Samanyolu TV’de yayınlanan dizilerde İran karşıtlığı olduğunu söylediği için Gülen cemaati tarafından eleştirildiğini hatırlatan Radikal yazarı Tayfun Atay, 14 Aralık soruşturmasında ifade verdikten sonra “Cemaatte İran takıntısı var” diyen Hüseyin Gülerce’yi eleştirdi.
Tayfun Atay, “Şimdi yukarıdaki sözleri sarf eden Zaman gazetesi eski yazarı, aynı ‘aile’nin hem de önde gelen bir ferdi olduğu o günlerde bugün söylediklerini neden söylememiş, konuyu tartışmaya açmamıştır? Ben ‘İran düşmanlığı’nın altını çizdiğimde (çok muhtemel ki Cemaat’le aynı doğrultuda düşünen, inanan, hareket eden kesimlerce) adeta linç edilirken, çok değil, bir buçuk yıl öncesinde neredeydi Gülerce?!” dedi.
Tayfun Atay’ın Radikal’de yayımlanan “İran düşmanlığının günahı kimin boynuna?” başlıklı yazısı şöyle:
‘İran düşmanlığının günahı kimin boynuna?’
STV dizilerindeki motifler, gökten zembille inmedi. Mesela Osmanlı'da Derin Devlet dizisindeki mezhep düşmanlığı, sosyal ırkçılık ve savaş dili, aynı dönemdeki hükümet politikalarıyla da titreşimli ve etkileşimlidir.
Bir buçuk yılı aşkın zaman önceydi. TRT’de ‘Bir Zamanlar Osmanlı-Kıyam’ adıyla ekrana gelen ama tutmayıp yayından kaldırılınca STV’de ‘Osmanlı’da Derin Devlet’ adı altında, revizyondan da geçmiş olarak tekrar başlayan dizideki Şiîlik-karşıtı ‘fobik’ diyaloglar ile ‘mezhep düşmanlığı’, ‘sosyal ırkçılık’ ve ‘savaş dili’ içeren kurgu üzerine bir yazı yazdım. (Okumak için tıklayın!) İran’ın Ankara Büyükelçiliği’ni de harekete geçiren yapım hakkında kaleme aldığım bu yazı, özellikle twitter ortamında neredeyse bir lince yol açtı. Ve hemen ertesi gün, Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca da ismimi vermeden ama yazımda öne çıkan nitelemeleri zikrederek kimi hedeflediği gayet net bir twit’le kervana katıldı. Söz konusu twit mesajı hemen ‘samanyoluhaber.com’da da yayınlandı. (Okumak için tıklayın!)
Bu gerçekten üzücü, düşündürücü ve sosyal medyada şahsıma yönelik öfke dolu hareketlilik doğrultusunda da endişe verici sözler karşısında bir yazı daha kaleme alıp ilk yazdıklarımın arkasında durdum. (Okumak için tıklayın!) Bu ikinci yazıyı şöyle noktalamıştım: “Kimsenin düşünce, kurgu, hayal özgürlüğünü kısıtlamaya çalıştığımız da yok. İsteyen istediğini söyler, yazar, yapar. İmanı, değilse vicdanı elverdiği ölçüde tabii!..”
Şimdi bilindiği gibi Hidayet Karaca 14 Aralık ‘intikam’ operasyonuyla göz altına alınmış durumda ve ona Kanal’da yayınlanan bazı diziler üzerinden suçlamalarda bulunuluyor.
Önce yukarıda aktardığım cümlelerimden tekrarla bu uygulama karşısındaki tavrımı ve amacımın hiç de düşene vurmak değil tam aksi olduğunu netleştireyim. Sonra da şimdiki yazıyı yazmama neden olan esas meseleye geçeceğim.
Kimsenin düşünce, kurgu, hayal özgürlüğünü kısıtlamaya kimsenin hakkı yok! İsteyen istediğini söyler, yazar, yapar. Eleştiririz, tartışırız, reddiye düzeriz ama bunları yaptı diye insanları, üstelik de ‘darbe teşebbüsü’ başlığı altında bir soruşturmada zanlı kılmak vahim, trajik ve korkunçtur. Olup bitenler, ‘Yeni Türkiye’ diye orta yere sürülmüş olan siyasi projenin bir ‘Korku Cumhuriyeti’nden ibaret olduğunu düşünmeyi pekiştirici mahiyettedir.
Asıl konuya gelelim. Son operasyon kapsamında adliyeye gidip ifade veren Zaman gazetesi eski yazarı ve bir dönem Fethullah Gülen’in bu ülkede en üst düzey sözcüsü olduğu herkesçe bilinen ama şimdi yolunu değiştirmiş Hüseyin Gülerce’nin ifade sonrası adliye çıkışında basın mensuplarına yaptığı konuşma bu… Gülerce, soruşturmayı yürüten savcının, kendisine STV dizileri ile ilgili sorular sorduğunu, bu arada ‘İran düşmanlığı’nın da gündeme getirildiğini belirterek şunları söylemiş:
“Ancak İran'la ilgili soru sorulunca, bugüne kadar İran'la ilgili mevzuda Cemaat’in yaklaşımını eleştirmek istiyorum. İfademde onu da söyledim. Bir takıntı görüyorum ben Cemaat’te, Sayın Gülen başta olmak üzere, bir İran takıntısı var. Öyle ki bazı insanları, bazı hükümet üyelerini, hatta bakanları, hatta başbakanı, cumhurbaşkanını zan altında bırakmak için, bir muta nikâhı, İran yönlendirmesi gündeme getiriliyor. Ben bunu hazmedemiyorum, gücüme gidiyor. Yahu Türkiye İran'ın oyuncağı mı?! Bakanlarına, milletvekillerine, bürokratlarına bir muta nikâhı kıydırılarak Türkiye'yi İran mı yönetiyor? Bu kadarı olmaz. Türkiye'de başka her ülkenin hesabı vardır, istihbaratı da vardır. Ama bunların hepsini bir kenara bırakıp Türkiye’yi İran şu şu şu numaralarla, yollarla yönetiyor demek ve Türkiye'yi yöneten insanları, Türkiye'yi küçümsemek, beni bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak rahatsız ediyor.”
Hüseyin Gülerce’nin bu sözleri şimdi söylüyor olmasını esefle karşılamamak mümkün değil!..
Hidayet Karaca, şahsıma yönelik, dolaylıca ne demiş olursa olsun, sonuçta gayet samimi şekilde, içerisinde yer aldığı çevrenin siyasal-kültürel anlayışı doğrultusundaki yayın politikasına sahip çıkıp onu savundu. Yerinde ve zamanında… Peki, Hüseyin Gülerce o zaman ne yapmaktaydı? Şimdi yukarıdaki sözleri sarf eden Zaman gazetesi eski yazarı, aynı ‘aile’nin hem de önde gelen bir ferdi olduğu o günlerde bugün söylediklerini neden söylememiş, konuyu tartışmaya açmamıştır? Ben ‘İran düşmanlığı’nın altını çizdiğimde (çok muhtemel ki Cemaat’le aynı doğrultuda düşünen, inanan, hareket eden kesimlerce) adeta linç edilirken, çok değil, bir buçuk yıl öncesinde neredeydi Gülerce?!
Ayrıca bu, sadece Hüseyin Gülerce ile sınırlanabilecek bir ‘etik sorun’ da değildir. Çünkü STV dizilerindeki bu motifler, gökten zembille inmedi. İran düşmanlığına bu kadar bariz yer verilmesi, aynı dönemdeki hükümet politikalarıyla da titreşimli ve etkileşimlidir. Özellikle Türk dış politikasının ‘Yeni-Osmanlıcı’ bir çizgiye, Suriye iç savaşına doğrudan bulaşmaya başlamanın da eşliğinde oturtulduğu o yıllar, Türkiye-İran ilişkilerinin nahoş hale geldiği yıllardı.
Malûm, İran, Suriye’deki çatışmalarda Esad’ın yanında yer aldı. Her iki ülke arasında gerek Şia ile Nusayrilik arasındaki sembolik-mitolojik ortak payda, gerekse sekiz yıllık İran-Irak savaşında Suriye’nin İran’ı desteklemiş olması ve daha başka pek çok nedenle geçmişten bugüne süren bir yakınlık vardır. Bu, Suriye meselesinde Türkiye-İran ilişkilerini germiştir. (Öyle ki o dönemde T24’te kaleme aldığımız yazılarda Türkiye’nin bir ilki başararak birbirinin ezeli düşmanı olan İran ve İsrail’i kendisine karşıtlıkta buluşturduğunu ileri sürmüştük.)
STV dizilerinin kurgusal İran takıntısını teşvik eden en önemli dayanaklardan biri de bir ara özellikle Suriye meselesine yönelik şekilde öne çıkartılmış, ideolojik çerçeve itibarıyla bünyesinde İran’la hasımlık ister istemez içkin olan bu ‘Yeni-Osmanlıcı’ hükümet politikasıdır. Yukarıda sözü edilen dizinin içeriği bir yana adı bile böyle bir Osmanlı tutkunluğunda mutabakatı gayet açık işaret etmekte. Bu bakımdan İran düşmanlığının faturasını STV dizileri üzerinden Cemaat’e kesmek, eğer bir ‘suç’tan dem vurulmaktaysa (ki ben, bunun bir ‘suç’ değil, olsa olsa yanlış bir siyasi motivasyon ve yönelim olduğu kanısındayım) ‘suçlu’ arayanların süreçteki kendi dahlini ortaya sermekten öte sonuç vermez. Hidayet Karaca’ya da Gülerce’ye sorulan, dizilerdeki İran aleyhtarlığı sorulmuş mudur bilmiyorum ama görünüşe bakılırsa bu, kuvvetle muhtemel… Bu takdirde o, “Ne yaptıysam devletimin ve hükümetimin o zamanki âlî menfaatleri için yaptım” derse de kimsenin bunu yadırgamaması gerekir!..
Sözün özü: Başta dediğimiz şekilde ‘14 Aralık’, evet bir yönüyle ‘17-25 Aralık’tan intikam girişimidir. Fakat öte yandan da son derece şayan-ı hayrettir ki ‘14 Aralık’ aynı zamanda ‘iktidarın bindiği dal’dır. Ve onu kesmek, ‘düşüş’ü hızlandıracaktır.