Ömer Laçiner*
Birikim Haftalık Yazılar
Suruç’taki canlı bomba olduğu kesinleşen Adıyamanlı gencin resmine bakıyorum.
Silik bir portre. Canavarımsı suratlarıyla, diz çökmüş insanların ensesine kurşun sıkan, palayla kafalarını koparırken naralar atan, tepeden tırnağa silahlı, kapkara giysi ve bayraklarıyla organize barbarlığın tipik temsilcisi gibi olan IŞİD militan-savaşçılarına benzemiyor. Suriye’ye IŞİD kamplarına gitmiş ve herhalde onlar gibi olamayacağı belli olduğundan “memleketine git ve talimat bekle” diye geri gönderilmiş olmalı. Büyük ihtimalle üzülmüştür buna. Kafir bir kadının ırzına geçerken veya onu sığındığı yerde boğazlarken öldürülecek olsa bile; böylece “İslâm yolunda şehadet şerbetini içmiş” olacağı için cennetin en mutena yerlerinde kimbilir kaç huriyle ebedi hayatın sefasını sürecek IŞİD mücahitlerinden biri olma şansını yitirmiştir çünkü. Ama cennetin daha az mutena yerlerinde daha az huriyle keyif çatma şansının hâlâ var olması ile teselli ediyordur kendisini.
Suruç’a gitme ve canlı bomba olma emri tebliğ edildiğinde “şehadet şansı”nı bulduğu için duyduğu sevincin ölmenin acısını bastırdığını tahmin edebiliriz. Çünkü kendisini salt insana özgü nitelik ve edimlerle tanımlayan “gerçekten insan”lar için ölüm acısı, o nitelik ve edimlerin öznesi olma potansiyelinin var olması ölçüsünde duyumsanır. Dolayısıyla böyle bir potansiyelinin olmadığını bilmek ve bunu önemsememek –ki IŞİD’li olmanın temel koşulu ve kulvarıdır bu– ölüm acısını da sızı derecesine indirgemiştir zaten.
Bu yüzden Suruç’a geldiğinde onunla rastlaşmış olanlar yüzünde ve davranışlarında bir anormallik görmemiş olmalıdır. Birazdan gördüğünüzü bile unutabileceğiniz silik, sakin bir genç. Bomba orada mı imal edildi; dışardan mı getirildi, Suruç gibi emniyet ve istihbarat elemanlarının kum gibi kaynıyor olması “gereken” bir kasabada fark edilmemesi nasıl sağlandı? O, bu soruların cevabını ne biliyordur ne de ilgilenmiştir. Gerçi bizler ortada bir ihmalin değil, en azından bir göz yummanın hatta bir “işbirliği”nin olması ihtimalinin kesinliği kadar o göz yuman, işbirliği eden –devlet– görevlilerinin açık edilmeyeceğinin de kesin olduğunu peşinen biliyoruz ama konumuz bu değil. Adıyamanlı genç, kendi –ikinci sınıf da olsa– şehadet yolunun böyle pürüzsüzce açık oluşunu IŞİD’li büyüklerinin “hikmet”ine veya Allah’ın yardımına bağlayıp bir öldürme aleti derekesine indirgenmiş olmasını asla umursamayarak meydandaki gençlerin içine karışmış olmalıdır.
Belki de bu arada en fazla kafirin ölmesini mümkün kılacak noktanın hesabını da yapmıştır. Belki de kafir derken ilk aklına gelen “başı açık kızlar”ın en fazla olduğu yerde durmuştur. En fazla ve en kafirleri öldürdüğünde eliyle, hedef gözeterek kafir öldüren veya boğazlayan birinci sınıf “şehadet şerbeti içmiş”lerin seviyesinde bir yer edinemese bile; ikinci sınıf şehitlere tahsisli cennet mekânlarının en iyilerinden birine kavuşacağını düşünüp gayrete gelmiş de olabilir.
Kültür merkezinin bahçesinde durup, etrafta neşe içinde kahvaltılarını yapıp, gözlerinde sevinçli bir heyecanla Kobane’ye gidişi başlatacak basın açıklamasını dinlemek için toplanan gençler birikirken ne yapmış zihninden neler geçmiş olabilir bu ölüm aleti halindeki gencin? Kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış, belki de biraz önce “terlemişsin al iç” diye elindeki su şişesini uzatmış bu hayatlarının baharındaki gençlerin canına kastedecek olmanın vicdansızlığını biraz olsun duymamış mıdır? Sanmıyorum. Ayrıca onları göz ucu bir nefretle süzüp içinden “az sonra geberip gideceksiniz kafirler” diyen bir hınç dalgasının kabardığını da düşünmüyorum. Tamamen ve tekil kişi olarak kendi şehadetine ve onun cennette verileceğine inandığı mükâfatına kilitlenmiş; o tür bir kilitlenmenin apatisine gömülmüş bir kişidir o çünkü.
Bir IŞİD’liyi; içinden türediği El Kaide’liyi, Boko Haram ve benzerlerinin mensuplarını daha önce gördüğümüz silahlı cihad hareketlerinin mensuplarından ayıran ince ama gayet keskin çizgi tam da bu noktadan geçer.
Daha önceki cihatçı hareket mensupları da elbette İslâm adına savaşırken ölür iseler cennete gideceklerine inanırlardı. Ama onları ölme ihtimalini göze alarak hareket geçmeye teşvik eden şey, İslâm adına bu dünyadakazanılacak bir zafer, gerçekleştirilecek bir tasarım umudu idi. Bu umudun bu dünyada gerçekleşebilirliğine inandıkları ölçüde “cihad etmeyi”, gerekirse şehit olmayı göze alabiliyorlardı. Oysa IŞİD, El Kaide türü oluşumların bu dünyada kalıcı olacağına inandıkları böyle bir hedefleri ve umutları kesinlikle yoktur. Onlar bu umudun ve inancın tamamen yitirilmiş olmasının ürünleridir. IŞİD’in kendini “İslâm devleti” diye tanımlamasına, başındakine Halife demesine ve bir egemenlik sahası olmasına ve bunu genişletmeye çalışmasına bakmayın. Çünkü, amacı Müslümanların kafirleri öldürerek ve sonunda ölerek şehit olmalarını sağlamak olan bir devlet; o devletin bu şehadet çarkını organize etmesine nezaret eden bir Halife, bu çarkın dönmesi için gereken toprak parçası olarak bir ülke sözkonusudur burada. Bütün dünyayı – “esasen İslâm mülkü olduğu iddiasıyla – fetih ve savaş alanı (dar-ül harp) olarak algılayan ve –asla gerçekleşmeyeceği biline biline– o dünya fethedilene kadar sürekli savaşılmasına odaklanmış bir zihniyetten bahsediyoruz. IŞİD’in ülkesi, Müslümanım diyenlerin Müslümanca yaşamak için değil şehit olmak için geldikleri, şehit oluncaya kadar bulundukları bir yerden başka bir şey değildir.
“Tek kişilik cihad” gibi geçmişte görülmemiş bir “tarz”ın boy vermesine ve bu dünyada İslâm’ın zaferinden geçtik, belini doğrultmasından dahi umudunu kesmiş, böylece kendisini düşkün/zelil halde gören Müslümanların sarılmasına, benimsemesine uygun bir zihniyet durumundan bahsediyoruz. İslâm’ın zaferi, zafer umudu dolayımıyla biçimlenen “eski şehadet” anlatısı zafer ve umudun devreden çıkarılmasıyla şahsileştirilmeye uygun hale getirilmiştir çünkü. “Eski” şehadet anlatısının sadece halifeye ait bir yetki addettiği cihad ilan etme işlevini her birey kendi adına ve kendisi için üstlenebilmektedir bu durumda. “Yalnız Kurt”ların ortaya çıkması, IŞİD’in “Halifesi”nin her Müslümanı bulunduğu yerde res’en cihad yapmaya, tek başına kafir öldürmenin her yoluna başvurmaya çağırması da bu mantaliteye oturuyor.
IŞİD, El Kaide türü “örgütler”in militan ve sempatizanları arasında “dava arkadaşlığı”ndan kaynaklı sıcak ilişkilerin olmaması da bu bireysel –hatta bencil– şehadet kültürün bir yansıması, ürünüdür. IŞİD, El Kaide militanlarının, “dava arkadaşı” konumundaki kişileri en küçük bir yanlışlıkları nedeniyle acımasızca infaz etmeleri bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildir. Herhalde bu denli kıyıcı ve insafsız olabilmeleri, yanlarında işlenmiş bir hataya, “günah”a göz yummalarının, affetmelerinin şehadetle erişecekleri cennet mükâfatının derecesini düşüreceği endişesi ile gayet sıkı ilişkilidir.
O nedenle, Suruç’ta canlı bomba olarak az sonra kendisini patlatacak Adıyamanlı gencin etrafındaki gencecik fidanları öldürecek olmanın vicdan sıkıntısını asla duymadığı gibi; o kısa süre içinde kendisine büyük iyiliği dokunmuş birini veya dindarlığı ile herkesin saygısını kazanmış bir hemşehrisini görse ve onları da öldüreceğini bilse bile “kendi cennetini garanti altına alacak” o alçakça eylemden vazgeçmeyeceğini söyleyebiliyoruz.
***
Hiçbir “kutsal dava”nın bize öteki insanların hayatını hiçe sayma hakkı veremeyeceği, en azından bir kaç yüzyıldır –sıkça ihlal edilmesine rağmen– yerleştirilmesine uğraşılan bir ilke. Bu ilkenin devletler, şu veya bu “kutsal dava” adına eyleme geçen örgütlerce ihlal edilmesini, insanlığımızın henüz tedavisini icat edemediği bir kanser gibi görebiliriz.
Kanser uzmanı bir tanıdığım, en tehlikeli kanser türünün urun en küçük olduğu kanserler olduğunu söylemişti. IŞİD, “kutsal dava”ların kansorejenleşmesindeki işte bu en tehlikeli halle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize.
*Bu yazı Birikim Dergisi'nin internet sitesinden alınmıştır.