Gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın 2 Ekim'de Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğunda öldürülmesi ile ilgili soruşturma devam ederken, Riyad yönetiminden yapılan çelişkili açıklamalar cinayete ilişkin soru işaretlerinin artmasına neden oluyor.
Suudi Arabistan'ın, cinayeti önce kabul sonra üstlenme konusunda kullandığı tutarsız ifadeler, gelişmelerin takibini yapan devletlerin aldıkları pozisyon üzerinde etkili oluyor.
Kaşıkçı cinayetinin Riyad yönetimi tarafından kabul edilmesi sonrası Almanya'nın başı çektiği birtakım Batı devletleri, Suudi Arabistan'a yapılan silah satışlarını gözden geçirmeye karar verirken, ülkenin en büyük müttefiki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ise şu ana kadar çok güçlü tepkilerden kaçındı.
ABD Başkanı Donald Trump, Kaşıkçı cinayeti kesinleştiğinde, Suudi Arabistan'ın "konsoloslukta çıkan bir kavga sonucu" öldüğü açıklamasını "inandırıcı" bulduğunu açıkladı.
Takip eden günlerde ise Riyad yönetiminin yaptığı açıklamalardan "tatmin olmadığını" belirten Trump, cinayetin Suudi yetkililerince kabul edilmesi sonrası ise Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla olayla ilgisi olabilecek 21 Suudi vatandaşına ABD'ye giriş yasağı getirdi.
ABD Başkanı ayrıca Kaşıkçı operasyonu için "tarihteki en kötü örtbas çabası" nitelendirmesinde bulundu. Ancak Trump, Suudi Arabistan'a karşı uluslararası toplumda artan silah satışını durdurma çağrıları konusunda ise şimdilik sessiz.
İki devletin İkinci Dünya Savaşı'na uzanan temasları ise bugüne kadar karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu bir ilişki olarak öne çıkıyor.
1940'lar ve güvenlik anlaşması
İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında diplomatik ilişkileri başlayan ABD ve Suudi Arabistan arasındaki dostane ilişkiler, 14 Şubat 1945'te Kral Abdül Aziz bin Suud ile Başkan Franklin D. Roosevelt'in Süveyş Kanalı'nda USS Quincy isimli savaş gemisinin güvertesinde imzaladıkları anlaşma ile perçinlendi.
Anlaşma uyarınca ABD Suudi Arabistan'ı güvenlik şemsiyesinin altına alırken, Washington yönetimi karşılığında henüz 1930'lu yıllarda keşfedilmeye başlayan petrol rezervlerine ayrıcalıklı erişim hakkı elde etti.
İki devlet arasındaki ilişkiler uzun yıllar boyunca olağan bir seyir izledi. Ancak 1970'li yıllara gelindiğinde, Ortadoğu'daki gelişmelerden dolayı petrol üretiminin azalması ile birlikte ticari ilişkiler kısmen sekteye uğradı.
1990'lar ve Körfez Savaşı
İki devlet arasındaki askeri müttefiklik ilişkisi 1990 yılında dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal etmesi ve takip eden yılda ABD liderliğindeki koalisyonun başlattığı Körfez Savaşı sırasında en üst noktasına ulaştı.
ABD askerleri, Saddam'ın kuvvetlerini Kuveyt'ten çıkarmak için bölgede Suudi Arabistan'ı ana üs olarak seçti ve takip eden yıllarda Washington'ın askeri varlığı devam etti. Körfez Savaşı'nın sonunda Irak'a getirilen uçuşa yasak bölge uygulaması da, çoğunluğu Suudi Arabistan'a konuşlu ABD uçakları tarafından gerçekleştirildi.
ABD'nin Suudi Arabistan'daki varlığından rahatsız olan köktendinciler ise 1996 yılında Amerikan askerlerini hedef alan El-Huber Kuleleri saldırısını gerçekleştirdi. Saldırıda ABD Hava Kuvvetleri'nden 19 personel hayatını kaybetti.
11 Eylül saldırıları
ABD'nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezi'ni ve Washington'daki Savunma Bakanlığı Pentagon'u hedef alan 11 Eylül Saldırıları iki devlet arasındaki ilişkilerin dibe vurduğu bir dönemin başlangıcı oldu.
Uçakları kaçıran 19 kişinin 15'inin Suudi Arabistan vatandaşı olması Riyad'ı hedef tahtasına koyarken, petrol zengini krallığın saldırıları kınaması da yeterli olmadı. O dönemde Suudi Arabistan, dünyanın çeşitli yerlerindeki aşırılık yanlısı İslamcıları gizlice finanse etmekle suçlandı.
11 Eylül saldırılarının arkasındaki El Kaide örgütünün lideri Usame bin Ladin'in de Suudi vatandaşı olması bir başka dikkat çekici unsur oldu.
Suudi Arabistan, bin Ladin'in Afganistan'da olduğu ve o dönem bu ülkeyi yöneten Taliban'ın El Kaide'ye yataklık ettiği öne sürülerek ABD liderliğinde başlatılan Afganistan Savaşı'nda yer almayacağını açıkladı.
1990'larda Saddam'a karşı yürütülen operasyonlarda topraklarına ABD askerlerine açan Suudi Arabistan, 2003'teki Irak Savaşı'nda da ülkesindeki üsleri kullandırdı, ancak savaşa aktif destek vermedi.
Arap Baharı'nda yol ayrımı
2011 yılında başlayan Arap Baharı'nın Suriye cephesi ise iki devlet ilişkilerinde görüş ayrılıklarına neden oldu. Her ne kadar iki devlet de Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a karşı tavır alsa da, dönemin ABD Başkanı Barack Obama'nın savaşa müdahil olma konusundaki çekinceleri Riyad'ın protestoları ile karşılandı.
Suudi Arabistan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Ekim 2013'te başlaması öngörülen geçici üyeliğini, ABD'nin Suriye'deki savaşta etkin olmaması ve İsrail-Filistin meselesinin çözümünde yetersiz kalması gerekçesiyle reddetti.
Obama yönetimindeki ABD'nin yanı sıra, Avrupa Birliği ve BMGK daimi üyelerinin İran ile imzaladığı 2015 tarihli nükleer anlaşma, Tahran'ın ezeli bölgesel rakibi olan Riyad'da hoş karşılanmadı.
Trump dönemi
Obama sonrası seçilen Donald Trump'ın İran karşıtı tutumu ve Riyad'a verdiği destek Suudi çevrelerinde büyük bir memnuniyetle karşılandı.
İki devlet Trump döneminde süresi 10 yıla yayılan ve değeri 380 milyar doların üzerinde silah satış anlaşması imzalarken, bunlar arasında 110 milyar dolarlık kısmın hemen gerçekleştirilmesi yönünde mutabakata varıldı.
Ek olarak Trump'ın Mayıs 2018'de, ülkesinin 2015 tarihli İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıklaması Suudi Arabistan'da övgü ve sevinçle karşılandı.
DW,AFP/ÇÖ,ÖA
© Deutsche Welle Türkçe