05 Mart 2014 23:22
Prof. Dr. Öner Günçavdı
Türkiye için 2000’li yıllar siyasi ve iktisadi açıdan önemli başarıların yaşandığı bir dönem olmuştur. Büyük çaplı bir iktisadi krizin ardından gelen bu dönem aynı zamanda mali açıdan dünya ekonomisinin yükselen bir konjonktüre sahip olduğu bir dönemle çakışmıştır. Elde edilen iktisadi başarılar nihayetinde belli bir siyasi düşüncenin 12 yıllık iktidarına kaynaklık ederek, Türkiye’de sık rastlanmayan siyasi bir istikrarı da beraberinde getirmiştir.
Son yıllarda görülen muhtelif dalgalanmalara rağmen, 2002-2007 dönemindeki başarılı ekonomi yönetimi AKP iktidarı açısından pozitif bir algının oluşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Düşük faiz, değerli TL ve yüksek satınalma gücü ile yüksek büyüme bu dönemde elde edilen ekonomik başarının temel unsurlarıdır. Büyüme açısından ekonominin performansı son yıllarda istikrarlı bir seyir izlememiş olsa da, düşük faiz ve değerli TL açısından son aylara kadar önemli bir değişim yaşanmamıştır.
2001 krizinin ardından güçlü ekonomiye geçiş amacıyla uygulanan yapısal reformların ve kararlı makroiktisadi yönetim uygulamalarının bu başarıdaki önemi elbette yadsınamaz. Ancak tam da bu dönemde ortaya çıkan dünya ekonomisindeki likidite bolluğunun, reform sürecinde yüksek harcama kapasitelerine ulaşan Türkiye ekonomisinin herhangi bir likidite kısıtına maruz kalmamasındaki rolü de inkar edilemez. Özellikle kamu kesiminin karşılaştığı faiz yükünün azalması kamu harcamalarının arttırılabilmesi için ek bir kaynak oluşturmuştur. Yüksek faizlerin ertelenmesine neden olduğu özel kesim harcamaları yine bu dönemde önemli artışlar göstermiştir. Enflasyonun düşmeye başlamasıyla birlikte mevcut döviz bolluğu TL’nin değerini arttırırken, ekonominin ithal mal talebinde de artışlara neden olmuştur. Oluşan güven ortamında, uzun yıllardır ertelenen yenileme yatırımlarına hız verilmiş ve bu yolla toplam faktör verimliliğinde önemli artışlar sağlanmıştır. Ekonominin artan harcama ve borçlanma kapasitesi neticesinde oluşan cari açıklar, uluslararası likidite bolluğunun sağladığı imkanlarla kolayca finanse edilebilmiştir. Cari açıklara bağlı ülkenin dış borç stoku artarken, Türk kamuoyu için son derecede önemli olan enflasyon ve faiz oranlarını düşürebilmek mümkün hale gelebilmiştir. Ortaya çıkan bu durum ülkenin tüketime dayalı refah algısını iyileştirirken, geniş halk kitlelerinin siyasi iktidara yönelik güven duygusunu arttırmıştır. Ancak son zamanlarda meydan gelen olumsuz iktisadi gelişmeler bu büyüme ve refah yaratma modelinin sürüdürülebilirliği konusunda şüpheler uyandırmış ve bahsi geçen bu algının da kötüleşmesine yol açmıştır.
Siyasi algı açısından AKP iktidarının düşük kur ve faiz politikasında ısrarını anlamak mümkün. Ancak bunu Türkiye ekonomisinin bugünkü koşullarında ve ortaya çıkan yeni dünya konjonktüründe sürdürmeye çalışmak bizleri birtakım risklere ve bu risklere bağlı maliyetlere maruz bırakacağı aşikardır. Bu risk ve maliyetlerin neler olduğunu incelemeden önce içinde bulunduğumuz dönemde nelerin değiştiğinin tesbit edilmesinde yarar var.
Türkiye ekonomisinin yatırım davranışında son yıllarda görülen değişim dikkate alınması gereken öncelikli bir konudur. 2002-2007 döneminde özellikle imalat sanayinde yapılan yenileme yatırımlarının, izleyen yıllarda kapasite artışı sağlayacak yatırımlarla yeterince takviye edilemediği görülmektedir. Son yıllarda yatırım harcamalarında görülen düşüş bunun güzel bir göstergesidir. 2007 sonrası dönemde büyümede görülen istikrarsız seyirin yatırım davranışları üzerinde olumsuz etki yaratmış olması da mümkündür.
Ancak, kanımca bundan çok daha önemli bir olumsuzluk, bir başarı göstergesi olarak ele alınan birtakım gelişmelerin aslında ekonomideki nisbi fiyat yapısında meydana getirdiği tahribattır. Özellikle ülkenin maruz kaldığı uluslararası likidite bolluğunun neden olduğu değerli TL politikası ve kısmen bu likidite bolluğunu sağlamaya yönelik politikaların sonucu olan inşaat, bankacılık ve perakendecilik gibi ticarete-konu-olmayan sektörlerde yaratılan canlılığın neden olduğu fiyat artışları, ekonomideki kaynak dağılımının bu sektörler lehine bozulmasına neden olmuştur. Hatta bu süre zarfında birçok sanayicinin yatırımlarını inşaat sektörüne kaydırmasına şahit olunmuştur. Böylece ekonomideki kaynak-kullanım yapısının bozulması ve özellikle kullanılan mali kaynakların ülkenin döviz kazanma potansiyelini geliştirmesi mümkün olmamıştır.
Ne var ki böyle bir kaynak-kullanım yapısının yol açtığı sorunlar uluslararası likiditenin bol olduğu dönemlerde çok dikkat çekmemektedir. Hatta, 2007 sonrası dönemde birçok iktisatçının yaptığı gibi, bu şekilde yapılan kaynak-kulanımı tercihleri bir başarı göstergesi olarak da görülebilmektedir. Ancak son zamanlarda FED politikasında görülen değişime paralel olarak, artık uluslararası likidite de eskisi kadar bol ve ucuz değildir. FED başkanlarının son aylarda ardı ardına yaptıkları uyarıcı açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, uluslararası likidite miktarının önümüzdeki günlerde daha da azalacağı açıktır.
Elbette uluslararası düzeyde yaşanan bu gelişmeler neticesinde, merkez bankalarının ve ulusal bankacılık sistemlerinin yerel düzeyde sağlayabilecekleri likidite miktarlarında azalmaya gitmeleri kaçınılmazdır. Türkiye ve diğer gelişmekte olan ülkeler, harcamalarını ve kaynak-kullanım önceliklerini oluşan yeni konjonktüre göre uyarlayamadıkları takdirde, sürdürmeye çalışacakları yüksek oranlı büyüme politikalarının gelecekte ciddi likidite kısıtlarına maruz kalması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir kısıt altında bulunan ekonomi yönetimlerinin yerel düzeyde likidite idaresinde çok fazla seçeneği bulunmamaktadır. Sahip olunan seçenekler bir yandan tercih edilen büyüme politikasına, diğer yandan da arzulanan kur ve faiz politikasına bağlı olarak belirlenecektir.
AKP döneminde Türkiye ekonomisi, iç talebe dayalı olarak, özellikle de bu talebi ülkeye döviz kazandırma kabiliyeti sınırlı belli başlı alanlara yönelterek büyüyebilmiştir. Uluslararası alanda karşılaşılan döviz bolluğu, bu tarz politikaların uzun vadede sürdürülebilirliği düşünülmeden, elde edilebilecek kısa vadeli menfaatler dikkate alınarak uygulanmasına imkan sağlamıştır.
Merkez bankasının uyguladığı politikalarla da desteklenen bu iç talep çekişli büyüme modelinde, harcamaların finansmanı için gerekli kaynak dışarıdan borçla ve/veya kısa vadeli sermaye akımlarıyla temin edilmiştir. Dahası bu ortamda merkez bankası ve diğer mali kuruluşlar döviz cinsinden mali varlıklarını kolayca arttırabilmişlerdir. Döviz kurunda belli düzeyde bir istikrarı amaçlayarak, sahip olunan dış varlıklardaki artışların sağladığı imkanları kullanan mali kuruluşlar yerel düzeyde de likidite artışlarını temin edebilmişlerdir.
Daha ziyade kısa vadeli bir finansman yolu olan dış borçlanma ve bu yolla elde edilen dış kaynak kullanımı Türkiye ekonomisinin döviz geliri yaratma kabiliyeti üzerine ancak sınırlı derecede etkili olabilmiş; dahası büyümenin giderek daha çok dış kaynağa bağımlılığını arttırmıştır. Ancak ekonominin ulaştığı mali kaynak ihtiyacının bugünkü boyutları, kur istikrarını bozmadan yerel likiditenin sadece ülkeye giren net döviz miktarındaki artışlar ile finanse edilme imkanını giderek ortadan kaldırmaktadır.
Geçmiş yıllarda gözlemlenen dolar bolluğu TL’nin dolar karşısındaki değerinde bir istikrar getirmiş; hatta bu dönemde TL’nin değer kazandığı bile görülmüştür. Ekonomideki kaynak-kullanım tercihlerindeki çarpıklığın bir sonucu olarak ortaya çıkan cari açıklar ise, uzun süre bir türlü giderilememiştir. Zira bu sorunun giderilebilmesi, salt konjonktürel olarak büyüme oranının düşürülmesi ve/veya basit kur ayarlamaları ile değil, daha çok ülkenin çarpık kaynak-kullanım yapısının değiştirilmesine yarayacak yapısal reformaların hayata geçirmesiyle mümkün olabilecektir.
FED politikasındaki değişimin ardından Türkiye’de, dışarıdan elde edilen dövize dayanarak oluşturulan kredi hacmini genişletici politikaların da sonuna gelindiği anlaşılmaktadır. Zira böyle bir politikanın kurda belli bir istikrar sağlayarak uygulanması ülkeye o veya bu yolla gelen döviz miktarında herhangi bir azalmanın olmamasına bağlıdır. Ancak FED’in son zamanlarda tahvil alımlarını düşürmesinin dünya likiditesi üzerinde yaratacağı azaltıcı etki, Türkiye gibi ekonomilere gidecek olan sermayenin de kaçınılmaz olarak azalması anlamına gelecektir. Aynı zamanda daralan dünya likiditesi, yatırım tercihlerini yaparken yabancı yatırımcıların daha seçici hale gelmesine neden olacaktır. Bunun Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için anlamı, dövizin giderek daha az ve daha pahalıya bulunacağı ve yerel düzeyde enflasyonsuz likidite genişlemesi sağlamakta zorlanılacağıdır.
Elbette bizi bekleyen böyle bir dış konjonktürün yerel düzeyde de birtakım etkileri olması kaçınılmazdır. Öncelikle daha pahalıya ve daha az elde edilebilen döviz, merkez bankası ve diğer mali kuruluşların kredi yaratma kapasitelerini olumsuz yönde etkileyecektir. Yerel düzeyde kredi hacminde düşüşler beklerken, kredi maliyetlerinde olası artışlar kaçınılmaz bir hal alacaktır. Daha da önemlisi miktar olarak daralan böyle bir piyasada, mali piyasaların istikrarı açısından kaynak kullanımında çok daha seçici olunması gerekmektedir. Zira Türkiye ekonomisini 2001 krizine götüren süreçte böyle bir seçiçiliğin olmaması önemli rol oynamıştır.
Bu yeni dönemde oluşan konjonktür, döviz kuru istikrarı açısından da çok parlak gelişmelerin olmayacağı bir döneme işaret etmemektedir. Ancak gelişmelerin kur üzerinde yaratacağı etki, büyük ölçüde ekonominin dış kaynağa dayalı olarak yaratacağı likidite miktarının boyutu ile arzulanan büyüme oranına bağlı olacaktır. Öncelikle değerli TL politikasının bu yeni dönemde sürdürülebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Zira uluslararası piyasalarda ve ülkeye gelen döviz miktarındaki azalmaya karşın, hala kredi hacmini yüksek tutup iç talebi desteklemeye çalışmak, ancak ve ancak kurların belli oranda değer kaybetmesine verilmesiyle mümkün olabilecektir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde kurlarıni seyiri daha çok yerel piyasaların likidite ihtiyacına ve bu ihtiyaç neticeside gerekli likiditeyi yaratmak için ne kadar dış kaynağa ihtiyaç duyulacağına bağlı kalacaktır.
Yeni dünya konjonktüründe ekonomi yönetiminin kur istikrarına öncelik vermesi halinde ise, ekonomideki kredi hacminde azalmayı ve bununla beraber iç talepte de bir düşmeyi tercih etmesi gerekmektedir. Kanımızca ülkemizdeki iktisadi birimlerin döviz cinsinden borçlarının yüksek olması, kurlarda radikal dalgalanmaların yaşanmasına ihtimal vermiyor. Dahası mevcut üretim yapımızın ithalata aşırı bağımlılığı, kur artışlarının artan üretim maliyetleri üzerinden enflasyonist baskı yaratma ihtimalini de arttırmaktadır. Dolayısıyla uluslararası piyasalarda azalan likiditenin, yapısal olarak daha istikrarlı bir kurun varlığına ihtiyaç duyan Türkiye ekonomisinde daha çok yerel kredi hacminde ve beraberinde iç talepte bir azalmaya neden olacağı beklenebilir. Elbette böyle bir sonuç ülkenin büyüme preformansının da olumsuz yönde etkilenmesine neden olacaktır.
Başbakanın tüm ısrarlarına rağmen, ortaya çıkan yeni dünya konjonktüründe Türkiye ekonomisi için düşük faiz politikasının uygulanabilirliği artık çok mümkün görünmemektedir. Dahası mevcut faizlerin daha da yukarı gitme ihtimali vardır. FED’in tahvil alımlarını daha da azaltması, ABD ekonomisine yönelik iyileşme haberleri ve yabancı yatırımcılar nezdinde Türkiye ekonomisi hakkında oluşacak algı ve benzeri faktörler de faizlerin bu yöndeki hareketine tesir edecektir.
Yeni konjonktürel koşullar elvermese de, düşük faiz politikasında ısrar etmenin doğuracağı birtakım risklerin olduğu açıktır. Öncelikle böyle bir politika beraberinde yerel likiditede genişlemeyi gerekli kılacaktır. Zira böyle bir politikanın amacı iç talebi canlı tutacak likiditeyi sağlamaktır. Bu amaç siyasi açıdan son derecede anlaşılır bir amaç olmakla birlikte, ihtiyaç duyulan yerel likidite genişlemesinin nasıl sağlanacağı önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Merkez bankası ve diğer mali kuruluşların, döviz cinsinden mali varlıklarını arttırmakta zorlandıkları bir dönemde, ihtiyaç duyulan kredi genişlemesini sağlamada başvurabildikleri bir yol da kur artışıdır. Diğer bir ifadeyle mali sektörün döviz varlıklarının TL cinsinden değerinde ihtiyaç duyulan artış, dövizin değer kazanmasıyla sağlanabilir. Fakat artan kurlar, döviz cinsinden borçlu iktisadi birimler için ek yükler doğuracağı gibi, ithalata bağımlılığı yüksek üreticilerin maliyetlerinin artmasına ve bu şekilde enflasyonist bir baskının doğmasına neden olacaktır.
TL’ye yatırım yapan yabancılar açısından enflasyon arzu edilen bir durum değildir. Zira yatırımlarını TL cinsinden varlık alımı şeklinde yapan bu yatırımcıların, reel getirileri beklenen enflasyon ile azalmakta ve bu durum onları TL cinsinden varlıklara yatırım yapmakta isteksizliğe itmektedir. Hali hazırda yatırım yapmış olanların ise, TL’den kaçmalarına neden olmaktadır. Oysa yerel likiditesini genişletmek için dış kaynağa ihtiyaç duyan bir ekonomide bu kaçışlar istenmeyen bir duruma işaret eder ve buna mani olmak kaçınılmaz olarak faizlerde bir artışa gitmeyi gerekli kılar. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bugün için düşük faiz politikasının pratikte uygulanabilirliği kalmamıştır.
Günümüz dünya koşullarında Türkiye ekonomisi için tercih edilebilecek likidite oluşturma seçenekleri sınırlıdır. Öncelikle belirtmekte yarar var ki, yüksek büyüme oranlarında ısrar etmek iktisadi sistemde kaynak talebi baskısı yaratacaktır. Merkez bankasının döviz varlıkları üzerinden uygulayabileceği politikaların dışında TL varlık satınalmayı da bir seçenek olarak düşünmesi mümkündür. Ancak böyle bir yola başvurmak ekonomide enflasyonist baskıların oluşmasını tetikleyeceği için son derecede riskli bir yol olarak görülecektir ve sadece kısa dönem likidite sıkışıklıklarınını gidermek için kullanılması tercih edilecektir.
Dolayısıyla mevcut konjonktür altında dış kaynakları veri kabul ederek, daha çok yerel ekonomideki miktar ve fiyatlar hususunda birtakım düzenlemelere gitmek çok daha akılcı bir yol olacaktır. Öncelikle ekonominin yaratabileceği likidite kapasitesine bağlı olarak büyüme oranında bir düşüşün yaşanması kaçınılmazdır.
Değişen dünya konjonktürüne uyum konusunda ilk sinyalleri ekonomiden sorunlu bakan Ali Babacan geçtiğimiz günlerde verdi. Bakanın açıklamalarından büyüme oranını %3.4 mertebelerine çekerek, cari açığın gayri safi yurtiçi gelire oranını da %5 seviyelerine kadar geriletmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bunlara ek olarak merkez bankasının da 2014 yılı enflasyon hedefini %6.6 olarak belirlediği açıklanmıştır.
Önümüzdeki dönemde Türkiye gibi yüksek cari açıkları olan ülkelerin dünya ekonomisinde görülen likidite daralmalarından daha çok etkilenmeleri beklenirken, aksi yönde davrandıklarında ise dünya ekonomisi için risk oluşturma ihtimalleri yüksektir. Oluşan yeni koşulları veri aldığımızda, Türkiye gibi aşırı dış kaynak ihtiyacı olan ülkelerin kendi makroiktisadi dengelerini, oluşan bu yeni dünya koşullarına uydurmaları beklenir. Aksine bir davranış bu ülkeleri, tarihteki benzerlerinde olduğu gibi, kaçınılmaz bir likidite kriziyle karşı karşıya getirecektir. Aslında Ali Babacan’ın açıkladığı yeni hedefler de böyle bir uyum sürecine girildiğinin iyi niyetli bir ifadesidir. Ancak uyum konusundaki samimiyet ve kararlılık kısa vadede alınacak faiz kararları ve kurlardaki dalgalanmalar neticesinde ortaya çıkacaktır. Zira hükümetin, özellikle siyasi risklerinin ve belirsizliğin arttığı bir dönemde düşük büyümeye ne kadar müsamaha göstereceğini bilemiyoruz.
AKP hükümetinin Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik konjonktürde düşük büyüme oranlarına rıza göstermemesi halinde, ihtiyaç duyacağı mali kaynakları yerel düzeyde TL’nin değer kaybetmesine izin vererek ve/veya enflasyonisty para politikalarını uygulayarak uygulama ihtimali de bulunmaktadır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi daha çok AKP hükümetinin bugün maruz kaldığı siyasi baskıların şiddetine bağlı olacaktır.
© Tüm hakları saklıdır.