Yavuz Baydar
Sabah/10 Eylül 2012
Doğru yol, ilkelerde
Döne dolaşa, yine aynı noktaya varmış durumdayız. 'Terör haberi' dediğimiz haberleri hiç mi vermeyecek medya? Veya verirse nasıl verecek?
Bütünbir yaz, Türkiye acı ve dehşet dolu haftalar yaşadı. Çatışmalar, saldırılar, operasyonlar, öldürmeler, yıkım birbirini izledi.
Terörün boyut ve kapsama alanı yayıldıkça da hükümetin bir gözü medyaya çevrildi. "Terör örgütünün emel ve amaçlarına hizmet edici habercilikten kaçının, onların maşası olmayın" telkinleri giderek daha sık ve sert dile getirilir oldu.
Bunun etkisi olmadı değil. Özellikle Antep terör saldırısı ardından, SABAH da dahil büyük, kitlesel medya kesimi, bu tür haberleri daha küçük sunmaya, hatta baş sayfalarda hiç "görmemeye" de başladı.
Buna daha sonra, cenaze haberleri ile ilgili tasarruflar da eklendi.
Eklendi ama, ülkeyi kasıp kavuran gelişmeleri izlemek isteyen okurlardan da şikâyetler gecikmedi. Diğer gazeteleri bilemem, ama bazı SABAH okurları son zamanlardaki tasarruflu yaklaşımı (örneğin, 2 Eylül Beytüşşebap saldırısı haberini) "bizlerden ne saklamaya çalışıyorsunuz?", "neler oluyor, açıkça bilelim", "sansür istemeyiz", "tabii ki şehitlerin cenazesi haberdir" mealinde ifadelerle eleştirdiler.
Belli ki, Ankara'nın medyaya telkini ve buradaki tonlama, okurlarda olumsuz algılamaya yol açıyor, medyayı da zorda bırakıyor. Medyanın yazılı ve görsel kesimlerine yayılan "şaşalama" hali, aslında güçlü olan habercilik refleksini, ritmini de bozuyor.
Oysa, medya devlet ve siyasetle halk ve okur/izleyici arasında bir yerde kalarak kendi işini yapmak zorunda. Ama her iki kesimden gelen eleştirilerde haksızlıklar kadar haklılık payı da var: hükümet ayrı, okur ayrı noktalarda, kendi uyarılarını sergiliyor.
Medyada ise sorumluluk boyutunda olduğu kadar, "haberciliğe veya otoriteye sadakat" boyutunda ciddi problemler söz konusu. "Terör haberi" dediğimiz tür, medyanın işine ve o işin gerektirdiği sorumlu yayıncılığa değil, devletin "hassasiyetleri"ne ve/veya okurun "duygu ve heyecanına" endekslendi. Olaylara bakış, detay ve görüntü seçimi, kullanılan dil hep bu iki hassasiyete göre hizalandı, dizildi. Hal böyle olunca, ortaya terör dozu arttıkça ucubeleşen, sansasyonel "habercilik kalıpları" çıktı ve kök saldı.
Oysa, toplumsal huzura yönelik tehdit ne kadar büyük olursa olsun, izlenmesi gereken habercilikte değişmeyecek bir yan var: İlkeler. Bundan sapmanın yanlış olduğuna kuşku yok. (Mesela Londra'yı sarsan bombalama eylemleri, İngiltere'nin sağ veya sol eğilimli basınının ayarını bozamamıştı.) Çözüm de orada, ilkelerde.
Yani? Mesela, son gelişmeler üzerine Medya Etiği Platformu'nun hatırlattığı gibi:
Terör eylemlerini süratle, doğru, eksiksiz ve sorumluluk içinde haber vermeliyiz.
Medyaya "terör haberleriyle" ilgili dışarıdan dayatmalar kabul edilemez. Sorumlu bir gazetecilik dili, medyanın kendi çabasıyla aranıp bulunmalıdır.
"Terör haberlerini" galeyana getirici, akla değil duygulara seslenen, sansasyonel bir dille, "hainler", "kalleşler", "alçaklar" gibi klişe başlıklar, poster gibi birinci sayfalar ve gözyaşı döken şehit yakınlarının yakın plan görüntüleriyle aktarmanın savunulacak bir yanı yoktur. Sansasyonel her terör haberi, halkta intikam hissi, "ne pahasına olursa olsun intikam alınmalı" beklentisi yaratır, barışa değil çatışmaya hizmet eder.
Duygulara seslenen dilden kaçınmalı, olayları serinkanlı, yalın bir dille aktarmalıyız.
Olayları saklamamalı ama okurda/izleyicide dehşet duygusu yaratacak detaylara yer vermemeliyiz.
Trajediden etkilenenlerin özel yas ve acı anlarında duyarlı davranmalıyız. Cenazelerde acıyla feryat eden terör kurbanı yakınlarının fotoğraf ve görüntülerini kullanmaktan kaçınmalıyız.
Yakın akrabalarının ölen veya yaralanan kişilerin adlarını, resmi kanallar yerine ilk olarak bizim haberlerimizden öğrenmemesini sağlamak için elimizden geleni yapmalıyız.
Akademisyen Raphael Cohen-Almagor'dan da bir iki öneri ekleyelim:
Medya, teröristlerin planları, hükümetin veya askerin karşı planları vs gibi konularda asla spekülasyon yapmamalı. Bu yaklaşım kriz yönetimlerini zora sokabilir.
Medya, terör üreten süreçlerle, onların sona erdirilmesi konusunda güvenlik güçleri ve diğer yetkili makamlarla karşılıklı (mesleki rol farklılıklarına) saygı ve anlayışa dayalı bir işbirliği içinde olmalı.
Gazeteci bu tür ihtilaflarda asla arabulucu olmamalı, asli işini yapmalı.
Bunlar makul, evrensel ilkeler. Riayet ve dikkat, birçok sorunu ortadan kaldırır.
Ama, ülkemize özgü iki halle ilgili önerileri de buraya eklemek gerekir:
Halka kin - nefret aşılayan, etnik ayrımcılık ve ırkçılık yapanların görüşlerine, nefret söylemine -kim olurlarsa olsunlar- yer verilmemeli.
Cenaze ölenlerin aile ve yakınlarının "özeli" ve mahremidir. Oysa Türk veya Kürt, bu olaylarda ölenlerin cenazelerine, bu ailelerin acısına önem vermeyen, ölümleri siyasi amaçlar için kullanan kişiler katılmakta, mesaj vermekte ve kutsalı çiğnemektedirler. Bu yaklaşım ülkedeki kutuplaşma ve öfkeyi, ayrışmayı bilemektedir.
Cenaze törenlerinin büyütülmesinden mümkün olduğunca kaçınmak gerekir.
TV kameraları, ailenin açık rızası olmadan cenaze mahalline girmemeli, canlı yayın - çok net kamu yararı yok ise, asla yapılmamalıdır.
Bu ilkelerin toplumsal barış ve iç huzura açılan yolları zorlayacak bir habercilikle de beslenmesi gerekiyor. Annabel McGoldrick ve Jake Lynch'in "Barış gazeteciliği" çalışmasında belirlediği noktalar, bizim medyaya yardımcı olabilir:
Sadece bir tarafın insan hakları ihlalleri ve kötülüklerine odaklanmaktan kaçınmalıyız.
Bütün tarafların iddialarına aynı ciddiyetle yaklaşmalıyız. Ciddiyet, iddiayı olduğu gibi kabul etmek anlamına gelmez; iddiaları destekleyecek kanıtlar bulunup bulunmadığını araştırmak için eşit oranda çaba harcamak, kurbanlara eşit oranda saygı göstermek ve yanlış yapanları ortaya çıkarıp cezalandırma olanağına eşit önem vermek anlamına gelir.
"Bizim tarafımızdaki" liderlerin çözüm önerilerini beklemek yerine nereden gelecek olursa olsun barış inisiyatiflerini araştırmalı, izlemeliyiz. Sivil kuruluşların ortaya attığı fikirler konusunda, örneğin hükümet üyelerine görüşlerini sormalıyız. Bazı çözüm önerilerini, mevcut pozisyonlarla örtüşmedi diye görmemezlikten gelmemeliyiz.
Sadece bir tarafın acılarına, korkularına ve şikâyetlerine odaklanmaktan kaçınmalıyız.
Bu yaklaşım, tarafları kötüler ve kurbanlar olarak ikiye böler ve kötüleri cezalandırmanın çözüm getireceğini ima eder. Bunun yerine, bütün tarafların acıları, korkuları ve şikayetlerine eşit oranda değer vermeliyiz.
İnsanların gündelik yaşamda çatışmadan nasıl etkilendiğine, nelerin değişmesini istediklerine, liderlerinin pozisyonlarının bu değişimleri gerçekleştirmenin tek yolu olup olmadığına da bakmalıyız.