü yitirdi.

Fakat Bağdat-Ankara hattındaki bu yakınlaşmaya rağmen karşılıklı güvensizlik tamamen izale olmadı. Ankara, Şengal'de PKK ilintili güçlerin varlığına son verilmesini, bu bölge ile Rojava arasındaki bağlantısının kesilmesi ve Kandil'e ortak operasyon düzenlenmesini istiyor.

Bağdat ise Şengal'de Ezidileri hedef alan herhangi bir operasyona sıcak bakmadığı gibi, Türk ordusunun çekilmesini istiyor.

Irak ve Suriye dışında Ortadoğu'daki profilini düşüren Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) başını çektiği Körfez cephesinin Haziran'dan itibaren tecrit ve ablukayla cezalandırmaya çalıştığı Katar'a kalkan oldu.

Daha önce yapılmış anlaşmaları hızlıca meclisten geçirip Katar'a asker gönderen Türkiye, diplomatik olarak da kendini bağlayacak sert çıkışlarda bulundu.

AKP iktidarı nasıl ki, Mısır'da Müslüman Kardeşler'e yönelik darbeyi kendisine yapılmış saydıysa, Katar'da da içerden bir darbe mekanizmasını tetiklemeye namzet bir yaptırım politikasını üzerine aldı. Suud-BAE ekseni daha önce Türkiye-Katar ekseniyle Mısır, Libya, Tunus, Filistin ve Suriye'de de karşı karşıya gelmişti.

Doha ve Ankara'nın Müslüman Kardeşler'e verdiği destek bu karşıtlığı besleyen temel faktör.

Ancak bu karşıtlıkta Türk yetkililer, BAE'ye yüklenmekten kaçınmazken Suudi Arabistan'a karşı dikkatli bir dil kullanıyor.

Ankara'nın iki yıl önce İran'a karşı Sünni cephede yer alırken destek verdiği Yemen'i yakıp yıkan savaşla ilgili tutumunu değiştirmemesini de Suudilerle ilgili özel hassasiyete bağlamak mümkün.

İsrail'le normalleşme süreci Mavi Marmara dosyasının kapatılması, elçilerin görevlerine dönmesi ve doğalgaz projesinde ortaklık perspektifiyle ilerlerken ABD Başkanı Donald Trump'ın 6 Aralık'ta Amerikan elçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıma kararıyla "One Minute" moduna geri dönüldü.

İçerdeki gerilim biriktiren sorunlara ilaveten dışarıda diplomasinin birçok cephesinde adı konulmamış bir tecrit yaşayan ve Orta Doğu'da inisiyatif kaybeden Türkiye, Arap eylemsizliğinin bıraktığı boşlukta Kudüs davasını sahiplendi.

Dönem başkanlığı avantajını kullanarak İslam İşbirliği Teşkilatı'nı (İİT) 13 Aralık'ta Kudüs gündemiyle İstanbul'da topladı. Mesele BM gündemine taşınırken de kurulan temaslar Türkiye'nin uluslararası alandaki etkinliğini artırdı.

Mısır'ın sunduğu Kudüs tasarısı BM Güvenlik Konseyi'nde Amerikan vetosunu aşmasa da BM Genel Kurulu'nda Trump'ın kararına reddiye niteliğindeki metnin kabulünden Türk diplomasisi de kendine pay çıkardı.

Diplomasinin ilişkiler seti, 2017'yi devirirken yeni yıla bir sürü sorun devretti. Başta Mısır ve Suudi Arabistan'ın koyduğu mesafe yüzünden Arap ayağı eksik kalan Kudüs davasıyla yakalanan rüzgârın Filistin'deki duruma etki etmesi zor.

Özetle; birkaç yıl öncesine kadar Orta Doğu'da değişimi zorlayan dinamik bir güç olarak kendini konumlandıran Türkiye artık özellikle Irak ve Suriye'de statükoya dönüş için caydırıcı gücünü kullanmaya çalışıyor.

Sınır hatlarında sürekli askeri seferberlik hali yaşanıyor. Fakat kas gücünü ABD ve Rusya'nın izin verdiği ya da göz yumduğu ölçüde kullanıyor.

Türkiye'nin Irak'ta Başika'da üslenmesi, Şengal'da PKK ilintili Ezidi güçleri vurması, artan oranda sınır ötesi askeri harekât temayülüne girmesi, Suriye'nin kuzeyinde Karaçok'ta YPG'ye ait askeri tesis, radyo istasyonu ve iletişim merkezini bombalaması, Kobani ve Tel Ebyad taraflarında sınırdan YPG mevzilerine yer yer ateş açması, Fırat Kalkanı ile yapılan müdahalenin bir benzerinin İdlib üzerinden Afrin'e karşı planlanması ve ateş çemberine alınan Afrin'i yer yer vurması şunu gösteriyor:

"Oyun bozucu" potansiyelini kullanarak oyunda kalmaya ve süreci yön vermeye çalışıyor. Bir taraftan çıkış sendromu yaşarken diğer taraftan çekildiği veya çekileceği yerin geleceğine şekil vermeye çalışıyor.

Eskiye dönerken yanlış politikaların yol açtığı istenmeyen sonuçlardan kurtulmaya çalışıyor.

Yapım ve yıkımın birbirine çelme attığı, çelişkili ve sonuç garantisi olmayan bir restorasyon diplomasisi bu.

Haber, değiştirilmeden kaynağından otomatik olarak eklenmiştir