Türkiye'nin önde gelen ekonomi yazarlarından Osman Ulagay, “Siyasi rejimler dahil, pek çok şeyin yeniden fiyatlanacağı bir dönemin başında olduğumuzu düşünebiliriz. Böyle dönemlerin türbülansa açık dönemler olduğunu hatırlayarak kemerleri bağlı tutmakta yarar var” dedi.
“2009-2014 arasında 2 trilyon dolar dış kaynak çekmeyi başaran 19 önde gelen ‘yükselen pazar’ ülkelerinden son bir yıl içinde 1 trilyon dolara yakın net dış kaynak çıkışı oldu” diyen Ulagay, “Türkiye de ne yazık ki bu ülkeler grubunda yer alıyor ve o grup içinde bile ‘en kırılgan’ ülkeler arasında sayılıyor. Buna karşın ekonomik sorunlar hiç de ön planda görünmüyor, ‘bize bir şey olmaz’ saçmalığı devam ediyor” görüşünü dile getirdi.
Osman Ulagay’ın Cumhuriyet’in bugünkü (25 Ağustos 2015) nüshasında yayımlanan, “Her şey yeniden fiyatlanacak” başlıklı yazısı şöyle:
Dünyanın büyüme motoru olarak anılan ülkelerin bu hale düşmesi, ABD ve Avrupa’nın şimdilik durumu idare etmesi yakın geleceğe iyimser bakışı zorlaştırıyor. Geniş toplum kesimleri büyümeden pay alamazken ABD ve diğer borsalar 2009 sonrası kazançlarının büyük kısmını koruyor. Gözler Fed’de, dopingli yaşamın ne kadar süreceği tartışılıyor.
Sonuçta, siyasi rejimler dahil, pek çok şeyin yeniden fiyatlanacağı bir dönemin başında olduğumuzu düşünebiliriz. Böyle dönemlerin türbülansa açık dönemler olduğunu hatırlayarak kemerleri bağlı tutmakta yarar var.
Dünyanın 2008’de doruğa tırmanan krizin kritik aşamasını atlatmasında, ABD Merkez Bankası’nın (Fed) faizleri sıfıra indirerek benzeri yaşanmamış bir parasal genişleme operasyonunu uygulamaya koyması belirleyici oldu. Fed’in sistemin çöküşünü önlemek için her yola başvuracağının anlaşılması üzerine 2009’un ilk yarısından itibaren ABD borsaları toparlanmaya başladı, finans piyasasındaki panik havası atlatıldı. Dünya ekonomisinin krizden çıkışında ise başta Çin olmak üzere, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ‘Yükselen Pazar’ ekonomilerinin, krizin etkilerini çabuk atlatarak bir büyüme sıçraması yapması etkili oldu.
Şimdi gelinen noktada 2008 krizinin etkilerinin hâlâ sürmekte olduğunu ve krizden çıkış sürecinde iki temel faktörün belirleyici olmaya devam ettiğini görüyoruz. Geçen hafta Çin borsasında derinleşen çöküşün diğer borsalara yayılmasında ve bir panik yaşanmasında da bu iki faktör belirleyici oldu.
Faiz artacak korkusu
Fed’in sistemi sıfır faiz ve parasal genişleme dopingiyle ayakta tutmasının sağlıklı bir uygulama olmadığı bilindiği için, parasal genişleme (QE) uygulamasına son veren Fed’in uygun koşulları bulduğu noktada faiz oranlarını artırmaya başlayacağı geçen yıldan beri biliniyordu. Ancak Fed’in faiz artırmaya başlayabileceği tarihe her yaklaşıldığında yeni yaşanıyor ya da ortaya yeni veriler çıkıyor ve faiz artırmak için gerekli koşulların henüz olgunlaşmadığı sonucuna varılarak faiz artırma kararı erteleniyordu.
Bu süreç en az dört beş kez tekrarlandı ve her defasında bir gerekçe bulunarak faiz artırma kararı ertelendi. Bu sürecin yaşanmasında belirleyici olan faktör, yalnızca ABD finans piyasalarının değil dünya ekonomisinin ve ‘Yükselen Pazar’ ülkelerinin de sınırsız likidite ve sıfır faiz dopingiyle yaşamaya alışmış olmasıydı. ABD’nin faizleri artırmaya başlaması halinde, 2008’den sonra bir türlü istenen düzeye gelemeyen küresel talebin dünya ekonomisini ayakta tutmaya yetmeyeceğinden ve 2009’dan sonra parasal dopingin etkisiyle yükselen borsaların düşüşe geçeceğinden korkuluyordu. Fed’in eylül ortasında faiz artırma kararını verme ihtimalinin bulunması son haftalarda bu korkunun bir kez daha gündeme gelmesine yol açmıştı. Korkunun paniğe dönüşmesini ise Çin sağladı.
Mucize sona mı eriyor?
2008 krizinden çıkış sürecinde, başta Çin olmak üzere ‘Yükselen Pazar’ ekonomilerinin sergilediği güçlü büyüme performansı dünya ekonomisinin büyümeye geçmesinde belirleyici rol oynadı. Hızlı büyüme temposunu yakalamak için muazzam bir parasal genişleme ve yatırım hamlesine girişen Çin 2008 sonrasında dünya ekonomisinde gerçekleşen büyümenin yüzde 30’unu sağladı ve Dünya Bankası’nın satın alma gücü paritesiyle yaptığı hesaplamaya göre 2014’te ABD’yi de geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi. Ancak bu süreçte Çin’in borcu 7 trilyon dolardan 2014’te 28 trilyon dolara yükseldi ve GSYH’sinin yüzde 300’üne yaklaştı. Ayrıca yatırıma ve ihracata dayalı büyüme modelinin sürdürülemeyeceği de anlaşıldı. Çin ekonomisinde bir dönüşüm gerçekleştirmeye çalışırken yüzde 10’ları bulan büyüme hızı yüzde 7 dolayına düştü. Bu arada son bir yıl içinde büyüme hızı gerilerken Çin borsalarında yüzde 150’ye varan büyük bir sıçrama yaşandı.
Dünya ekonomisinde beklenen büyüme temposunun bir türlü yakalanamaması da Çin’in işini zorlaştırdı ve hem ihracatta hem de büyüme hızında gözlenen yavaşlama sürerken borsalarda büyük bir çöküşün yaşanması Çinli otoriteleri şaşırttı. 200 milyar dolara yakın bir kaynak harcayarak borsaları ayakta tutma çabaları da umulan sonucu vermedi. Bunun üzerine gelen Çin parasının devalüe edilmesi kararı ise Çin’le ilgili korkuları daha da artırdı. Dünya ekonomisini neredeyse tek başına ayakta tutan Çin’in dünyaya deflasyon ve kriz ihraç eden ülke haline gelmesi ihtimali kaygıları artırdı ve borsalarda yayılan paniğe katkıda bulundu.
Çin’den beklenen adım
Çin’in dün faiz oranlarını aşağıya çekmesi ise borsalardaki panik satışları önleme açısından beklenen bir adımdı ama bunu da çaresiz kalan yönetimin paniğe kapılması olarak algılayanlar da oldu.
Öte yandan diğer ‘Yükselen Pazar’ ülkelerinin performansında da çarpıcı bir bozulma yaşanmaya başlandı. En büyük yatırımcı ve en büyük enerji tüketicisi haline gelmiş olan Çin’deki yavaşlamanın da etkisiyle petrol ve diğer emtia üreticisi ülkeler sorun yaşarken Brezilya, Rusya ve Güney Afrika gibi önde gelen Yükselen Pazar ülkelerinde ve Türkiye’de ülkenin ve ekonominin yönetiminde ciddi sorunlar yaşanması da bu ülkelerin sorunlarını büyüttü.
Tüm bu gelişmeler sonucunda 2008 sonrasında büyük umut bağlanan ve 2009-2014 arasında 2 trilyon dolar dış kaynak çekmeyi başaran 19 önde gelen ‘Yükselen Pazar’ ülkelerinden son bir yıl içinde 1 trilyon dolara yakın net dış kaynak çıkışı oldu (F.Times, 19.8.2015). Bu ülke grubunda yer almak bir ayrıcalık olmaktan çıktı, bir risk faktörü haline geldi. Bu süreçte söz konusu ülkelerin paraları hızlı değer kayıplarına uğradı, paranın bol olduğu dönemde büyük miktarda dolar kredisi kullanan şirketlerin durumu zorlaştı.
Türkiye de ne yazık ki bu ülkeler grubunda yer alıyor ve o grup içinde bile “en kırılgan” ülkeler arasında sayılıyor. Buna karşın ekonomik sorunlar hiç de ön planda görünmüyor, “bize bir şey olmaz” saçmalığı devam ediyor.