11 Aralık 2017 12:12
Yıldız Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Okur, ABD Başkanı Donald Trump 'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti kabul etmesini değerlendirdi. Trump'ın kararına, "Sadece bir statü belirlemedi, Orta Doğu ateşine adeta benzin döktü" diyen Okur, "İsrail'in istediği büyük Orta Doğu yangını diyebileceğimiz mevcut sürecin ikinci perdesini açmak. İran’ın nüfuzunun tekrar sınırlarına doğru itilmesi, nükleer programın imhası" diye konuştu.
Hürriyet'ten İpek Özbey'in sorularını yanıtlayan Mehmet Akif Okur'un açıklaması şöyle:
Brookings Enstitüsü son bir rapor yayınladı. Sonuç ilginç: Amerikalıların yüzde 63’ü Kudüs kararına karşı çıkıyor. Buna rağmen Trump bu kararla ‘gurur bile duyuyor’!
İsrail meselesine bakışta Amerikan Yahudiliğinin içinde bir bölünme söz konusu. Şöyle hassas bir eşik var. İsrail’in varoluşsal bir tehditle yüzleştiğini düşündüklerinde, Yahudi Amerikalılar buna karşı toplu reaksiyon gösteriyorlar. Ama “çözüm nasıl olmalı” denildiğinde hem Amerikan Yahudileri arasında hem de genel Amerikan kamuoyunda karşımıza farklı görüşler çıkıyor. Özellikle, bir-iki kuşaktır liberal eğitim sisteminden geçen, Yahudi toplumu dışından evlilik yapmış kesimler, Filistinlilere daha çok hak veriyor. Siyonizmi ve ürettiği tarihî pratiği doğrudan eleştirenlere de rastlanıyor. Müzakerelerle ulaşılacak iki devletli çözüm fikrini ve ABD’nin arabuluculuk rolünü destekliyorlar. Trump’ın kararını da, bunların tamamına zarar vereceği için eleştiriyorlar. Bu tutumlar, çok tartışılan diasporadaki kuşak ve mentalite değişimi meselesiyle de bağlantılı.
Genç kuşakla önceki kuşağın çatışması mı?
İsrail sağını çok endişelendiren konulardan biri bu. Amerikan Yahudiliğinin genç kuşakları, kendilerini siyonizmin Filistin’deki baskıcı, çatışmacı politikalarına önceki kuşaklara kıyasla daha uzak hissediyor. Bunda, II. Dünya Savaşı’nda yaşananların gittikçe “uzak hafıza”ya dönüşmeye başlayışı ve Yahudi cemaatinin dışında, özgürlükçü değerlere sahip geniş cemiyetle kurulan bireyselleşmiş ilişkiler pay sahibi. Böyle bakınca da Netanyahu tipindeki politikacılara ait mesajların Amerika içinde yankı bulduğu kesim, yeni çatışma süreçleri duyguları değiştirmezse, daralma eğiliminde.
Ama dar olan kesim daha güçlü…
Zengin, örgütlü ve güçlü. Walt ve Mearsheimer’ın meşhur kitaplarında inceledikleri ‘İsrail lobisi’nden söz ediyoruz. Hatırlarsanız, bir önceki Amerikan seçiminin gündemi de Netenyahu’nun Obama’ya karşı yürüttüğü kampanyaydı. Şimdi bu iyi örgütlü lobinin yeni bir hamlesiyle karşı karşıyayız. Amerikan basınına yansıyanlara göre, seçimden on gün önce Cumhuriyetçilerin büyük bağışçılarından ünlü bir casinocu Trump’la görüşmüş. Trump, ona Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağı sözünü vermiş. Yani bir seçim vaadinde bulunmuş. Nitekim o dönemde Trump’ın danışmanlarının da İsrail’e gittiğini, seçimden önce bir deklarasyon yayınladıklarını biliyoruz. İktidara gelen Trump, muhtemelen, vaatlerini yerine getirmenin hiç kolay olmadığını gösteren dosyalarla da yüzleşti. Fakat içerideki mücadele kızışınca bu sefer yeni bir denklem ortaya çıktı.
Söylem-eylem denklemi denebilir mi?
Rusya soruşturması sebebiyle Trump’ın, Kongre başta olmak üzere, önemli zeminlerde İsrail Lobisi’nin desteğine duyduğu ihtiyaç arttı. Ortadoğu’da hayli zamandır devam eden çatışma ikliminin sonuçlarının da, daha önce üreteceği zorluklar sebebiyle ötelenen Kudüs meselesi hakkında adım atılması için konjonktürü uygun hale getirdiği düşünülmüştür. Bu, anlık bir tercih değil elbette. Zemini hazırlanmış, doğuracağı dalgalanmaların muhtemel boyutları hesaplanmış bir karar. Kritik eşiğin aşılması için gerekli siyasi motivasyon da ortaya çıkınca atılmış bir son adım.
Zemin hazırlandı ama bir yandan da Amerikan kongresinden birçok kişi sert biçim eleştirdi…
Kongre’den muhalif sesler çıkabilir. Ama İsrail lobisi en çok Amerikan Kongresi’nde güçlüdür. Tabii bir kısım sorulara cevap bulunması lazımdı. Ulusal çıkar hesabı yapan bazı bürokratik mekanizmalar ortaya şöyle bir fotoğraf koydular: Bizim İsrail ile ilişkilerimiz zaten iyi. Atacağımız yeni adım, İsrail’le ilişkilerimizde bize ilave bir fayda sağlamayacak ama çok geniş bir dünyayı küstürecek. Dolayısıyla biz bu işten ne kazanacağız?
Bu sorunun cevabı ne?
Bu sorunun, Washington’daki İsrail nüfuzunun etkisi dışında rasyonel ve tatmin edici bir cevabı yok. Ancak şu söylenebilir. Böyle bir karar için bölgesel konjonktür, bazı bakımlardan geçmişe kıyasla daha müsait. İsrail’i yakın dönemde baskılayan devletler ya iç savaşlarla sarsılmış durumdalar ya da iç kavgalar ve İran’dan algılanan tehdit gibi sebeplerle Tel Aviv’e yakınlaşma ihtiyacı hissediyorlar. Sisi Mısırı ve ve Suudi Arabistan gibi. Bölgede Filistin meselesini gölgede bırakan, yeni siyasi denklemler, yeni gerilim hatları oluştu.
Türkiye’de geniş bir kesim özellikle Suudları ve BAE’yi çok sert eleştiriyor…
Kudüs’te Türk idaresi sona erdikten bu güne kadar geçen 100 yıl boyunca Yahudiler ve Müslüman Araplar arasındaki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı Araplar’ın cephesinde 92-93 bin civarında. Sadece Suriye iç savaşında bazı hesaplamalara göre 400 binden fazla insan hayatını kaybetti. Dolayısıyla Ortadoğu’nun içine yeni öfkeler ekildi. Bu arada da İslam dünyasının birleşik, kararlı bir tavır takınamayacağı düşünülüyor tabii.
Topyekun bir duruş çıkar mı sizce?
İstanbul’da toplanacak İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısında ortak bir deklarasyon yayınlanacağına inanıyorum. Ancak, müşterek diplomatik tutumun somut eylemlerle ve yaptırımlarla desteklenmesi hususunda top yekûn bir hareketin ortaya çıkmasını engelleyen faktörler var.
Arap dünyasının girift ilişkileri…
Evet, ancak şunu da düşünmeliyiz: Amerika’nın kararı İslam Dünyası’nda, kitleler nezdinde nasıl bir etki meydana getirecek? Son on yıl, bize şunu gösterdi. Resmi devlet yapıları, İslam dünyasındaki yegane siyasi aktörler değiller. Ortadoğu’daki iktidar oyununda kitleler de bir faktör. Alınan bu kararın yine İslam dünyasındaki kitleler, Arap sokağı üzerinde bir etkisi olacaktır. Bu etki, hem Mısır hem de Suudi Arabistan’da baskılansa da orta-uzun vadeli sonuçları göz ardı edilemeyecektir. Ortadoğu’da, devletler/resmi iktidar yapıları ve örgütler arasında gidip-gelen bir güç salıncağı var. Bunun temel sebeplerinden biri Filistin meselesinde devletlerin bir türlü Arap sokağını tatmin eden bir güç ve etkinlik gösteremeyişi. İslam İşbirliği Teşkilatı Örgütü, etkin bir odak olduğunu gösteremezse, diplomatik adımlar etkili olmazsa o zaman sokakta temerküz edecek bu enerji, örgütlere kanalize olacaktır.
Terör örgütlerinden mi bahsediyorsunuz?
Bunun terör boyutu da vardır, teröre başvurmadan iktidara talip olan devlet dışı başka yapılar da mevcuttur… Bölgede İsrail ile yürümeye çalışan Arap devletlerinin, ülkelerinde dinamik muhalif yapılarla uğraşmak durumunda kalmaları bir hayli muhtemel.
Kuşak meselesine dönmek istiyorum. Yeni kuşaklar sorunu çözer mi? Lobiler biraz da bunun mu önünü kesmek istiyor?
Lobiler için bu, çok ciddi bir kaygı konusu. Ama tabii, İsrail yanlısı tavrı besleyen tek unsur, Amerikalı Yahudiler değil. Örneğin, Evanjelik Hristiyanlar da var. Bunların bir bölümü Hıristiyan Siyonizmi dediğimiz teolojiyi benimsiyor. Kitab-ı Mukaddes’in yorumlanışıyla ilgili üç yaklaşımdan (amillennialism, postmillennialism ve premillennialism) sonuncusunu dayalı bir gelecek okumaları var. Tarihi devirlerin son halkasında büyük bir savaşın olacağına, Hz. İsa’nın tekrar geleceğine ve yeryüzünde “Tanrı’nın krallığının” kurulacağına inanıyorlar. Bu geleceğin inşası için gerekli ara safhalardan birinin tüm Yahudilerin Filistin’de toplanması olduğunu düşünüyorlar. Bu toplanmanın, zamanla belli başlı önemli güçleri taraf yapacak bir savaş çıkaracağını, savaşın son aşamasında Hazreti İsa’nın geleceğini, Yahudiler’e Hristiyanlığa dönmelerini emredeceğini, bir kısmının kabul edeceğini, reddedenlerin de yok edileceğini düşünüyorlar. İsrail’in güçlenmesine verdikleri desteği bu tarih görüşü besliyor. Bir başka faktör de tırmanan İslamofobi.
Öyleyse “Trump Netanyahu’yu kurtarmaya çalışıyor” ya da “Trump içeri oynuyor”söylemleri hafif kalıyor.
Bahsettiğiniz hususlar da bir faktör ama iş bunlardan ibaret değil. Arap Baharı bir yangına dönüştü. Bu yangının ilk perdesinde İran ve bağlantılı gruplar zafer kazandıklarını düşünüyorlar. Çok kıyıcı bir savaşa imza attılar Suriye’de. Bu kıyıcı savaşta bazı şeyleri de yitirdiler. Suriye iç savaşından evvel İran’ın İsrail karşısındaki çıkışları, Arap sokağında mezhep farklılığı meselesini örten bir psikolojik kalkan işlevi görüyordu. Fakat bu parçalandı. İsrail bu süreci takip ediyor. İstediği; büyük Ortadoğu yangını diyebileceğimiz mevcut sürecin ikinci perdesini açmak. İran’ın nüfuzunun tekrar sınırlarına doğru itilmesi, nükleer programın imhası… Bunu istiyorlar.
Peki nasıl gerçekleşir?
Bunun için Amerika’nın sahaya inmesi lazım ki İsrail’in ümidi de bu. Ancak Amerikan kamuoyu yeni bir Ortadoğu savaşına karşı. İşte bu yüzden Trump şimdi daha kolay olduğunu düşündüğü ve İsrail’in istediği diğer şeyi verdi onlara.
Kudüs’ün başkent olarak tanınması...
Evet. Şu da bekleniyor olabilir: Bu kararın doğuracağı öfke, Irak ve Suriye’de Amerikan unsurlarını hedef haline getirebilir. Bazı örgütler, Libya’da ABD Büyükelçisi’nin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan terör saldırısına benzer biçimde, doğrudan Amerikan hedeflerine yönelebilirler. Böyle bir saldırı gerçekleşirse, Ortadoğu’ya yeniden müdahaleyi kafasına koymuş bir güç bloğu Amerikan kamuoyundaki tartışmaları yönlendirme hususunda avantaj kazanır. Dolayısıyla, Kudüs kararının yol açtığı öfke patlamasının kontrolsüz sonuçları da savaşı büyütmek isteyen bazı kesimler tarafından arzu edilmiş olabilir.
Diyelim ki bu oldu ve ikinci perde açıldı. O sahnede nasıl bir oyun sergilenecek?
İran’a karşı ittifak, Türkiye’nin sıkıştırılması… Suudi Arabistan, Mısır ve körfezden bazı unsurları yanına alarak bir koalisyon kurulmak isteniyor. Tabii, temel soru orta yerde duruyor. Mızrak ucu kim olacak? Bunu en son Lübnan krizinde de gördük. Suudi Arabistan Lübnan’daki gerilimin pimini çekti. İsrail’in Lübnan’a müdahalesi için bir fırsat yarattı. Ama krizin dondurulduğunu gördük. Filistin’e en çok yardım eden ülkelerden biri de Katar’dır. Katar da, ablukaya alınmak istendi. Fakat süreç orada da durdu. Dolayısıyla, bölgenin yeni bir koalisyonla şekillendirilmesi için arayışlar var. Fakat bu ittifak içindeki ilişkiler öyle çok da oturmuş gözükmüyor. Doğrudan yürütülmesi gereken büyük çatışma ihtimali belirdiğinde, herkes mızrak ucu rolünün üstlenilmesi için birbirine bakıyor.
Mızrak ucu kim olacak?
Ben İsrail’in en büyük isteğinin Amerika’nın doğrudan sahaya inmesi olduğunu düşünüyorum. Ama bu hiç kolay gözükmüyor. Olaylar, Amerika’yı müdahaleye ikna eder mi? Çok zor. Ama şu anda alttan alta cevabı aranmaya devam edilen soru da bu.
Bu durumda; dünyayı bekleyen en büyük problem terörün azması denebilir mi?
Diplomasi ve uluslararası hukukun mekanizmaları, adil bir çözümün araçları ve zeminleri olmaktan çıktıklarında, kabaran öfkeler, toplumsal enerjiyi örgütlere yöneltiyor. Örgütler de İsrail’e duyulan öfkeyi bayrak yapıyorlar ama öncelikle bulundukları ülkelerde iç iktidar mücadelelerine giriyorlar. Suriye ve Irak’ı parçalayan dinamiklerin değişik versiyonlarını biz diğer Arap ülkelerinde de görebiliriz. Bir kısım kökeni şaibeli terör örgütleri de yeni coğrafyalara konuşlanabilir. IŞİD benzeri tasarımlar, bu öfke dalgasının üzerine inşa edilmek istenebilir. Bu arada, İran ve bağlantılı grupların da yeni konjonktürden güç devşirmeye çalışacaklarını göreceğiz. Elbette tüm bunlar, bir günde ve hemen değil, zamana yayılmış bir sürecin parçaları olarak karşımıza çıkacaklar.
Haşdi Şabi’yi daha mı çok duyacağız?
Güçlenecek yapılar arasında, Haşdi Şabi çatısı altındaki bazı örgütleri de görebiliriz. Hamas, pozisyonunu müzakereli bir çözüme göre ayarlama doğrultusunda adımlar atmaya başlamıştı. Hamas’ı fazla yumuşamakla suçlayan başka gruplar var, onlar kuvvetlenebilir. Hamas’ta da intifada vurgulu yeni bir söylem görürüz. Eğer İsrail’in arzuladığı gibi, İran’ın üzerine gidilirse sahada kullanılmak istenecek aktörlerden biri de Suriye PKK’sı olabilir. Bu meselenin rengi o zaman Türkiye açısından daha da değişecektir. İran’ı baskılayacak bir Amerika’nın yanında tutmak isteyeceği ülkenin Türkiye olması düşünülürdü. Fakat, beklediği adımları görmeyen Türkiye Astana süreci ve Barzani referandumunda İran’la yan yana geldi. Suriye’de, muhtemel bir yeni çatışma sürecinde karşımıza neler çıkabilir? Daha net tahminler için ikinci perde hangi senaryoyla başlayacak, görmek lazım.
Ve Putin, bugün Ankara’ya geliyor…
Rusya’nın tavrı nüanslı. Bir taraftan Batı Kudüs’ü başkenti olarak tanıyarak İsrail’in gönlünü alıyor. Ama Doğu Kudüs’ü dışarda tutuyor. Rus diplomasisi bu tutumu, başka meselelerde de sergiliyor. Mesela Türkiye’yle ilişkileri iyi ama Afrin’de askeri var. Tabii, önümüzdeki süreçte başka aktörleri de bölgede göreceğiz. Mesela Çin’in, Ortadoğu’ya girme isteğini dikkatten kaçırmamak lazım. Pekin’in kökleri Soğuk Savaş yıllarına uzanan klasik politikası, Filistin’de iki devletli çözümü destekleyen bir çizgide. İran’la da sağlam ilişkileri var. Bu meselede profilini yükseltmeyi düşünebilir.
Türkiye en net tavrı koyan ülke. Arap dünyasından yeterince ses çıkmazsa bu sokağa nasıl yansıyacak?
Kurdukları başka ilişkiler ve iç çatışmalar nedeniyle seslerini çok yüksek perdeden işitmiyoruz. Geçmişte benzer tutumlar, Arap sokağındaki kitleleri başka arayışlara sevk etmişti. Arap milliyetçiliğinin yükseliş ve düşüş hikayesi hafızalarda henüz taze. Büyük Ortadoğu yangınının ikinci perdesi açılırken dünün dinamikleri benzer mecralarda işleyecek mi, göreceğiz. Trump’ın kararının ardından sert retorik itirazlar, İslam dünyasının Arap olmayan ülkelerinden yükseliyor. Türkiye, keskin çıkışının ardından diplomatik bir inisiyatif örgütlemeye çalışıyor. İran zaten, çatışma dinamiğinin kendisini hedef alacağını düşünerek hareket ediyor. Türkiye’nin retoriğinde, İslam dünyasındaki hassasiyetlerin yanı sıra uluslararası hukuka ve Kudüs’ün insanlık için anlamına yapılan vurgu, kitlelere ulaşan mesaja rengini veriyor. Yeni bir çatışma döneminin eşiğinde destek görürse, diplomasiye duyulan inancın bütünüyle kaybedilmesinin önüne geçilebilir.
Biraz açar mısınız, nasıl bir fırsat?
Görüşme trafiğinde dünyanın Doğu’su da var Batı’sı da. İslam dünyasından da Hıristiyan dünyasından da merkezler var. Tam da sizin işaret ettiğiniz ‘din savaşı’nın tetiklenmemesi için “bu meseleyi çözmemiz lazım” mesajı karşılık bulmalı.
Bu mesaj desteklenirse ne olur?
İslam dünyasında biriken öfkeyi, diplomasinin aracılık ettiği çözüm ve barış arayışını besleyen bir enerjiye dönüştürme fırsatını yitirmemiş oluruz. Ancak, maalesef umutlar çok güçlü değil.
Peki ya Türkiye izole edilirse?
Türkiye’nin çabalarını sonuçsuz bırakmak için organize bir faaliyet sergilenirse, o zaman bu öfkeye gösterilen tek adres çatışmacı mecralar olacaktır.
Bölgedeki zayıflamış noktaları güçlendirmek mi gerekiyor, mesela acil olarak Suriye toparlanmalı mı?
Bu tür dönemler aslında toparlanma için imkân sunuyor. İslam dünyasının en geniş örgütlenmesi İKÖ, yine Kudüs merkezli hadiseler, Mescid-iAksa’ya yapılan saldırı sebebiyle varlık kazanmıştı. Bunun için, İslam dünyasındaki güçlü aktörlerin samimi olmaları, bölgeyi kavuran çatışmalardaki mutlak zafer isteğinden geri adım atmayı göze alabilmeleri gerekiyor. İran ve Suudi Arabistan’ın tavırları önemli. Eğer İran ve müttefikleri, Suriye’deki gelişmeler hususunda mutlak zafer peşinde koşmayan bir pozisyona çekilebilirse, içinden geçtiğimiz kriz çatışmaları dondurmak için bir fırsata dönüşebilir.
Problem BM’ye rağmen çözülemiyor. Nasıl yorumluyorsunuz?
İsrail’in işgalleri, merkezinde BM Sistemi’nin yer aldığı uluslararası düzeni kuruluş yıllarından bu yana zehirliyor. Biz zehirlenmiş bir düzenin neye mal olabileceğini 2.Dünya Savaşı’nda gördük. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzen, taahhütlerini yerine getiremeyince yeni bir savaşın önünü alabilme umutları da söndü. 2. Dünya Savaşı sonrası düzen tekrar aynı şey yaşanmasın diye kuruldu. Nedir bu düzenin önemli temel ilkesi? İşgalle toprak kazanmaya çalışmayacaksınız. İşgalle elde edilen kazanımları meşrulaştırmayacaksınız. Bu temel ilkenin, BM Sistemi’nin kuruluşuna liderlik eden devlet eliyle zehirlenişine ve kuvvetli diğer aktörlere de aynı yolun açılışına şahitlik ediyoruz.
Düzen yine bozuluyor ve bu kez 3. Dünya Savaşı’nın işaretleri mi veriliyor?
2. Dünya Savaşı’na giden kavşakta büyük güçler, Milletler Cemiyeti’nin temel ilkelerinin ihlal edilişini, işgal ve ilhakların sıradanlaşmasını izlediler. Savaşın kazandırdığının görüldüğü bir sistemde, birbirlerini taklit eden aktörlerin hazırlıkları insanlığı tarihin en kanlı yolculuğuna çıkardı. Tek başına mevcut krizden söz etmiyorum. Ancak, ayrıcalıklı aktörlerinin uluslarası hukuk karşısında bağışık sayıldığı, işgalle elde edilen kazanımların tek taraflı olarak tescillendiği bir sistem, büyük silahlanma ve çatışma dünyasına dönüşü teşvik edecek önemli faktörler arasında yer alıyor.
Hocam savaş değil çatışma diyorsunuz, daha ileri gidelim, “Din savaşı çıkar” mı?
Şu anda Trump’ın attığı adım, Filistin’de “müzakereyle barışa ulaşılabilir” diyenleri zayıflattı. Bakın, Ortadoğu’da doğrudan maruz kaldıkları ya da şahit oldukları travmalar içinde büyüyen bir kuşak var. Muazzam bir mağduriyetler coğrafyasıyla çevrililer. Dini ve siyasi kimliklerini, hayat tecrübelerine göre şekillendiriyorlar. Dostlarını ve hasımlarını da... Kudüs’ün, tüm dini-tarihi anlam ve sembolizmiyle bizi bekleyen uzun çatışmalar zincirinin güçlü halkası olduğunu gördüğümüzde şaşırmamalıyız. Uzun çatışmaların sonuçları, kısa vadeli konjonktürler tarafından tayin edilmez. O sebeple zaman, bugünkü dengelere bakarak adil barış umutlarını tekmeleyenlerin ne kadar yanıldıklarını gösterecektir.
Peki büyükelçiliği taşındı diyelim, sonra?
Önce etkileyebilecekleri bazı küçük ülkelere büyükelçilikler açtırırlar. İlk protesto dalgasına onlar çarparlar. Sonra adım adım giderler. Ama Trump elçiliği fiilen hemen açmasa da asıl önemli adımı atmış oldu. Kudüs’ün ilhakını tescil etti.
Bir Filistinli’nin hayatında ne değişecek?
Doğu Kudüs’teki Filistinlilere yönelik muamelenin daha da kötüleştiğini görebiliriz. İsrail’in bu zamana kadar taşıdığı bazı çekinceler, Trump’ın kararının ardından iyice rafa kalkacaktır. İsrail’i yöneten mantık şöyle düşünebilir: Değişik baskı yöntemleriyle Filistinlileri buradan gönderme süreci hızlanır, yerleşimlerin arttırılması da devam ederse, değişen demografik denge ve sahadaki “gerçeklik”, ilhak sürecini tamamlar. Zaten çok zordu hayat. İşinize giderken bir sürü kontrol noktasından geçeceksiniz. Sürekli gerilim yaşanıyor. Dini açıdan kutsal mekânlarınızda çatışmalar görüyorsunuz, esir hissediyorsunuz kendinizi. Böyle bir yönetimin bir de alkışlandığını düşünün.
ABD’nin karardan geri dönmesi mümkün mü?
İsrail istediğini aldı, Kudüs’te dünyaya kabul ettirmek istediği statüyü ABD’ye onaylattı. Kararın geri alınması, ABD’deki iç siyasi denklem açısından bakıldığında politikacılar için daha maliyetli bir adımdır. O yüzden kolay olacak bir şey değildir. Bu türden şeylere umut bağlayacak fazla kimsenin kalacağını da zannetmiyorum. Önümüzdeki 10 yılın coğrafyamızda bir çatışma dönemi olmasından korkarım. Maalesef öyle bir geleceğin kapıları açıldı.
“İsrail kimliğini savaşlarla inşa etmiş bir “Güvenlik devleti”. Kışla, İsrail’deki vatandaşlık kimliğini kuran en önemli unsurlardan biridir. Daimi savaş atmosferinin ürettiği katı bir kimlikten söz ediyoruz. Müzakere, bu katı kimliği yumuşatan bir şeydir. O yumuşamanın, kimlik kaybına yol açacağından korkanlar da belli aralıklarla çatışmayı alevlendirirler…”
Tevrat’a göre: 1948 yılında kurulan İsrail 74 yıl içinde eğer Aksa’yı yıkamaz veSüleyman Mabedi’ni inşa edemezse, yıkılacak. Bu da 2022 demek. Doğru mu?
Kitab-ı Mukaddes’in bazı lafzî “premillenialist” yorumlarına göre; Hz. İsa’nın yeniden zuhurundan en az üç buçuk yıl önce Mabed’in üçüncü kez inşa edilmiş olması gerekir. Tevrat metinlerinden harflerin sayı değerlerine dayalı özel formüllerle anlam üretmeye çalışan Kabalacı yöntemleri kullanarak bu yorumu destekleyici tarihler bulmaya çalışanlar var. Bahsettiğiniz türdeki değerlendirmelerin kaynağı burası. Üstelik, Mescid-i Aksa’nın altının oyulması, bu yolla çöküşünün sağlanması Süleyman Mabedi’nin temellerinin çıkarılması vb için çok ciddi gayret sarf eden gruplar da var.
Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bilimi mezunu. Yüksek lisans ve doktorasını uzun yıllar öğretim üyeliği yaptığı Gazi Üniversitesi’nde tamamladı. Şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı görevini yürütüyor. Kitapları arasında “Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk: Tarihsel Dünya Düzenleri ve Irak’ın İşgali”; “Yeni Çağın Eşiğinden Avrasya’nın Kalbine Bakmak” ilk akla gelenler. Temel çalışma alanları arasında, Amerikan Dış Politikası, Ortadoğu ve Türk Dünyası Araştırmaları yer alıyor.
© Tüm hakları saklıdır.