23 Mart 2014 01:52
Kıvanç Özvardar
"Türkiye hibrit bir demokrasi... Ekonomik kriz olmadan değişim gelmiyor. Vatandaş da belli bir refah içinde olduğu sürece yolsuzluğu çok ciddi bir sorun olarak algılamıyor. Demokrasi tüm dünyada erozyona uğruyor. Yeni bir soğuk savaşa doğru gidiyoruz. Türkiye’de ise ekonomide belli bir platoya geldik, tıkandık. Dış politikada ciddi bir izolasyon dönemindeyiz. Barış sürecinde ciddi riskler var. Bir sürecin içinde olmamız olumlu, ama son derece de kırılgan. Bu faktör de ortadan kalkarsa çok daha zorlu bir döneme gireceğiz. Seçimlerde de güvenilir bir mekanizma işlemezse, gerçekleşebilecek kötü senaryo oldukça korkutucu..."
Bu görüşler, Prof. Ziya Öniş'e ait.
Türkiye, içine sürüklendiği siyasi, hukuki ve ekonomik çalkantı ortamında toplumun her kesimini etkileyen bir süreçten geçiyor. Türkiye’nin sorunları, parçası olduğu dünyanınkilerle benzerlikler gösteriyor. Türkiye'nin sorunlarına kendi dünyasından çıkıp, çağdaş ve tüm dünya doğrultusunda değerlendirmek için bütünlüklü bir anlayışa ihtiyaç var. İşte bu ihtiyaç doğrultusunda çalışan akademisyenler ODTÜ İktisat Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Fikret Şenses, Koç Üniversitesi Uluslararası Politik İktisat Profesörü Ziya Öniş ve Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Caner Bakır, geçtiğimiz aralık ayında bir kitap yayınladı.
“Ülke Deneyimleri Işığında Küresel Kriz ve Yeni Ekonomik Düzen” başlığı taşıyan kitap, uluslararası ekonomik ve siyasal düzenin yaşadığı geçiş döneminde, değişim dinamiklerini ve bunun önündeki engelleri aşmak isteyen herkesin başvurması gereken bir derleme. Dünyayı anlamak için adeta bir kılavuz niteliğindeki kitap, farklı disiplinlerden akademisyenlerin küresel sistemdeki hegemonik dönüşümün niteliği, derinliği ve dinamizmine dair makalelerin yer aldığı kayda değer bir kolaj sunuyor.
Kitabı derleyen ve yayına hazırlayan akademisyenlerden Koç Üniversitesi uluslararası politik ekonomi profesörü ve Küreselleşme ve Demokratik Yönetim Merkezi (GLODEM) Başkanı Ziya Öniş’e göre dünyada kutuplaşmanın güçlendiği, yeni bir soğuk savaşın temelleri atılıyor. Demokrasinin seçimlere indirgendiği, sınırlı, hibrit bir sistemin kabul edildiği Türkiye’de ise hem kurumsal, hem kültürel sistemin tümden reformdan geçmesi gerekiyor. Öniş’le “Başka bir dünya mümkün mü?” sorusunu tartıştık.
- Kitabı yazarken hangi düşünceden yola çıktınız?
Türkiye’deki sosyal bilimcilerin tek amacı Türkiye’yi anlamak olmamalı diye düşünüyorum, daha geniş süreçleri anlamaya çalışmamız gerek. Dünya akademyasına da baktığımızda böyle bir bölüşüm var.Yani küreselleşmeyi, dünyadaki büyük dönüşümleri Batılı ülkelerdeki akademisyenler çalışır, birtakım projelere de biz, Türkiye'yi çalışan akademisyenler olarak entegre oluruz.
Bu kitabı oluşturmamızdaki gaye deTürkiye'yi sadece tek başına bir vaka olarak değil, karşılaştırmalı bir perspektiften değerlendirmek, küresel sistemin bütününe bakıp önemli dönüşümler ekseninde Türkiye’yi anlamaya çalışmak oldu.Yani meseleyi yerel ve küresel dinamikleri olan bir süreçolarak görmeye çalıştık. Bir yandan dünya nereye gidiyor, demokrasinin geleceği ne olacak, dünyadaki farklı tür kapitalizmler nasıl oluşuyor, liberal demokrasinin geleceği nasıl şekillenecek, Çin'in yükselişi ne anlama geliyor gibi sorular sorduk. Türkiye’yi yalnızca günlük siyasetimiz üzerinden değil, daha geniş, makro düzlemde anlamaya çalışmak çabası içindeyiz. Bugün içinde bulunduğumuz krizi aşmanın bir yolu da kapalı toplulukları (“bounded communitie") kırmak, diyalog kanallarını açmak... Farklı perspektifler arasındaki diyaloga her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
- Kitapta da vurguladığınız yeni güç odaklarının oluşmasından yola çıkarak küreselleşme ve demokratikleşme ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
İki boyutta bakabiliriz: Biri küreselleşmenin demokratikleşmesi süreci. 2008 krizi Batı hegemonyasındaki dünyanın, yani kuzeyin krizi gibi görülüyor, bir yandan da güneyin yükselen ülkeleri umut ışığı veriyor. Küresel gücün daha fazla paylaşılacağı, yükselen ülkelerin küresel sisteme daha çok katılacakları, küreselleşmenin demokratikleşme yolunda olumlu sinyallerinin belirdiği bir dünya var. Nitekim eski dünyada kararlar yalnızca G8 ülkeleri çerçevesinde veriliyordu, bugünse G20 çerçevesinden bahsediyoruz. Batı merkezli bir dünyadan çok boyutlu bir dünyaya gitme eğilimi var.
- Bu bağlamda küreselleşmenin demokratikleşmesi önünde ne gibi engeller var?
Bahsettiğimiz bu gelişmeler tek başına küreselleşmenin demokratikleşmesi anlamına gelmiyor. Çünkü yükselen ekonomiler içinde de büyük dengesizlikler var. Örneğin ABD ile Çin’in büyük ölçüde yönlendireceği bir dünyaya mı gidiliyor? Bu bağlamda, G20 mi, G2 mi tartışmaları önemli. Olumlu gelişmeler var, ancak gerçek anlamda küreselleşmenin demokratikleşmesi açısından kat etmemiz gereken çok mesafe olduğunu düşünüyorum.
- Madalyonun diğer yüzündeki dünya çok da aydınlık değil öyleyse.
Küreselleşmenin demokratikleşmesine paralel olarak, daha az umutlu olduğum demokrasinin küreselleşmesi konusu var. Söz konusu olan küresel yönetişimin demokratikleşmesi, yani küresel yönetişimin genişletilmesinin yanı sıra liberal demokrasinin daha geniş bir alana yayılması sorunsalı... Zira yükselen ekonomiler içinde bazılarının son derece otoriter olduğunu görüyoruz. Örneğin, en hızlı büyüyen ülke Çin, son derece otoriter bir yapı içinde büyüyor. Çin’in bu kadar yükseldiği bir dünya liberal demokrasiler açısından da bir sorun. Modernleşme paradigmasında hep kapitalizmle demokrasinin bir arada gideceğini varsayardık, bu teorinin ciddi sorunları olduğunu artık biliyoruz. Son olarak Çin’e baktığımızda da öyle olmadığını yeniden görüyoruz.
- Nitekim Fukuyama’nın Soğuk Savaş sonrası ele aldığı ve liberal demokrasinin insan doğasına en uygun düzen olduğunu ileri sürdüğü “Tarihin Sonu” teorisinin çöktüğü de bilinen bir gerçek.
Evet, kesinlikle. Çin ve Rusya bir yandan son derece otoriter rejimler, ancak çok hızlı büyüyor ve geniş kitlelere refahı yayma konusunda eşitsizliklere rağmen başarılar sergiliyor. Türkiye’de de bunu yaşıyoruz. “Hibrit (melez, karma) rejim” dediğimiz, arada kalan, yani “liberal olmayan demokrasiyi” oluşturan yarı otoriter, yarı demokratik sistemler var. Öte yandan Batıda da demokrasinin ciddi sorunlar yaşadığını görüyoruz. Görülen o ki en ileri düzeydeki demokrasilerde bile demokratik değerlerin erozyona uğradığı bir dönemden geçiyoruz.
- Bu durumun temelinde eşitsizlikler mi yatıyor?
Gelir dağılımında çok ciddi eşitsizlikler var. Gelir o kadar gayri adil bir şekilde dağılıyor ki… Örneğin ABD’ye bakıyoruz; yüzde 1’in milli gelirdeki dağılım içindeki payı korkunç. Bununla birlikte krizin etkileri büyük ölçüde alt-gelir ve orta-gelir grupları üzerine yıkıldı. Büyük sermaye sahipleri 2008 krizinin başında kaybettikleri pozisyonlarını yeniden geri almaya başladılar. Örneğin bankacılara verilen primlerin sınırlandırılması konusunda atılmak istenen adımlar başarılı olamadı. Servet dağılımının bu derece bozuk olması, siyaset kurumunun ve devlet mekanizmalarının birtakım özel çıkarlar tarafından daha kolay ele geçirilmesine ve toplumlarda çok ciddi polarizasyonlara neden oluyor.
- Avrupa da kriz sonrası dönüştürücü, insan hakları ve demokratikleşme yönündeki çıpa görevinden uzaklaşıyor mu?
Evet. Avrupa’da da refah devleti aşınıyor, gelir dağılımı bozuluyor. Güney-Kuzey arasında çok ciddi farklılıklar var. Liberal demokrasinin kalesi olarak gördüğümüz ABD ve Avrupa’da liberal demokrasinin değerlerinin son derece sarsıldığı bir ortam hakim. Avrupa’da İslam karşıtlığının, aşırı milliyetçiliğin, aşırı sağın yükseldiğini görüyoruz. 10 yıl önce Avrupa’nın demokratikleşme açısından dönüştürücü etkisinden bahsedebilirdik. Fakat bugün AB’ye son yıllarda katılan devletlere baktığımızda bu etkinin oldukça sınırlı olduğunu görüyoruz. Macaristan’da aşırı sağ yükseliyor, Bulgaristan ve Romanya’da büyük çaptaki yolsuzluklar devam ediyor. Güney Avrupa’da, İtalya ve Yunanistan’da ciddi demokrasi açıkları var. Kısacası Avrupa kimliği de çok ciddi bir biçimde sorgulanıyor, Avrupa bütünleşmesi istikamet sorunları yaşıyor.
- Sol hareketlerin etkin olmamasının arkasında ne gibi nedenler var?
Aşırı, popülist örnekleri dışında sol ilginç bir şekilde devre dışı kaldı. Bunu büyük bir tehlike olarak görüyorum. Tablo oldukça karmaşık; zira dünya tamamen de otoriterleşmeye gidiyor diyemeyiz. Bir yandan Latin Amerika’da uzun süre askeri hükümetler tarafından yönetilen Brezilya, Arjantin, Şili gibi ülkeler demokratikleşme açısından ümit veriyor. Belki bugün sosyal demokrasinin kalesi Latin Amerika diyebiliriz. Arap coğrafyasında da ilk elde umut veren gelişmeler, şu anda demokratikleşme pratikleri açısından yeni trajedilere dönüşmüş durumda.
Perspektifi kaçırmamalıyız. Liberal demokrasinin sorunlar yaşaması, değerlerin erozyona uğraması, Avrupa’da veya ABD’de liberal demokrasinin batıda çöküşü şeklinde yorumlanamaz. Fakat çok ciddi sorunlar var. Bununla birlikte Meksika, Endonezya gibi ülkelerde tek parti rejiminden çok partili sisteme geçişler olsa da ortaya çıkan durum bizim anladığımız anlamda sosyal demokrasi değil. Yarı demokrasi tarzı sistemler oluştu.
- Türkiye de bu hibrit sistemin parçası mı?
Türkiye’nin 2002-2007 döneminde Avrupalılaşma çerçevesinde küresel ekonomiye entegre edildiğini görüyoruz. 2007’den sonra AB sürecinin zayıflamasıyla ivme kayboldu. AB çıpasını, sadece ekonomik anlamda değil, özellikle demokratikleşme ve dış politika alanında oynadığı istikamet sağlayıcı rol açısından önemsiyorum. AB içinde de birçok çelişki, çifte standart, kimlik krizi olduğunu kabul ediyorum, ancak her şeye rağmen, Batı’daki demokrasi krizine göreli olarak bakmamız gerek.
- Türkiye’nin AB hedefinden uzaklaşmasının arkasında hangi nedenler var? AKP’nin ikinci döneminde daha bağımsız hareket etme hedefinin öncelik haline gelmesinin etkisi var mı?
Türkiye’nin 2007 sonrasında giderek Avrupa yerine Asya merkezli bir küreselleşme yoluna girdiğini görüyoruz. AKP’nin ikinci döneminde referans noktası olarak da daha bağımsız hareket etmek istediğini görüyoruz. Türkiye, pek çok konuda, gittikçe artan oranda, kendisine model olarak BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerini aldı. Bana göre paradoks şu: BRIC içerisinde daha demokratik olarak görünen Hindistan ve Brezilya değil, Çin ve Rusya örnek alındı. Başbakan’ın vurguladığı Şanghay Birliği’nin bir üyesi olma söylemini önemsiyorum. Bana göre AB’ye verilmiş anlık bir tepki değil, farklı bir politikanın ipuçlarını gösteriyordu.
AB’nin bugüne dek Türkiye’ye adil davranmadığı tepkileri bir yana, şunu ayrıştırmamız gerek: Tabii ki çevre ülkelerle ticaretimizi, ilişkilerimizi güçlendirmeliyiz. AB’yi referans olarak almak tüm ilişkilerimizi AB ile gerçekleştirelim demek değil. Ancak, politik tercihlerde ve devlet-piyasa ilişkilerinde kurucu paradigmaları hangi değerlere referansla tanımlayacaksınız? Temel referans noktası olarak bu bakış, çok belirleyici. Avrupa yerine otoriter BRIC’leri referans noktası olarak alan dış politika tercihlerinin orta ve uzun-vadeli politik ekonomik sonuçları üzerine düşünmek gerekiyor.
- Bugün yaşadığımız siyasi, hukuki ve beklenen ekonomik kriz ortamını nasıl görüyorsunuz?
Bir süreç olarak olaylara bakmak gerek. AKP dönemini ikiye ayırmalıyız. Başından beri “böyle olacağı belliydi” diyenlerden ayrışıyorum. Çünkü özellikle ilk dönemlerde AB çerçevesi içinde olumlu yöne doğru gidiş vardı. İnsan hakları yönünde önemli mesafeler kat edildi. Fakat son dönemde gücün tek elde toplanması, merkezin giderek tekelleşmesi, sistemde dengeleyici mekanizmaların olmayışı, muhalefet partilerinin zayıflığı, parti içi muhalefetin sığlığı, yüzde 10 seçim barajı ve AB sürecinin çökmesi demokratikleşme ivmemizi erozyona uğrattı. Ciddi bir otoriterleşme eğilimini de beraberinde getirdi.
Bugün ilk kez görüyoruz ki, ciddi bir siyasi kriz, ekonomik krize yol açabilir. Dünyanın değişik krizlerini incelediğim akademik çalışmalarımdan vardığım sonuç şu: Yargı sisteminin ciddi sorunlar yaşadığı bir ülkede ekonomik sorunlardan kaçınmak çok zor, hatta mümkün değil.
Bugün 1990’lardan farklı bir dinamik var. Ekonomik kriz, eskiden olduğu gibi büyük çapta bütçe açıkları, kamu borçlanması ve kontrol edilemeyen bankacılık sistemi üzerinden gelmeyecek. Ekonomide bu açından olumlu bileşenler var. Bankacılık sistemi iyi durumda, bütçe disiplini yüksek. Ancak ekonomik kriz bize uğramaz diyemiyoruz, çünkü hâlâ ciddi yapısal sorunlarımız var. Orta gelir tuzağı, kısa vadeli sermaye hareketlerine olan aşırı bağımlılığımız, dengesiz ve istikrarsız siyasi ortamla bir araya gelince kriz riskini artırıyor. Günümüzde beklentileri yönetmek, temel göstergelerin ne söylediği kadar önemli hale gelebiliyor. Beklentilerin en etkin şekilde yönetimini ise siyasi istikrar ve hukukun üstünlüğünü hakim kılarak yapabilirsiniz.
- 1990’larda da siyasi ve hukuki krizler ekonomik kriz üzerinde etkili değil miydi?
1990’lardan farklı olan şu ki, o yıllarda çok parçalanmış bir siyasi yapı vardı. Altı koalisyon hükümetinin hiçbiri makro dengeleri oturtamadı. Bugünse bir parti güçlü ve kısa vadede de olumsuzluklara rağmen seçimden çok fazla etkilenecek gibi görünmüyor. Ancak çok büyük bir ekonomik çöküş olduğu takdirde etkilenebilir.
- Siyasi bedeller hukuki sonuçlardan değil, ekonomik bedellerden gelecek diyebilir miyiz?
Bir anlamda evet. Türkiye’de yolsuzluk iddiaları, hukukun iyi işlememesi gibi sorunların büyük bir ekonomik kriz yaşanmadığı sürece hesabı sorulmuyor. Hibrit demokrasilerin ciddi bir sorunu bu. Hükümetler seçimle geliyor ama gerçek anlamda hesap vermiyor.
- Bu durum ne dereceye kadar kurumsal yapıyla ilgili? Siyaset biliminde “checks and balance” denilen, dengeleyici mekanizmaların eksikliği mi bir sorun?
Evet. Aynı zamanda siyasi kültürle de ilgili. Vatandaş da belli bir refah içinde olduğu sürece yolsuzluğu çok ciddi bir sorun olarak algılamıyor. Ancak 2001 krizinde olduğu gibi büyük bir çöküş, insanların günlük yaşamını büyük çapta etkilediği zaman değişim oluyor.
- Siyasi bedellerin ödenmesini gerektirecek yapının kısa vadede belirginleşmesi mümkün mü?
Seçim süreci çok önemli. Bu süreç iyi bir şekilde işleyebilirse, parti içi demokrasi ile özeleştiri yapılabilirse, muhalefet süreci iyi değerlendirebilirse olumlu gelişmeler yaşanabilir. Ancak şu anda maalesef bunun emarelerini göremiyoruz. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri hem parti içi demokrasinin zayıf olması, hem de muhalefetle iktidar arasındaki dengesizlik. Bunu da kısa vadede aşacağımız konusunda iyimser olmak zor.
- Son yıllarda Daron Acemoğlu’ndan Şevket Pamuk’a büyüme ile gelişmenin farkını ortaya koyan, demokratik kurumların eksikliğinde iktisadi kalkınmanın da sınırlı kalacağını savunan bir literatür oluştu. Türkiye’nin farklı etkinlik ve ölçülerde sıklıkla yaşadığı krizlerde kurumsal dönüşümü sağlayamamasının mı büyük rolü var?
Demokratikleşme ile ekonomik kalkınmanın bir arada gitmesi gerek. Ancak bir yandan da Çin modeli var. Küresel düzeyde baktığımızda dileğimiz otoriter rejimlerin ortadan kalkması...Ama gerçekte Batı'dan farklı olarak stratejik kapitalizmin yükselip, başarılı olduğu örnekler de farklı bir model oluşturuyor.
- Türkiye de Çin’de olduğu gibi “devlet kapitalizmi”ne mi öykünüyor?
Şöyle bir refleks var: Belli bir düzeyde demokratikleşme olsun, seçimler olsun, ötesine geçmek o kadar da önemli değil. Demokrasiden uzaklaşıp tamamen diktatörlüğe dönme yolunda değil, ancak sınırlı demokrasiyi yeterli gören, seçimlerin gerçekleştiği, ancak kararların pek sorgulanmadığı yeni bir düşünce yapısı ortaya çıkıyor. Avrupa’nın da son senelerde demokrasi alanında sorunlar yaşaması bu tür düşünce yapısını güçlendiriyor.
- Karşı tepkilerin yukarıdan gelen küreselleşme dinamikleriyle güç orantısı nedir?
Korkarım ki yukarından küreselleşme denilen güçler daha fazla görünüyor. Gelir dağılımının bozulması, çok uluslu şirketlerin giderek ekonomiden daha fazla pay almaları sorgulanıyor. Ama ne kadar etkili diye sormak gerek.
- Alttan gelen baskılar otoriter eğilimleri de güçlendiriyor mu?
Evet. Türkiye’nin bugünkü krizi aşabilmesi, demokratikleşmesi için hem kurumsal reform, hem de siyasi kültürün değişmesi gerekiyor. Sadece kurumsal düzeyde bakamayız. Sistemin yeniden şekillenmesi gerekiyor. Yüzde 10 barajından tutun da parti içi demokrasiye, hukuk sistemine kadar, sistemin tüm unsurlarının reformdan geçmesi gerekiyor. Bu unsurların tümündeki eksiklikler gücün merkezde tekelleşmesine yol açıyor. Sadece kişilerle açıklanabilecek bir fenomen değil karşımızdaki. Tam tersine kurumlar ve pratikler her dönem farklı aktörleri ortaya çıkarıyor.
- Toplumun farklı kesimleri arasındaki diyalogun güçlendirilmesinin yolu ne? Neoliberalizmin alternatifsizlik söyleminden çıkıldı mı?
Sosyal hareketlerin de bir yerde siyasi partilere kanalize olması gerek. Bu noktada Türkiye’de kopukluk görüyoruz. Alttan gelen tepkilerin nasıl kalıcı rol oynayacağı noktasında bazı soru işaretleri oluşuyor. Toplumun farklı kesimleri arasındaki gelir dağılımı sorunları birçok ülkede var. Latin Amerika’da model olabilecek, pozitif yönleri ön plana çıkarılan Brezilya örneğinde bile ciddi gelir dağılımı bozuklukları var. Yaşadığımız krizin önemli bir boyutu da gelir dağılımı ve servet birikimi ile ilgili. Ancak Türkiye’de birçok ülkede olmayan düzeyde kimlik sorunları var. Farklı kesimlerin birbirini anlaması, diyalog kurması gerek. Gezi’de kısmen bir araya gelindi ama temelde hala büyük bir uçurum var. Seçimlerde de AKP seçmeninin büyük bölümü kimlik boyutu ile hareket ettiğinden sorunlara rağmen kendi partisine, liderine oyunu veriyor.
Türkiye’nin zenginliği olabilecek şey, çoğulcu yapıyı kurabilmek. Çoğulcu yapı belli kesimin diğerine baskı kurduğu bir yapı değil, farklı kimliklerin bir arada yaşayabileceği, birbiriyle diyalog halinde olabileceği bir yapıdır. Bu da hem kurumlar arası dengeyi kurmakla, hem de kültürle bağlantılı. Kimi zaman “çoğulculuk” ile “çoğunlukçuluk” arasındaki farkı kaçırıyoruz.
- Belli bir kesimin Türkiye’nin temel sorunlarının sebebinin dış güçler olarak nitelendirmesinden vazgeçmemesi de bu durumla bağlantılı mı?
Evet, sorunlarımızı kendimiz çözmeliyiz. Örneğin, AB çıpasına inanan biriyim. Diyelim ki o süreç işlemedi, giderek Türkiye’nin AB ile köprülerini kuramadık diyelim, bu Türkiye’nin demokratikleşmeden vazgeçmesi anlamına mı geliyor? Hayır. Kendi dinamiklerimizi zorlayarak demokratikleşme süreçlerini ilerletebilmeliyiz. Sorunlarımızın olduğu gibi çözümlerimizin merkezinde de bizler bulunuyoruz. “Tamamlayıcı/kısıtlayıcı” unsurlarla “kurucu” unsurları birbirine karıştırmamak gerekir.
- Otoriter eğilimlerin derinleşmesinde dış politikada gelinen tıkanıklığın da etkisi oldu mu?
Aşırı proaktif dış politikamızda olduğu gibi bölgesel lider azminde değil, kendi deneyimleriyle örnek bir ülke hedefinde olmayı başarmamız gerek. Geleceğin dünyasında Çin, Hindistan gibi ülkeler de nüfus ve ekonomik büyüklük anlamında küresel güçler olarak önem kazanacak. Ama Türkiye gibi ülkeler de önemli, özellikle kendi bölgelerinde... Türkiye Ortadoğu’da, Doğu Avrupa’da model olma kapasitesi olan bir ülke. Bu nedenle büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.
Örneğin Güney Kore, küçük bir ülke... Ekonomide küresel veya bölgesel önder olma düşüncesi olmadan (ya da bunu sürekli dillendirmeden) kalkınma ve demokratikleşme alanlarında ciddi gelişmeler kaydetti. Model olmak için mutlaka yılda yüzde 10 büyümek gerekmiyor. Belli oranda büyüyen ve onu iyi dağıtan, hukuk sistemi işleyen, demokratikleşmesi iyiye giden, farklı kimlikleri bünyesinde barıştıran, çoğulcu bir ülke de olunabilirdi. 5-6 yıl öncesine kadar bu ideale doğru gidiyorduk. Ama bugün birtakım sorunlar yaşıyoruz.
- Bardağın yarısından fazlası boş demek mi bu?
Olumlu adımlar atıldı, Ortadoğu coğrafyasında tüm sorunlarına rağmen en düzgün ülke Türkiye. Türkiye’nin tercihi, bu bölgede olayların içine dalıp yeni stratejiler peşinden gitmek, giderek sekteryan gelişmelere saplanmak olmamalı. Türkiye’nin kendi çözümleriyle örnek olabilecek bir potansiyeli var. Ancak bugün büyük bir hayal kırıklığı dönemindeyiz. Bir ışık görmekte zorlanıyorum.
- Ukrayna krizini de göz önünde bulundurduğumuzda küresel anlamda kutuplaşmanın güçlendiği bir dönemden mi geçiliyor?
Evet, yeni bir soğuk savaşın temelleri atılıyor. ABD sonrası farklı bir dünya var ve 2008 ekonomik krizi bu süreci hızlandırdı. Ancak yeni sistemin kodları hakkında net bir fikre sahip değiliz. Yükselen ülkeler küreselleşmenin çok boyutlu olmasını savunuyorlar, fakat ülkelerin içinde demokratikleşme olmadığı zaman küresel güç dağılımı iyi bir denge oluşturmayabilir. Değişimi mutlaka olumlu yönde algılamamız gerek. Şu aşamada yeni dünya düzeni düzensizlik olarak yansıyor. Bir yandan gelişmekte olan ülkeler daha çok söz sahibi olabiliyor, bir yandan da son derece belirsizliğe, çatışmaya meyilli bir dünya karşımıza çıkıyor. Bu ikilem önemli: Küreselleşmede güç dağılımının değişmesi otomatikman liberal demokrasiye götürmeyebilir. Demokratikleşmeyle gelişme arasında doğrudan ilişki olduğu konusunda ciddi şüphelerim var.
Sorunlarımız küresel, daha çok iç içeyiz. Ukrayna’da, Suriye’de olanlar bizi etkiliyor. Sınırların muğlak olduğu bir dünyadayız. Fakat hâlâ ulus-devletler çok güçlü ve aralarındaki rekabet hâlâ bizi şekillendiriyor. Sorunlarımızı küresel düşünmeliyiz. Ancak bunu yapacak siyasi mekanizmalar mevcut görünmüyor. Bu nedenle, her durumda, olaylara müdahil olurken kapasite meselesini ihmal etmeden politika oluşturmak gerekiyor.
- Devlet dışı aktörlerin de güç odakları değişiyor mu? Devletlerin politikalarını belirleyen yerli yabancı sermaye odakları güçleniyor mu? Ulus devletin gücünün bileşenleri değişiyor diyebilir miyiz?
Elbette, iki boyut var: Hem güç daha fazla dağılıyor, hem de farklı perspektiften bakan ülkeler ve devletlerin altında yatan özel güç odakları var. Hem batıda, hem yükselen ekonomilerde ulus devletler çok güçlü, ama içlerinde de belli güç odakları var. Küresel sivil toplum ise son derece sınırlı. Büyük devletler arasında çok büyük fikir ayrılıkları var. Ancak sistem son derece entegre olmuş. Örneğin Avrupa’da sosyal demokratlar son derece savunmacı bir konuma çekilmiş durumdalar. Küresel sistem o kadar entegre olmuş ki, çok fazla bölüşüm politikalarına ağırlık verdiklerinde sermayeyi kaçırıyorlar. Rekabet gücünü artırmadığında da rekabet edemiyorsun, işsizlik artıyor. AB projesi tıkanmış durumda, yeni bir hikâyeye ihtiyaç var. Avrupa’nın kendini ciddi şekilde yenilemesi gerek.
- Demokrasi tüm dünyada darbe alıyor diyebilir miyiz?
Evet. Alttan gelen demokratikleşme taleplerini de küçümsememek gerek. Teknoloji, iletişim imkânları ciddi fırsatlar veriyor. Her an domino etkisine açık bir dünyadayız. Fakat bu dinamiklerin bir araya gelip, ciddi bir küresel sivil toplum oluşturması kolay değil. Sırf ulusal ve yerel düzeyde olduğunda da çok etkili olamıyor.
- Kültürde ve ekonomide asgari bir düzeye varmadan toplum yaşamında dönüşüm zor. Türkiye’de kalıcı bir dönüşüm süreci yaşanamaması sıkıntısı, “1990’lara, 12 Eylül dönemi yasaklarına döndük” gibi söylemlerde kendini gösteriyor. Türkiye kalıcı demokratikleşme anlamında bir adım atamadı mı?
Bir süreç olarak bakmamız gerek. Eski sistemde de çok otokratik ögeler vardı. 2002’den sonra askeri vesayetin uzaklaştırılması, Kürt kimliğinin tanınması gibi insan hakları alanında bazı adımlar atıldı. Ciddi bir geriye dönüş olduğu da doğru. Fakat bu eski sistemin daha demokratik olduğu şeklinde yorumlanmamalı. Demokrasi tamamen doğrusal bir süreç değil. Geri dönüşler de olabilir. Avrupa’da yaşanan da bu: Hiçbir zaman demokratikleşmede yeterli seviyeye geldik dememeli, devam ettirmeye bakmak gerek. Biçim ve öz ayrımı yaptığımızda hiçbir açıdan demokrasi eşiğini tam geçemedik. Geçme sancıları yaşadık, ama geçemedik. Ciddi adımlar atıldı, ama bugün iki yıl öncesine göre olumlu bakamıyorum.
- Bu durumda sivil siyaset kurumsallaşamamasının da etkisi var mı?
Sivil siyaseti daha karmaşık hale getiren sadece sınıflar değil, kimlik ve sınıf farklılıkları da partileri ayrıştırıyor. Bugün demokratikleşme sürecinde çok sancılı dönemlerden geçeceğimiz kesin.
- Bu sancılı dönemde geleceğe baktığınızda çıkış noktaları nerede görünüyor?
Ekonomide belli bir platoya geldik, tıkandık. Dış politikada ciddi bir izolasyon dönemindeyiz. Barış sürecinde ciddi riskler var. Bir sürecin içinde olmamız olumlu, ama son derece de kırılgan. Bu faktör de ortadan kalkarsa çok daha zorlu bir döneme gireceğiz. Çıkış noktaları sınırlı. Ümit edebileceğimiz en iyi senaryo ciddi bir ekonomik krize girmeden siyasi mekanizmaların çözüm getirmesi, yeni bir reform dinamiğinin devreye sokulması... Dış politikada da revizyonlar gerekiyor. Bu açıdan seçimleri önemsiyorum. Seçimlerden sonra da revizyon mekanizmaları işlemezse, gerçekleşebilecek kötü senaryo oldukça korkutucu.
© Tüm hakları saklıdır.