Hasan Cemal
(Milliyet, 3 Nisan 2012)
Nasıl Bosna’da 1990’larda insanlık düşmanı bir savaş makinası yaratmış olan azgın Sırp milliyetçiliğiyle Miloşeviç’e isyan ettiysem, Suriye’de de Baas milliyetçiliğiyle onun kuklası Esad’a da sonuna kadar karşı olmak insanlığın bir gereğidir.
Suriye’yi bugün izlerken 1990’ların Bosna’sını, Kosova’sını, insanlığın yüreğinde Sırp milliyetçiliğiyle Miloseviç zalimliğinin derin yaralar açtığı o yılları anımsıyorum.
Tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi, o zamanlar da Avrupa’nın göbeğinde insan haklarıydı, hukuktu, özgürlüklerdi, insanlığa ait güzel ne varsa ayaklar altında çiğnenirken, Batı’dan kaynaklanan ne kadar değer varsa yerle bir edilirken seyrediyordu Avrupası, Amerikası...
Fransız filozof Bernard-Henri Levy gibi isyan edenler de vardı:
“Kurbanları cellatlarıyla eşit durumda gören yaklaşımı terk ederek kesin taraf tutalım artık. Saraybosna’da ölecek olan Avrupa’dır, Avrupa’nın ruhudur.”
Ben de gitmiştim Bosna’ya.
İlki, 1992’nin Temmuz ayıydı.
Savaş yeni başlamıştı.
Sırp kuşatması altındaki Saraybosna’da her gün 25-30 kişi hayata veda ediyordu. İlk dört ayda ölen çocuk sayısı 200’dü.
Zamanın Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı, merhum Aliya İzzetbegoviç, göz pınarlarında biriken gözyaşlarıyla Sırp milliyetçiliğinin azgınlığını şu sözlerle anlatmıştı:
“Bir tür kara milliyetçiliktir bu. Bu Sırp milliyetçiliğini faşizmle çarpın, Bolşevizmle çarpın, işte sonuç bu oluyor. İşte Miloşeviç. Hem milliyetçi hem Bolşevik! İkisinin karışımından böyle bir canavar yaratıldı.”
Ancak, savaşın içinde bile sönmemişti İzzetbegoviç’in hayali:
“Dostluklar, sevgiler çöktü diyemeyeceğim. Bu topraklarda da en nihayet insan sevgisinin geçerli olacağı günler gelecek. Irk ayrımına dayanmayan, çok uluslu, çok kültürlü, insan haklarına saygılı demokratik bir devlet kurulacak.”
1995’te tekrar gittim savaş içindeki Bosna’ya. Cengiz Çandar’lı, rahmetli Ahmet Vardar’lı Sabah gazetesi ekibiydik. Etnik ve kültürel temizliğe sahne olan Bosna topraklarında insanlığa karşı suç işlenmeye devam ediyordu.
O zamanlar daha hâlâ trajediye doymamıştı Bosna. Yaşamak için acı çekiyordu.
On gün dolaşmıştık.
Bihaç, Zenitza, Mostar, Travnik ve Saraybosna’yı gezmiş, yaşanan acılara dair notlar düşmeye çalışmıştım gazetedeki köşeme.
Sisli İgman Dağı hâlâ gözümün önünde, olanca güzelliğiyle... Bir de dağ yoluyla Saraybosna’yı terkederken minibüste çaldığımız Boşnak türküsü kulağımdan gitmiyor:
“Dağlarıyla taşlarıyla çağırayım Mevlam seni / Seherlerde kuşlarıyla çağırayım Mevlam seni.”
Dönüşte son bir yazı yazmış, başlığını da şöyle koymuştum:
Bosna’da ben de tarafım! (Sabah, 20 Ağustos 1995)
Dün sabah Suriye yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda hatırladım Bosna günlerimizi.
Ve fazla düşünmeden koydum yazımın başlığını:
Suriye’de ben de tarafım!
Nasıl Bosna’da insanlık düşmanı bir savaş makinesi yaratmış olan azgın Sırp milliyetçiliğine, onun iğrenç aleti Slobodan Miloşeviç’e isyan ettiysem, Suriye’deki tavrım da farklı olamazdı.
İnsanlığa ait ne kadar güzel değer varsa yerle bir etmeye çalışan Baas milliyetçiliği ile onun kuklası Beşar Esad’a da sonuna kadar karşıyım.
Başka türlüsü olmaz.
Sorunun diplomatik incelikleri üzerine çok fazla kafa yorduğumu söyleyemem.
Ancak, Baas rejiminin oluk gibi kan akıtmaya devam ettiği şu günlerde pasif değil, daha aktif olunması gerekiyor.
Dıştan silahlı müdahale diyemiyorum.
Geri tepebiliyor çünkü.
Acı örnekleri var.
Bir yandan da masum insanlar ölüme mi terkedilecek? Bugüne kadar katledilen dokuz bin insan yetmedi mi?
Ne yapmalı derken bir noktayı yine vurgulamak insanlığın gereğidir:
Çözüm, kurbanlarla cellatları aynı kefeye koyan zihniyetten geçmiyor.
Ya da Başbakan Erdoğan‘ın deyişiyle:
“Zalim ile kurbanı aynı kefeye koyan her girişim, şiddete zaman kazandıracaktır.”