Hürriyet yazarı Taha Akyol, adını anmadan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "AB kriterlerine ihtiyacımız yok bizim Ankara kriterimiz var" açıklamasıyla ilgili olarak “AB kapısında beklerken ve Kopenhag kriterlerini devlet politikası ilan ederken AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’ye 600 milyar dolar para girdi; bunun yüzde 70’ten fazlası Batı sermayesiydi" dedi.
Taha Akyol'un "Sadece sistem mi?" başlığıyla yayımlanan (7 Nisan 2017) yazısı şöyle:
Türkiye normal bir sistem yani yönetim tarzını değiştirmenin ötesinde anlamlar taşıyan bir referanduma gidiyor.
Referandumun sonuçları evet de olsa, hayır da olsa ekonomi ve dış politika bundan etkilenecek.
Evet olursa daha fazla etkilenecek.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri bunun işaretidir:
“Bizim artık bunların kriterlerine ihtiyacımız yok. Bizim Ankara kriterlerimiz var. Bizim demokrasimiz bize yeter. Biz demokrasiyi, insan haklarını onlar istediği için değil, kendi vatandaşlarımız bunlara layık olduğu için benimseyip hayata geçiriyoruz. Biz yıkılmayıp ayakta kaldıkça onların nefesi tükeniyor. Hasta adam artık Avrupa Birliği’dir.”
Kitlelerde büyük coşku yaratan bu sözler, Türkiye’nin en az elli yıldır takip ettiği politikada köklü bir değişimin ifadesidir.
Zeybekçi ne diyor?
Fakat ekonomiden sorumlu bakanlar farklı bir dil konuşuyor. Türkiye-Avrupa ilişkileri konusunda Nihat Zeybekçi şöyle diyor:
“Dostluğumuzu geliştireceğiz. İlişkilerimizi derinleştireceğiz, gelecek tarihe doğru da adımlarımızı bugünden planlayacağız. Bu anlamda Türkiye’nin hedefi bellidir. Türkiye’nin yolculuğu, Avrupalı dostları ile birlikte medeniyet yolculuğudur” (20 Mart)
Zeybekçi Türkiye ile Avrupa ilişkilerinin bozulmasının “terör örgütlerini sevindireceğini”, buna imkân vermeyeceklerini de vurguluyor.
Ekonomist Zeybekçi’nin terör örgütleri hakkındaki sözleri fevkalade önemlidir. Zira Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri bozuldukça hele de “demokrasi kriterleri” konusunda gerilimler arttıkça, terör örgütleri “özgürlük savaşı” söylemiyle Batı’da zemin kazanmaya çalışacaklardır.
Bu bakımdan, demokrasi ve hukuk devleti, sadece vatandaşlarımızın hayat ve haysiyeti için değil, ülkemizin dış itibarı ve güvenliği için de olmazsa olmaz bir şarttır.
AB kapısında beklemek!
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in iki gün önceki şu sözlerine bakalım:
“Türkiye Batı ile kopacak filan değil, tam tersini istiyor. Batı ve dünyanın geri kalanı ile bağlarını güçlendirmek istiyor.”
Şimşek’in AB’yi vurgulayan birçok konuşması vardır. “Ekonomimizin üç çıpasından biri AB’dir” ve “Japonlar bile AB ile ilişkilerimizi soruyorlar” sözleri de ona aittir.
Avrupa bizi elli yıldır kapıda bekletiyor gibi sözler elbette kitleleri coşturur, çünkü milli gurura hitap etmektedir ve milli gurur milletler için en büyük güç kaynağıdır.
Fakat milli gururu bilimde, ekonomide, sanatta başarılar için motive etmek lazım.
Kaldı ki, “AB kapısında beklerken” ve “Kopenhag kriterleri”ni devlet politikası ilan ederken AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’ye 600 milyar dolar para girdi; bunun yüzde 70’ten fazlası Batı sermayesiydi...
En kritik konu
Görülüyor ki referanduma giderken “kontrollü darbe” gibi ispata muhtaç boş polemiklerden ilgisiz hadislere kadar neler konuşuyoruz da asıl konuşmamız gereken “18 madde”yi konuşmuyoruz.
Halbuki cumhurbaşkanlığı sisteminde Türkiye AB politikasından farklı bir yön çizecekse ve “kriterler” değişecekse bunlar sistem değişikliğinden çok daha radikal sonuçlar doğurur.
Sistem değiştiren referandumlar normal anayasa referandumlarından önemlidir. Kriterler ve temel politikalar değişecekse çok daha önemlidir.
Hangi sistem olursa olsun, en kritik husus, “denetim ve denge”dir. Bu da Meclis’in yürütme karşısında ne ölçüde güçlü, yargının ise hem yürütme hem yasama karşısında nasıl bağımsız olacağı meselesidir.
Devlet yönetiminde beşeri açıdan kaçınılmaz olan hataları azaltmak için Meclis’in güçlü ve çoğulcu olması, haksızlıkları önlemek için yargının bağımsız ve tarafsız olması şarttır.