Gündem

Tabela taşlama müsameresi ve Türkiyelileşemeyen Türkler

'HDP barışı, eşitliği ve farklılık içinde bir arada yaşamayı kapsayan yeni bir siyaset anlayışını Türkiye’nin batısında örmek isterken, Türkiyelileşemeyen Türklerin açık saldırılarına hedef oldu'

13 Mart 2014 03:34

Bülent Küçük
Boğaziçi Üniversitesi / Sosyoloji departmanı

 

Urla, Giresun, Aksaray, Ordu, Bolu, Fethiye, Trakya ve gelecek günlerde kim bilir daha nerelerde meydana geleceğini bilemediğimiz- bu ur gibi yayılan ırkçı saldırıların nasıl seri ve organize bir şekilde devreye sokulabildiğine şahit oluyoruz hepimiz. Sokakta tabela taşlayıp dükkan yağmayanlar fikri hür vicdanı hür insanlar değil, kurumsal ve toplumsal yapıların tesiriyle türemiş ve bu yapıların “gönüllü” mümessilleri olarak sahneye çıkmaktadırlar. Oysa silahların susmasının ve Gezi sürecinin ardından Türkiye'de ırkçılığın artık münferit vakalardan ibaret olduğuna inanmaya heveslenmiştik. Son bir yıl içinde barışın toplumsallaşabilmesi konusunda ümitlenmiş ve bunun için mesai harcamıştık; yalanla büyütülüp terbiye edilmiş hassas vatandaşların, bedenlerine ve ruhlarına nakşedilmiş ırkçılıktan ve fesattan arınarak dönüşebilme ihtimalini sevmiştik: bu devlet acılardan ve utançtan müteşekkil kendi tarihiyle yüzleşecek, demokratikleşerek dönüşecek, yeni bir hukuki zeminde bu coğrafyanın birilerinin değil herkesin olduğu tanınacak, ve nihayet ırkçılıktan azade olmuş siyaseten ilkeli yeni nesiller yetişecekti. Ama böyle olmadı.

Bu son yılda tamamen kendi siyasi ve iktisadi ikbali ile meşgul AKP ahalisi çoktan çürümüş bürokratik yapıyı demokratikleştirme vaadiyle bir taraftan devleti topyekûn şirketleştirdi, diğer taraftan bütün ülkeyi bir hapishaneye çevirerek; 1990’larda sadece Kürt coğrafyasında uygulanan baskıcı idare etme tekniklerini ve devlet terörünü memleketin bütün sathına yaydı. Buna karşın, ana muhalefet partisi böyle bir mesele hiç yokmuş gibi kafasını Akdeniz’in ve Ege’nin kumsallarına gömerek, bütün siyasi ikbalini cemaatin kaset ve yolsuzluk tapelerine bağladı. Böylesi bir sıkışmışlık ve çürümüşlük iklimi içinde kurulan HDP barışı, eşitliği ve farklılık içinde bir arada yaşamayı kapsayan yeni bir siyaset anlayışını Türkiye’nin batısında örmek isterken, Türkiyelileşemeyen Türklerin açık saldırılarına hedef oldu ve olmaya devam etmektedir.

Bütün bunlar olurken siyaset erbaplarının –sözde de olsa- bu saldırıları telin etmeyip sessizliğe gömülmesi çok manidar. Fethiye’de saldırgan yapıları durdurmak ve dağıtmakla mükellef devletin idari kadrosu ve zabıta kuvvetleri asli görevlerini icra edeceklerine kafaları nefretle güzel olmuş bu insanları sağduyuya çağırmakla yetindi. Üstüne üstlük Fethiye itfaiyesinin de cömert katkıları ile sahnelenen “vatanı düşmandan kurtarma” kıvamındaki “tabela sök bayrak as” müsameresi her şeyden önce çakma “çapulcuları” topluca galeyana getirmesi bakımından takdire şayan, cesur ve pornografik bir gösteriydi, ama nasılsa RTÜK’ün gözünden kaçmayı başardı.

Peki, velev ki bu saldırılarda devletin doğrudan bir provokasyonu yok, bütün bunlar bize başka bir sosyolojik gerçeği hatırlatmıyor mu? Bu saldırıları spontane, münferit ve yerel “gerginlikler” olarak tanımlamayı tercih eden ve “sağduyu” çağrısında bulunan idarecilere, kanaat önderlerine ve siyasetçilere sormak gerekmez mi: bu "sağduyu" diye adlandırdığınız şeyin ta kendisi değil midir bu saldırıları yapısal olarak üreten şey. Yani, bu ırkçı saldırılar bu yüz yıldır inşa edilmiş eşitsizliğin, değersizleştirmenin ve inkarın norm haline getirilmiş olmasının semptomu değil midir?

Malum sosyologların temel dertlerinden biri gizli faillerin kim olduğunu tahmin etmek değil, gündelik-spontane-münferit olduğu varsayılan pratiklerin, nasıl ve ne ölçüde yapısal ve müşterek pratikler olduğunu, yani bu pratiklerin devletin temel mekanizmaları, hukuku ve medyası marifetiyle nasıl ve ne ölçüde biçimlendirildiğini, gündelik kanaatlerin, zihniyet yapılarının ve hassasiyetlerin nasıl üretildiğini ve düzenlendiğini göstermek ve analiz etmektir. Çünkü, devlet denen şey toplumun üzerinde veya dışında duran bir yapı zinhar değildir; bizatihi toplumu şekillendiren bir yapıdır. Yani, toplum devletin farklı bir suretidir. Devlet sırf bir merkezde yoğunlaşmış ve katılaşmış bürokrasiden, mahkemelerden, zabıta kuvvetlerinden ve sembolik sermayeden müteşekkil bir yapı değildir. Çok daha derin ve yaygın şekilde örgütlenmiş, insanların gündelik siyasi ve kültürel anlam dünyasını şekillendiren, belli bir türde vatandaş zihniyetini terbiye eden bir organizmadır devlet. İnsanların görme, düşünme, algılama biçimlerini şekillendirir, siyasi tercihlerini, beklentilerini ve tahayyüllerini sınırlar ve tahkim eder, gündelik kavramlarını, kültürel normları ve milli kodları belirleyip çerçeveler. Onlara nasıl düşünmeleri, nasıl görmeleri ve hissetmeleri ve nihayetinde nasıl hareket etmeleri gerektiğinin siyasi ve simgesel yol haritasını çizer devlet. Devletin (ve onun uzantısı medyanın ve piyasanın) bize dayattığı hayatı ve hakikati kendi hayatımız ve kendi hakikatimiz bilir, bunun adını da toplumsal “sağduyu” deriz.

Buradan bakıldığında, hem devletin bürokratik ve hukuki alanlarındaki pozisyonları işgal eden yüksek ve ara kademedeki şahsiyetler hem de sokaktaki “hassas” sivil vatandaş, yine bu devletin mektepleri tarafından halihazırda ıslah edilmiş yaratıklardır. Zihniyet yapıları itibarıyla devletin resmi maaşlı memuru ile sokaktaki sivil vatandaşın aralarında zihni ve hissi ittifak kurabilmeleri bundandır. Sokaktaki vatandaş bu yüzden kendini devletin sivil memuru olarak görebilmekte; resmi memur ise kendisi icra ederse şık olmayacağını düşündüğü kimi icraatları, bu gönüllü-sivil zabıta kuvvetlerine havale ederek elini kirletmemekte, moral üstünlüğü tekeline alarak, üstüne üstlük bir de “sağduyu” çağrısında bulunabilmektedir.

Dolayısıyla, kurumsal-bürokratik ırkçılık aynı zamanda toplumsal ve popüler ırkçılık haline gelir ve milletin hassasiyeti (ve sağduyusu) denen şey de özünde devletin içinde kümelenmiş egemen kimliğin hassasiyetidir. Yani popüler ırkçılık, kurumsal ırkçılığın başka bir yüzü, sokaktaki –kırılmış- bir yansımasıdır. Kime yöneleceği bölgeye ve zamana ve güç dengelerine göre değişkenlik gösterir. Mesela Almanya’da Solingen’de ve daha başka yerlerde Türkiyeli göçmenlere ve mültecilere yönelen ve bir bakıma anti-semitizmi ikame eden anti-göçmen şiddeti ile Türkiye’deki ırkçı şiddet arasındaki temel farka bakıldığında, ilkinin- Nazi Almanya’sı sonrasında- Avrupalı olmayan “yabancılara”, sonrakinin “yerlilere” hınç biriktirmek üzerinden yükseldiği görülür. Elbette ikisi de “yerliliğe ipotek koymak” üzerinden işler, ama nefretlerini yönelttikleri muhataplar zamana ve mekana göre farklılaşır. Dünyanın her tarafında ırkçılığın naïf cahil cühela önyargısına indirgenmeyecek kadar derin politik, idari ve ekonomik bir rasyonalitesi olduğunu da ayrıca hatırlatmak gerekir. Bunu tartışmaya bu yazıda yer yetmeyeceğinden kısaca denilebilir ki ırkçılık hem devleti millet ile “kucaklaştırmanın” yegane beynelmilel tekniğidir, hem de millete yakışmayan bir kısım fazlalıkları belli bir mesafede tutup, onlara üstünlük taslayarak kolektif haz devşirmenin biricik yoludur.

Bu yüzden, bu karmaşık devlet-millet kucaklaşması içinde, devleti hakiki olarak dönüştürmeden toplum değişmez, toplumu hakiki olarak dönüştürmeden de devlet değişmez. Bunun için ya doğrudan siyasi iktidarı ele geçirmek suretiyle rejimi topyekûn dönüştürür ve hemen akabinde baştan aşağı yepyeni bir toplum inşa etmenin yoluna gidersiniz. (Jakoben gelenek veya bizde Kemalist / CHP geleneği). Tepeden inme bir yaklaşımla, sıfırdan yeni bir toplum icat edip onu damak tadınıza göre şekillendirirsiniz. Bu yöntem malum birçok yerde denendi, ve Türkiye dahil birçok yerde çok insanın canına ve malına mal oldu. Üstelik, çoğu zaman yeni bir toplum yaratılamadı, burası gibi, ortadan bölünmüş şizofrenik bir toplum peydahlanmış oldu.

Ya da, daha sabırlı ve sürekli bir siyasetle ilkin toplumsal tabanda güç biriktirerek, dönüşerek ve toplumsal ilişkileri dönüştürerek siyasi, idari ve hukuki bir dönüşümü sağlamaya gidersiniz. İşte, HDP ve BDP bu ikinci izlekten gitmeyi stratejik olarak kendilerine yol bellediler: Bugünden yarına -bir devrim veya darbe marifetiyle- ilkin devleti ve sonra toplumsal ilişkileri tepeden inmeci bir yol ile baştan aşağı dönüştürmek madem böyle ağır ve dramatik toplumsal sonuçlar doğurmaktadır, o zaman daha sabırlı, sürekli ve uzun vadeli bir siyaseti toplumsal alandan örgütleyerek mücadele alanlarını genişletmelisiniz. Çok değişik alanlarda ve bölgelerde dillendirilen itirazları, acıları ve talepleri siyasallaştırarak köklü bir siyasi, idari ve hukuki dönüşüm amaçlamalısınız. HDP bize bu minvalde bir çağrıda bulunmaktadır. Yerelden, yerinden yönetimi ve doğrudan demokratik katılımı hedeflemektedir. Sosyal ve kültürel eşitsizliği yaratan koşulların dönüştürülmesini, ve devlet mekanizmalarının hem ölçek olarak küçültülmesini, yerelleştirilmesini, hem de içerik olarak bölgede yaşayan herkesin doğrudan katılımını hedeflemesi bakımından Türkiye’ye farklı bir barış, özgürlük ve eşitlik çerçevesi sunmaktadır. Bu açıdan HDP’nin siyasi anlayışı otoriter-oligarşik siyaset yapma ve idare etme biçiminden oldukça farklılaşmaktadır.

Bu anlamda HDP ve benzeri hareketleri hedefine alan tabela “taşlama” ve toplu linç seanslarını tetikleyen şey belki de hakiki barış ve eşitlik isteyenlerin gün geçtikçe toplumsal zeminde güç biriktirmesi ve toplumsal ve kurumsal yapıyı -Türkiye’nin batısında da- dönüştürebilme imkanını gösterebilmesidir. Nihayetinde, kurumsal ve popüler ırkçılık, bir yandan asimetrik iktidar ilişkilerinin ve materyal ve simgesel kaynakların eşitsiz dağılımının semptomu olurken diğer yandan bu eşitsizlikten ve asimetriden nemalanan kimi kutsanmış elitlerin stratejik tavrı olarak ortaya çıkar. Bu semptomu tedavi edebilecek bilinen en etkili reçete, -hala- bu toplumsal ve kurumsal yapının yol açtıklarıyla tepkisel mücadele değil, daha demokratik ve eşitlikçi bir hayatı örgütleyerek ve yaygınlaştırarak, yapının kendisini dönüştürmektir.