Söyleşi

Türkiye’nin çalkantılı yıllarına fotoğraflarıyla tanık oldu: Bir İngiliz’e ‘Paralel Devlet’i anlatırmış gibi…

‘’Darbeden kurtulan, tankları durduran, ülkeyi savunan bir lider olarak Erdoğan vardı kitapçının gözünde; onun Cüneyt Arkın’ı idi artık’’

03 Şubat 2019 23:29

Derin Koçer – Londra

Türkiye’de yaşarken, ülkenin nevi şahsına münhasır olduğunu anlamak pek kolay değil. Fakat Türkiye’ye yeni gelmiş bir yabancı için bunu fark etmek, oldukça kolay. Burayı, Türkiye’ye uzak olanlara anlatmaya çalışmak ise, yine oldukça zor. Zira Avrupa’dan Filipinler’e kadar siyaset diline henüz yerleşmeye başlamış olan ‘derin devlet’ ya da ‘paralel devlet’ gibi kavramların kökeni, burası. Kendi tabuları, kimlik bunalımları, aidiyet sorunları var Türkiye’nin.

2012-2017 yılları arasını Türkiye’de geçiren İngiliz fotoğrafçı Guy Martin ise yeni çıkan kitabı ‘Parallel State’te yabancısı olduğu bu ülkeyi, diğer ‘yabancılara’ anlatmaya çalışıyor. ‘’Bir edebi söylem olarak doğup, yıllar sonra bir darbe girişimi ile cisimleşen kavram’’ olarak bakıyor ‘paralel devlet’e.

Martin, yine de temkinli yaklaşıyor ve ‘’Bu kitaptaki fotoğraflarda da gerçekler yok. Ben de gerçek ile kurgu arasındaki çizgiyi bulabildiğimi ve bir tarafı yansıtabildiğimi söylemiyorum’’ diyor, Londra’da, Frontline Club’da verdiği söyleşide. 

Söyleşinin çıkışında tanışıyor ve sonraki gün Sloane Meydanı’nda, sessiz bir cafe’de buluşmak üzere sözleşiyoruz Martin ile. Kitabının hedefi Türkler değil ama sesini ‘o tarafa’ da duyurmak istediği, sesindeki heyecandan belli oluyor. 

Kitabı kurcalarken dikkatimi en çok hiçbir siyasi liderin, parti flamasının, insanlarla dolu meydanın fotoğrafının olmaması çekiyor. Başka bir hikâye olduğu belli.

Ses kaydını başlattığım anda, fotoğrafların arkasındaki -Martin’in pek kabul etmeye yanaşmadığı- çarpıcı gerçeklerin, hikayelerin farkına varıyorum. Örneğin, kitabın kapağını çevirdiğimiz anda karşımıza çıkan, yaralı ve kaba bir elin jelatinle kaplı kafesteki kuşu tutmaya çalışması…  

 

Bu fotoğrafın hikayesini şöyle anlatıyor Martin: ‘’Berkin Elvan’ın ölümünün ardından birkaç ay geçmişti. Yabancı bir meslektaşımla haber yapmak için Gaziosmanpaşa’ya gittik. Her yerde Berkin’in posterleri vardı ama pek kimse konuşmuyordu bizimle – zaten neden konuşsunlar ki? Biz de bir kahvehaneye oturduk. Mekânın sahibi güvercinini kafese koymuş, kafesin etrafını jelatinle kaplıyordu. Merak edip ‘Neden?’ diye sordum. ‘Burada hava kötü; onu korumak istiyorum’ dedi. Biz tam kahvehaneden çıkarken ‘Berkin’le ilgili bir şeyler dinlemek istiyorsunuz değil mi’ diyerek yaklaştı bana. ‘Biz ona burada ‘kanatlarını yitirmiş güvercin’ diyoruz artık…’’

Bu hikâyeyi dinlememiş olsa, fotoğrafı da kitaba koymazmış Martin. O yüzden, kitaptaki motiflerin ‘gerçekten uzak’ olduğunu söylemesinde, biraz alçakgönüllülük var.

Berkin Elvan’ın vurulduğu günlerden, Gezi Parkı protestolarının yaşandığı 2013 yazından da fotoğraflar bulmak mümkün ‘Parallel State’te.

Martin her ne kadar o günlerde Taksim’den uzak durmaya çalıştığını söylese bile ‘kendi sesinin’ de Gezi’de temsil edildiğini dile getirmekten çekinmiyor. Yalnızca onun değil, bir jenerasyonun sesinden bahsediyor aslında. 

Yolunun sonunda Taksim’e düşmesineyse batı basınında gördüğü, İstanbul’daki meslektaşlarının çektiği görüntüler vesile oluyor. ‘’Hep şiddet içeren, erkeksi, sakallı adamların hükmettiği fotoğraflardı, bunlar’’ diyor Martin.

Oysa Gezi’nin herkesi kapsayan, ‘Troçkistten, Beşiktaşlıya, hatta milliyetçilere kadar’ herkesin katıldığı bir protesto olduğunun farkında. ‘’Daha önce görmediğim profilde protestoculardı bunlar’’ diyor, ‘’O fotoğrafları çekemedim işte; o ‘taş atan adamlar’ benim için hareketi doğru yansıtmıyordu; hikâye, iki dakikalık bültenlerde anlatılamayacak kadar karışıktı. Oradaki insanlara TV yıldızlarıymış gibi yaklaşmam gerektiğini düşündüm; gaz yiyen genç insanlara karşı sempati duymamak imkansızdı.’

 

Tam da bu noktada, Gezi’ye ilk defa Osmanbey’den yürüyerek giderken çektiği bir fotoğraf ile özetliyor ‘protestocu tipini’: ‘’Nişantaşı’ndan çıkmış, saçları yapılı, elleri bakımlı, üzerlerinde pahalı trençkotlarla, yürüyerek gittiler Park’a… Gezi’nin iyi çocukları, oradaki güzel, genç ve bakımlı gençlerdi. Benzerine rastlanmaz bir Türkiye manzarasıydı bu; dünyanın başka bir yerinden olamazdı o fotoğraflar.’

Martin’in Türkiye’ye gelişinde aslında Gezi gibi olaylardan kaçma isteği yatıyor. Arap Baharı’nın başlamasıyla gittiği Orta Doğu’da yaşadıklarını unutmak, ‘kendi hayatını yeniden kazanmak’ ve ‘fotoğrafçılığa tekrardan âşık olmak’ için geliyor İstanbul’a. Arkadaşının koltuğunda birkaç gün kalmak üzere geldiği kentte, 5 yılı geçiyor, evleniyor, baba oluyor.

O günkü Türkiye’nin de bugünküyle alakası olmadığını anlatıyor. Martin’in fotoğraflarını yayımladığı batılı gazetelerde çizilen portre, Batı’ya yakın, zenginleşen, demokratikleşen bir Türkiye.

Bugün baktığı zaman, o günkü Türkiye resmini şöyle anlatıyor Martin: ‘’Batı, Türkiye’yi kendi imajından bir ülke olarak görmek istedi. Oradaki asıl ülkeyi görmediler, anlamadılar. Bu yüzden de kaybeden bir ele dönüştü Batı ile Türkiye’nin ilişkileri. Kendimi de bu konuda suçluyorum; bu kitap da aslında bir eleştiri. Ana akım görüntüler, bayraklar, liderler yok bu kitaptaki fotoğraflarda. O imaj yok, yani.’’

İlk günlerinde hem dizi setlerinde çekimler yapıyor -ki kitapta Wilma Elles’e de rastlıyoruz, mesela- hem de New York Times muhabirleriyle moda haberlerine gidiyor. Aradan geçen beş yılda İstanbul’un deri atölyelerinin yerini Suriye sınırı, otoriterleşen Erdoğan rejimi ve göçmen meseleleri alıyor.

Aslında Martin, politikayı her döneminde iliklerine kadar yaşayan Türkiye’de de uzak duramamış politikadan ama farkına da varmamış bu durumun.

Çektiği ilk fotoğraf, Beykoz Kundura Fabrikası’nda set kurulmaya çalışılırken düşen ve yüzünde kocaman bir göçük oluşan altın Atatürk büstünün fotoğrafı.  

 

Türkiye’de ‘henüz bir çömezken bile Atatürk’ün kimliğinin farkında olduğunu’ söylüyor Martin. Devlet dairelerindeki fotoğrafların, meydanlardaki heykellerin, arabaların üzerindeki çıkartmaların ıskalanması zor. Ancak yine de o günlerde çektiği bu fotoğrafı herhangi bir bağlama oturtamamış, yedi ay boyunca dönüp bakmamış bile. Fakat bugün, durum farklı:

‘’Artık kendini ‘Türklerin babası’ olarak gören başka bir lider var. Hatta Müslümanların lideri, demeliyiz belki de. Atatürk’e inanlar, onun kişiliği ve mirasının yara aldığını çıkarabilirler buradan.’’

Daha sonra ise -yine bu kimlik değişimine bağlı olarak- İstanbullu burjuvaların hayatının anlatıldığı Gümüş dizisinden, Kurtlar Vadisi çekimlerine geçtiğini anlatıyor gülerek ve ekliyor: ‘’Türkiye’de hep bir kimlik bunalımı olmuş: Doğu mu, Batı m; pahalı ve şaşalı hayatlar mı, ucuz ve basit yaşamlar mı? Şu an ise Türkiye’nin kimliğini bir insan belirliyormuş gibi duruyor; ama aslında tek bir hikâye yok, hatta küçük bir fark var iki taraf arasında: yüzde 52’ye yüzde 48’lik bir fark.’’ 

Bütün bunlara rağmen kibarlığını koruyor Martin. ‘Paralel devlet’, ‘Gezi’, ‘derin devlet’, ‘kimlik kargaşası’ gibi Türkiye siyasetine işlemiş kavramları, yeterince içselleştirdiğini iddia edemeyeceğini söylüyor. Öyle ki, bir yandan kahve siparişi veriyor, diğer yandan da ‘’Bu gibi kavramları buradaki çalışanlarla konuşmayı denesen, ‘bilim-kurgu’ hikayesi dinliyormuş gibi bakabilirler. Bu kavramları anlamak için de 60-70 yıllık Türkiye tarihine vakıf olmak gerekiyor’’ diyor. 

Öyleyse neden kitabının adını ‘Paralel Devlet’ koymuş?

 ‘’Aslında bu kavramı bilen batılılara -ama bunun Türkiye’den çıktığını bilmeyenlere- bu kavram ile seslenmek, onların dikkatini çekmek istiyorum. Onlara kendimce Türkiye’yi anlatmak istiyorum. Bu kitabı Türkiye’yi Türklere anlatmak için yapmadım. Türkiye’yi uzunca bir süredir yöneten -ister askeri olsun, ister politik- liderlerin, ‘hikaye anlatıcılığındaki’, ‘Batı tarafından altımız oyuluyor’ söylemini çok güçlü buldum.’’

O ‘paralel devlet’in en somut ayağını ise 15 Temmuz’da darbeye kalkışanların WhatsApp konuşmalarını ilk defa -İngilizce olarak- bu kitapta yayınlayarak kurmuş Martin.

Türkiye’nin kaderini değiştiren o gece, onun da Türkiye’den yavaş yavaş kopmasına, ardından gelen karanlık atmosferde yaratıcı alanların daralmaya başlamasına sebep olmuş.

Kitapta, 80’li yıllardan kopan posterler de çıkıyor karşımıza. Cünyet Arkın’lı filmlerin posterleri bunlar. ‘’Ne ilgisi var’’ diye sorduğumda anlatmaya başlıyor hikayesini.

 

 

Türkiye’ye geldiği ilk zamanlarda, sahaflardan toplamaya başlamış eski film afişlerini. Herhangi bir sebeple değil; yalnızca ‘görsel bir insan’ olduğu için.

Yıllar içerisinde de o sahaflarla arkadaşlık etmeye, pek kimseye açılmayan arşivlerine girmeye başlamış. Batılı kahramanların, çıplak kadınların olduğu bu posterlerde, ‘Türkiye’nin bir başka yüzü’nü görmüş. ‘’Bugün yapılmayan işler bunlar’’ diye tanımlıyor o görselleri, bu yüzden. Ama aslında 80 darbesinin ardından sağa ya da sola dair filmler yapıp başını belaya sokmaktansa sinemacıların ‘apolitik’ filmler çekmeye başladıklarını keşfetmiş. ‘’O kadar da masum yıllar değil, yani.’ 

Martin, başarısız darbe girişiminin ardından gittiği bir dükkânda, yine Cüneyt Arkın’ın bir süper kahraman olarak tahlil edildiği bir afişe bakarken sahaf yanına sokulmuş ve ‘’Bak, işte o Erdoğan’’ demiş.  

‘’Darbeden kurtulan, tankları durduran, ülkeyi savunan bir lider olarak Tayyip Erdoğan vardı kitapçının gözünde. Onun kahramanı o noktada oydu. Onun Cüneyt Arkın’ı idi, yani.’’