Cumhuriyet gazetesi yazarı Prof. Tayfun Atay, AKP'nin 13 yıllık tek başına iktidarına son veren 7 Haziran seçimi sonrası Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 'gölgesinde' siyaset yaptığı yorumlarının yüksek perdeden tartışma konusu olmasına ilişkin olarak, "Bir dünya-tarihsel olay ya da şahsiyet birincisinde trajedi olsa da ikincisinde komedidir. Erdoğan, Türkiye için bir trajedi oldu. Davutoğlu ise komedi" dedi.
Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki temel farklara değinen Atay, "Ahmet Davutoğlu böylesi “münevver” bir altyapıyı AKP macerasında harcadı. Siyasette yükseldikçe ilmen görünmez oldu" ifadeleri kullandı.
Tayfun Atay'ın Cumhuriyet'te "Erdoğan trajediydi Davutoğlu komedi" başlıklı yazısının tamamı şöyle:
"Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” kitabının giriş cümlesindeki gibi “Bir dünya-tarihsel olay ya da şahsiyet birincisinde trajedi olsa da ikincisinde komedidir. Erdoğan, Türkiye için bir trajedi oldu. Davutoğlu ise komedi.
“Ahmet Hoca”yı ilk tanıdığımda ne kadar sevmiştim, anlatamam!.. Yüz yüze tanışmanın çok öncesinde, Londra Üniversitesi’nde lisans- üstü eğitimimi sürdürürken o, Ortadoğu üzerine her yıl düzenlenen ve uluslararası saygınlığa sahip bir konferansta sunduğu bildirinin basılmış metni ile karşıma çıktı. 1980’lerin sonunda ve üzerine kafa yorduğum alanda kaynak açısından hayli büyük kuraklığın söz konusu olduğu zamanda.
“The Re-Emergence of Islamic Thought in Turkey – Intellectual Transformation” (Türkiye’de İslâmi Düşüncenin Yeniden-Doğuşu – Entelektüel Dönüşüm, 1986) başlıklı bu yazısında “Ahmet Hoca”, sadece Necip Fazıl’dan Cemil Meriç’e, Sezai Karakoç’tan İsmet Özel’e kadar açılan yelpazede İslâmi düşüncenin Türkiye’deki tarihsel yapı taşları üzerine odaklaşmakla kalmıyordu. Yanı sıra, ülkenin genel entelektüel ve edebi topoğrafyasına dair de ağırlıklı değerlendirme ve tespitlerde bulunuyordu.
Bundan da öte, Türkiye’de 1960-sonrası Marksist-sosyalist düşünce ve yazın erbabının ülkenin entelektüel birikimini nasıl zenginleştirdiğinden söz ediyor, daha da önemlisi, sosyalist düşüncenin kapitalizm ve Kemalizm eleştirilerinin dolaylı şekilde 1970’lerden itibaren İslâmi hareketin yeni kuşağı üzerindeki etkisinin altını çiziyordu.
***
“Bu Ahmet Davutoğlu”nu yakından tanıyan bir dost, onun küçük yaştan itibaren kendisini adeta bir “filozof-kral” gibi yetiştirmek isteyen, yani hem siyasette, hem de bilim ve düşüncede, her iki alan arasındaki bağı da koparmadan yol almayı hedeflediğini söyler. “Doğu”nun da, “Batı”nın da bilgisine “eşit ağırlıklı” sahip olmayı amaçlayan bir insandır bu...
“Ahmet Hoca”yla 1990’ların ikinci yarısında yüz yüze tanışma imkânı bulduğumda da bu izlenimi değiştirmek yerine pekiştirecek veriler daha çok karşıma çıktı. Evet, Türkiye’nin geleceğinde etkin yeri olacağı çok kuvvetli ihtimaldi. Sağmuhafazakâr düşüncenin ve çağdaş bir İslâmcılık anlayışının bilge temsilcisi, üreticisi, taşıyıcısı olarak akademik kulvardan siyaset arenasına en eksik ve çok ihtiyaç duyulan katkıyı yapabilecek eşsiz bir isim olmayı vaat ediyordu.
Onu bu noktada tanımış olmakla yetinmeyi çok isterdim!..
***
Ahmet Davutoğlu böylesi “münevver” bir altyapıyı AKP macerasında harcadı. Siyasette yükseldikçe ilmen görünmez oldu. Ve siyasi yükselişi, içinde yer aldığı hareketin durumuna da paralel olarak irtifa kaybetmeye başladığında bulunduğu yerde kalabilmek için kendisini esas var eden ağırlıkları atarak “hafifleme” yoluna gitti.
Mesela sosyalist düşüncenin Türkiye’nin entelektüel birikimine katkılarından söz eden, sol klasiklere hâkimiyet kesp etme yolunda hassasiyet sahibi isim, “DHKPC’si, PKK’sı, Paralel’cisi, Türkçüsü birleşti, şer cephesi oluşturdu, üstümüze geliyorrr” gibisinden vasat, harcıâlem, geyik muhabbetlerine yakışır lafları meydanlarda bas bas bağırır oldu.
***
“Bağırmak”, başlı başına “Ahmet Hoca”, dendiğinde 20-30 yıl öncesinde akla gelebilecek, hayal edilebilecek bir şey değildi.
İslâmcılık evet, ama “popülizm” onun harcı hiç değildi.
Erdoğan’la arasındaki entelektüel, kültürel ve kişiliksel olarak temel, esaslı ve (en önemlisi) korunması gereken fark buydu.
Olmadı. “Hikmet”ten vazgeçti, (“selef”i gibi) “hiddet”i benimsedi.
“Casusluk faaliyetleri”nden, “ajanlık suçlamaları”ndan, “paralelterör örgütleri”nden, “yerli-yabancı işbirlikçiler” eşliğinde tüm dünyanın “Biz’e karşı”lığından dem vurabilecek noktaya geldi.
“Doğu” ile “Batı”nın bilgisini buluşturmayı hedefleyen insandan, Batı’ya karşı Doğu’lu bir emperyal yükseliş arzusunun (yeni-Osmanlıcılık retoriğiyle) temsiline soyunan insana dönüştü.
Sosyo-tarihsel çözümlemelerden, siyaset ve sosyoloji teorilerinden “komplo teorileri”nin ocağına düşecek, “Melih-Gökçek”leşecek en son insandı o...
Ama işte çatışmacı, kutuplaşmacı, kavgacı bir siyasi iradeyi dönüştürmek yerine tevarüs ederek, etmeye itilerek olmayacak duaya âmin dedi.
***
“Olmayacak duaya âmin” dedi, çünkü “2’nci Erdoğan” olamayacağı bir konjonktür de Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde karşımızdaydı.
Durumunu en iyi, ama maalesef oldukça da “keskin” açıklayacak ifade, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” kitabının meşhur giriş cümlesinden çıkar: Bir dünya-tarihsel olay ya da şahsiyet iki kez ortaya çıktığında birincisinde trajedi olsa da ikincisinde ancak “fars” (farce) yani komedidir.
Maalesef bu!.. Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye için bir trajedi oldu. Onun yerine gelmekle kalmayıp onu “yineleme” tercihini de benimseyen Davutoğlu ise komedi...
***
Ama tabii ne kadar “fars”, yahut komedi olsa da bu, gayet “zehirli” bir performans olarak çıkmıştır karşımıza... Seçimden iki gün geçtiği halde hâlâ toplanmamış, ikamet ettiğim İstanbul’un uç köşesinde trafikte karşıma çıkan, 2015 seçim sürecinin en kötü siyasi propaganda afişi “İkinci Yarı Başlıyor”da olduğu gibi...
Afişteki bu yazının altında “Ahmet Hoca”nın güleç yüzünü görmek hem elem, hem de esef vericidir.
***
“Birinci yarı”yı Aziz Babuşçu açmıştı. 2011 seçimi sonrasında AKP İstanbul İl Başkanı iken sarf ettiği sözlerle...
AKP’nin ilk 10 yıllık iktidarında birlikte hareket ettikleri insanlarla artık “paydaş”lığın bittiğini söyleyen Babuşçu, bu insanlar hazmedemese de geleceğin “inşa dönemi” olduğunu ve bu inşa döneminin de o paydaşların arzu ettiği gibi olamayacağını söylüyordu.
Ne kadar samimi olup olmadığı artık mutlaka ki tartışmalı, ama AKP’nin başlangıçtaki liberal-demokratik siyasi pratikten, dinbazlığa endeksli totaliter-otokratik pratiğe makas değiştirmesi bu noktalarda başladı ve Gezi patlamasını da yaratarak bugüne kadar geldi.
“Birinci yarı” buydu.
Ahmet Davutoğlu, böyle bir maçın ikinci yarısına kaptanlık pazubandını, ilk yarıda gayri-nizami şekilde fiziğini de, çehresini de, dilini de kullanarak karşı takım üzerinde dehşet verici bir baskı oluşturmuş asıl kaptandan alarak çıktı.
***
Fakat işte, tabii ne kadar isteyerek ya da içtenlikle, ne kadar “mahalle baskısı”yla icra etti ayrı konu, ama sonuçta söz konusu icraatın aynı trajik etkiyi yaratmak yerine, hayli traji-komik sonuçlar verdiğini görmemeye imkân yok.
Erdoğan gölgesinde başbakan olmaya hayır diyemedi; ona “Gölge etme başka ihsan istemem” diyemedi; “Ne hakla benim siyasete çağırdığım MİT müsteşarını tekrar teşkilata yolluyorsun” diyemedi.
Bunları diyemediği gibi hiçbir şeyi Erdoğan gibi de diyemedi, diyemezdi; bu yüzden de ona biçilen “zarf”, onun “mazruf”uyla uyuşmadı.
Bir karşılaştırma denemesiyle bitirmek gerekirse, ona reva görülen zarfın üzerinde “Van Minüt, Van Minüüütt” yazmaktaydı.
Hâlbuki farzımuhal o dönemde Davos’ta o koltukta kendisi otursaydı, belki aynı ağırlıkta ve kararlılıkta, ama “Just a second” diye müdahalede bulunacak adamdı.
Aradaki fark, üslup, yetişme, birikim, deneyim ve mizaç açısından çok önemlidir ve bu farkın unutulması, daha doğrusu (seçim sürecindeki performansa bakıldığında) reddi cihetine gidilmesi, Ahmet Davutoğlu’nun bir insan, bilim adamı ve siyasetçi olarak kariyerinde önemli hasarlara yol açmıştır.
Bunları, 25 yıl önceki “Ahmet Hoca”nın dahi tasvip etmekte zorlanacağı, hiç matah olmayan bir siyasi hilafete kurban etmiştir.
Sözün özü, kaybetmiştir."