Mustafa Alp Dağıstanlı
[email protected]
Hasan Cemal, geçen hafta Milliyet’te, KCK operasyonları kapsamında gazetecilerin gözaltına alınmasına isyan etti. Hasan Cemal’in isyanında vurgulanan asıl nokta, gazetecilerin gözaltına alınmasına medyanın sessiz kalmasıydı: “Gazeteciler büyük bir dalgayla gözaltına alınıyor. Sessizlik. Tık yok. Yaprak kımıldamıyor. Kıyamet kopmuyor manşetlerde.” (Gazeteciler gözaltına alınıyor, tık yok!)
Nedense garipsemedim ben bu durumu. Gazetecilerin, gazetelerin, televizyon kanallarının kendilerine, kendi çalışanlarına yönelik saldırılaraoralı olmamasıyla ilgili çok fazla örnek var. Fakat bu tutumun Türk gazeteciliğinin kökündekiyapısal hatalardan biri olduğunu görmek için biraz daha geriye gidelim.
Sada-yı Millet gazetesinin başyazarı Ahmed Samim, 26 yaşında, 9 Haziran 1910’da İttihat ve Terakki’nin katilleri tarafından İstanbul’da öldürülür. Gerisini, şimdi Hasan Cemal’in yaptığı gibi isyan eden Refik Halid Karay’dan aktarıyorum – alıntı biraz uzun ama değecek:
“Bir şeyler yazacak, bilhassa Samim’in öldürülmeden önce komite tarafından nasıl tehdit edildiğini bildiren mektubunu neşredecek, failin hükümet olduğunu isbata çalışacaktık. İstanbul’da örfî idarenin, divanı harplerin, kısacası hem askerî, hem de sivil iki başlı bir Makedonya diktatörlüğünün hüküm sürdüğü sırada!
“Şu var ki, beyanname basmak bizi idama kadar götürebilirdi; fakat neşriyatımızı gazete ile yapabilirsek nihayet müebbet kürekle kurtulabilirdik. Peki öyle bir gazete nerede? En aşağı bizler kadar deli birini bulmamız, bu delinin de bir gazetesi olması icap ediyordu.
“Bulduk: Türkiye’nin ilk sosyalisti Hilmi. Gazetesinin ismi: İştirak. (...) Yolda sahibine rastladım; bir kenara çektim, dedim ki: ‘Hilmi, dinle beni: Samim hakkında bir şeyler neşredeceğiz; bize bir defaya mahsus olmak üzere gazete lazım. Bu nüsha çok satılır, kapışılır, müthiş para getirir. Ne getirirse hepsi senin olsun. Tab ücreti, bütün masraf da bizden. Ama ötesinde, Bekirağa Bölüğü var. Gözün kesiyor mu?
“Para var ya ucunda? Kabul!”
(...)
“[G]azeteyi ben doldurdum. (...) Katil karşısında susan mebuslara, Türkçe gazetelere atıp tutmuştum.
“(...) Bizim gazetelerin adi havadis sütununa kısaca geçirdikleri katil hadisesi haberine kızarak şunu da söylemişim: ‘Şehrimizde Alman, İngiliz, Fransız, Rum ve Ermeni lisanlarıyla çıkan gazeteler vakadan uzun uzadıya bahsederek hükümeti vazifesini yapmaya davet ettiler, sütunlarını siyah çizgiler arasına aldılar. Türk gazeteleri matbuat haysiyetini sefil derecelere indirdiler.’
“İştirak gazetesinin 31 Mayıs 1326 [13 Haziran 1910] tarihini taşıyan sayısı – hükümet toplatma kararı verip harekete geçinceye kadar – satışa çıkarıldı ve ertesi sabah en çok satılan, kapışılan, satış rekoru kıran bir gazete oldu. Hilmi paraları cebine atmıştı ki yakalandı, zindanı boyladı.
“Biz gece yarısından sonra, o saate kadar basılan nüshaları gizlice matbaadan almış, kayıkla Boğaziçi’nin Anadolu yakasına geçirmiş, muhtelif vasıtalarla memlekete sevketmiştik.” (Bir Ömür Boyunca, İnkılâp Kitabevi, 2009)
Abdülhamid istibdadında gazeteciliğe başlamış, Ahmed Samim’in de içinde yetiştiği Servet-i Fünun’un sahibi Ahmed İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım’da (İletişim Yayınları), kendi gazetesinde bu olay üzerine yayınladıkları yazıları aktarıyor ve İttihat ve Terakki’nin yayın organı Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın’ın da cinayeti kınadığını takdirle belirtiyor. Fakat işte, olayın ertesi günü basının genel tavrı Refik Halid’in anlattığı gibi.
Şimdi birçok bakımdan “ilerledik” belki, ama bu yapısal defo hükmünü sürdürüyor. Gazetelerin ve gazeteciliğin iktidarla ilişkisi bakımından pek fazla bir şey değişmemiş gibi görünüyor. Kimi gazete ve televizyon kanalı zaten gönüllü olarak hükümetin çizgisinde. Yöneticileri, editörleri aynı/benzer siyaset ve hayat görüşünü paylaşıyor. Bu da gazeteciliğin temel prensiplerinin gözardı edilmesini meşrulaştıracak bir şey değil elbette, ama şimdi buraya girmeyelim. Kimi gazete ve televizyon kanalları ise gönüllü olarak değil, bir korku ve endişeyle benzer bir çizgiyi “benimsiyor” ve gazeteciliğin ne kadar prensibi varsa ayaklar altına alıyor. Bu ikincilerin yöneticileri ve editörleri, kimi zaman küfrederek, kimi zaman kahrederek sürdürüyorlar o yayın çizgilerini. En büyük gazetecilik çabaları da “dengeli” olmaya,daha doğrusu, dengeli görünmeye çalışmak. Patronlarının iktidarla ilişkisi, gazete ve televizyon kanallarının iktidarla ilişkisini ve gazeteciliğini belirliyor.
Bu meseleleri sonraya bırakaraktutuklanan / gözaltına alınan gazetecilere dönelim tekrar. Temel sorun, Türkiye’de medya özgürlüğünün durumunun sadece içeri atılan gazetecilerin sayısına bağlanması. Gazetecilerin hapsedilmesi şüphesiz çok önemli bir sorun ve çok önemli bir gösterge, fakat tek kriter bu olamaz, çünkü özgürlük sayılabilir bir şey değildir. Bütün şartlar aynı kalmak kaydıyla şu anda hiçbir gazeteci içeride olmasaydı da özgür ve olgun bir medya ortamından, iyi gazetecilikten bahsedebilir durumda olmayacaktık. Ama mesele sayılara sıkıştığı için, kimi resmi ağızlar gibi, kimi yazarlar da başları belada olanların (büyük bir kısmının ya da tamamının) gazetecilik faaliyetleri dolayısıyla içeri atılmadığını göstermeye çalışan yazılar yazıyor – kimileri uluslararası gazetelere ve internet sitelerine de bu hizmeti götürüyor.
Geçen gün Aydın Engin ne güzel “Tırmık”lamıştı kalem, kamera, laptopun silahla eş tutulduğunu. (http://www.t24.com.tr/aydin-engin/kose-yazisi.aspx?author=13&article=4430) Aslında, aynı mantık, Ahmet Şık ve Nedim Şener için hazırlanan iddianamede de gösteriyor kendini. İddianameyi inceleyen ve Taraf’ta bir dizi yazı yazan Alper Görmüş’ten aktarıyorum: Alper, Şener ve Şık’ın “cemaati rahatsız edecek kitaplar yazdıkları” için suçlandıkları kanısının yanlış, bu iki gazetecinin savunma çizgilerinin bu kabule dayanmasının da hatalı olduğunu söylüyor. Sonra da şöyle devam ediyor:
“Oysa biliyoruz ki, suçlama böyle değildir. Suçlama, Şener ve Şık’ın’Ergenekon terör örgütünün talimatları doğrultusunda, kendi iradeleriyle kitap yazdıkları’dır. Oysa bir kitabın yazarı tarafından yayımlanması ile –iddianamede iddia edildiği gibi– bir terör örgütünün talimatı doğrultusunda yayımlanması arasında dağlar kadar fark vardır.
“Demek ki işlevsel ve işe yarar bir savunma, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in yazdıkları kitaplar ile ‘Ergenekon terör örgütü’nün talimatları arasında ilişki kuran delillerin yetersizliğini ya da geçersizliğini göstermek temelinde yürütülmelidir.” (Oda TV iddianamesi (1), Taraf, 20.09.2011)
Bu saptamada ciddi ve temel bir sorun var: ifade özgürlüğü bakımından “bir kitabın yazarı tarafından yayımlanması ile –iddianamede iddia edildiği gibi– bir terör örgütünün talimatı doğrultusunda yayımlanması arasında” hiçbir fark yoktur. Evet, yoktur! Irkçılık, nefret, şiddet teşvik edilmiyorsa. Fark olduğunu söylediğiniz anda, yazı yazan insanların içeri tıkılmasını meşrulaştırmış, dahası, “terrör örgütü”nün diyelim metroyu bombalayan militanıyla yazı adamını eşitlemiş olursunuz. Bu ülkede devletin oldum olası sergilediğinin aynısı olan bu tahammülsüzlük, bomba atan, silah tutan adamı güçlendirir; şiddeti teşvik eder.
Alper’in salık verdiği yolla, yani talimat ilişkisindeki delil yetersizliğinin gösterilmesine dayanan savunmayla Şık ve Şener davası kazanılabilir belki, ama ifade özgürlüğü davası kazanılamaz. Kazanılamayınca da yarın Ahmet ve Nedim gibi başka gazeteciler hapsi boylar. (Biraz konudışı belki ama yanlış anlamaya mahal vermemek için söylemeden edemeyeceğim: Nedim Şener’in ve Ahmet Şık’ın talimatla bir şey yazacağına ihtimal vermiyorum. Ahmet’i yazdıklarının ötesinde çok uzun süredir yakından tanıyorum; sarhoşken ne dediğini de, kızgınken söylediklerini de, çalışırken yaptıklarını da biliyorum. Dolayısıyla “boş yere” eziyet ettiklerini de.)
Her tür sansür, her tür kısıtlama şiddeti beslediği gibi (“Katl, sansürün ekstrem biçimidir” – Bernard Shaw), o kısıtladığımız fikirleri tartışma ve çürütme imkanımızı da elimizden alır. Kılık değiştirmiş ya da kılıfına uydurulmuş yasaklarla “zararlı” bulduğumuz düşüncelerin yaşamasını, yayılmasını engellemiş olmuyoruz ki. İnternet çağından önce bile sınırsızca yayılabiliyorlardı. Fransa parlamentosunun aldığı karar da bunun için aptalca zaten.
Üstelik, “talimatla yazdırıldı” iddiasının herşeye ve herkese kolayca yapıştırılabileceğini de biliyoruz. Alper’in talimat alma ilişkisindeki delillerin yetersizliğinden bahsetmesi de zaten bunu gösteriyor.
Bence, medyanın büyük bölümü talimatla gazetecilik yapıyor.