Gündem

Star gazetesi yazarı Emiroğlu: Nasıl az bir paha karşılığı yol arkadaşlarımızı sattık?

Star gazetesinde yazan Şahin Emiroğlu, 'Bize ahiret yurdunu işaret edecek nişan taşlarımız nasıl böyle narsist oldu? Bu biz miyiz?' diye sordu

20 Ocak 2014 18:39

Star gazetesinin Açık Görüş bölümünde yazan Şahin Emiroğlu, AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilimle ilgili "az bir paha karşılığı yol aradaşlarını sattı" dediği kişileri eleştirdi. Tarafların, birlikte çıkılan yolda nasıl farklı köşelere savrulduğunu sorgulayan Emiroğlu, "O mülayim kalplerimiz nasıl böyle taşlaştı? Bize ahiret yurdunu işaret edecek nişan taşlarımız nasıl böyle narsist oldu? Nasıl 'az bir paha karşılığı' yolumuzu, yol arkadaşlarımızı sattık?" ifadesini kullandı.

Emiroğlu, "Bana, sana, bize ne olmuş böyle? Bu biz miyiz, bu biz değil miyiz? Coşkuyla çıktığımız yoldan buraya mı varacaktık? Yol mu bizi buraya getirdi, yoksa yoldan çıktık da öyle mi geldik?" sorularını yöneltti.

Fethullah Gülen'in izinsiz dinleme sonucu kamuoyuyla paylaşılan ses kayıtlarına atıfta bulunan Emiroğlu, "Bunlar sebepsiz olmadı. Modern kolonizatör dervişlerimizin, fedakar çocuklarımızın, hasbî öğretmenlerimizin fi sebilillah gittikleri ta Uganda’daki emek ve alın terleri bile meğer nasıl da görünmez (batıni) bir yeraltı hortum ile azgın kapitalistlerin kasasına bağlıymış?" ifadesini kullandı.

Şahin Emiroğlu'nun Star gazetesindeki yazısı şöyle:

"Vah bize eyvah bize... Şu hale, şu halimize, şu ahvalimize bir bakın. Olana bitene bir bakın. Şu derbederliğe, şu perişanlığa, şu eşiğimizdeki felakete bir bakın. Gözünüzü bir dakika yumun, kalbinizi dinleyin, vicdanınıza kulak verin, bütün darbe/dayak dönemlerine, ara rejim dönemlerine gidin, gelin, açın ve bakın. Her zaman ve şimdi, kimi kiminle dövüyorlar, kim dayak yiyor, kim temaşa ediyor, kim seviniyor bir bakın? Okul koridorlarında, devlet kapılarında, doğumevinden kabristana kadar onca horlanmışlığın ardından şu muvakkat zamanda iade-i itibarlarınakendi aralarında bile sevinemeyen, sevinçleri kursağında bırakılan insanlara bir bakın.

Bunlar elbet sebepsiz olmadı. Kadere itiraz edilmez. Bunlar sebepsiz olmadı. Modern kolonizatör dervişlerimizin, fedakar çocuklarımızın, hasbî öğretmenlerimizin fi sebilillah gittikleri ta Uganda’daki emek ve alın terleri bile meğer nasıl da görünmez (batıni) bir yeraltı hortum ile azgın kapitalistlerin kasasına bağlıymış? Efendimizin teşrif buyrulduğu söylenen organizasyonun sponsoru kimlermiş ve hangi rezerv karşılığında sponsor olunmuş? Bu ülke, bu vatan, bu millet, bu sakarya, çok bayraktar, çok sancaktar, çok mümtaz evlatlar yetişir de onca fedakarlığın, masumiyetin, belagatin, fesahatin üzerine bütün bunları kim, nasıl izah edecek? 

Bir şu üstümüze boca edilen cürufa bakın bir de boca edenlerin kim olduklarına. Bir yumruk atanlara bakın bir de alkış tutanlara. Nereden hangi zaviyeden bakarsanız bakın. İster sosyal hayat, ister medya, ister siyaset, ister düşünce, ister dini hayat zaviyesinden şu geldiğimiz, şu süpürüldüğümüz yere bir bakın... Vah bize eyvah bize. Her birimizin vebali ve sorumluluğu nispetinde vah bize değil mi? Değil mi? Hırsızın hiç mi kabahati yok? Hayır, hırsızın kabahati bizimkine dahil. Biz buna muadil, buna mümasil bir hadise yaşamadık. Geçmişte yediğimiz bütün dayaklardan hepimize bu daha ağır.

 

‘Siyasetten Allah’a sığının’

 

Üstat Necip Fazıl 1970’li yılların ağır şartlarında bizi ayazda bir başımıza bıraktığında bir vurgun yemiştik. Başsız ve dilsiz kalmıştık. Bütün argümanlarımızı borçlu olduğumuz üstadımız bizi bırakmıştı. Çoban sürüsünü başıboş bırakmıştı. Mahiyeti bugün yaşananla elbet mukayese edilemez. Üstat MSP’nin peşinden koşar adım giden İslamcı gençliğinin rehberliği bırakmış birden MHP’nin milliyetçi gençliğinin önüne geçmişti. Bizim üstadımızken başkalarının olmuştu. Olacak şey değildi ama olmuştu. Dımdızlak ortada kalmıştık. Dünya başımıza yıkılmıştı. Üstad bomba gibi raporlar yayınlıyor, MSP’ye, Hoca’ya ateş ediyordu. (Neyse ki, asker yönetime el koydu da...)

O senelerde birlikte namaz kıldığımız, Risale-i Nur okuduğumuz “şeytandan Allah’a sığınır gibi siyasetten Allah’a sığındıklarını” söyleyen abilerimiz İslam ümmetinin hukukunu savunan, ufkumuza yeryüzüne açan Erbakan’ı değil de renksiz, kokusuz Demirel’in izini sürüyorlardı. Hem şeytandan siyasetten Allah’a sığınacaksın hem de Demirel’in izini süreceksin... Süleymancılar da İmam Hatiplerden haz etmiyordu. Ve yapacak bir şey yoktu.

Coşkuyla selamladığımız ve nefeslerimizi kesen İran İslam devrimi de İran-Irak savaşıyla muazzam bir sukutu hayal oldu bize. Devlet İslam devleti olsa da ayıp söylemesi bir şeyler değişmiyordu. Darul Harp-Darul İslam tartışmaları geldi, bu iş partiyle olmaz denildi ama o nesil de epey toz bulutu kaldırdıktan sonra doğal ömrünü tamamladı ve buharlaştı. Yeni nesiller bilmez ve iyi ki bilmez o dilemmaların o yıllarda muhayyilemizi ne çok parçaladığını ve ne çok hummaya tutulduğumuzu.

 

Cemaatten kopuş...

 

Muazzam bir gençlik yetiştiren ve bir ölçüde tarihin akışını değiştiren İskender Paşa dergâhı ile Erbakan Hoca cemaatimiz arasında Ak Şemsettin ile Sultan Fatih’in ilişkisine benzetilirdi ve biz o büyük tarihi yenilmişliğimizle bu benzerlikten muazzam bir haz duyardık. (İstanbul’u yeniden fethedecektik. Sur içinde nur içinde olacaktık. Ayasofya’yı da açacaktık.) Meydanda lider, dergahta derviş olan, diz kıran, ders alan, Şeriatı ve tasavvufu birlikte temsil eden siyasi otorite ile manevi otoritenin ilişkisi biz büyüdük ve gün geldi “çuval çuval paralar”ın nereye gittiğinin sorulmasıyla kesildi ve on binlerce genç başsız kaldı, ağır bir travmaya maruz kaldı.

 

'Ağlayın su yükselsin belki kurtulur gemi'

 

28 Şubat’ta yenilen dayakların ardından hem bir parti, hem de bir cemaat olan Milli Görüş hareketi Yenilikçi ve Gelenekçi diye ayrıştığında profesyonel siyasetçilere bir şey olmadı ama mensubiyetini ve aidiyetini o bünyede bulanların ve dünyaya oradan bakarak bir değişim umanların parçalanma, küçülme, kaybetme korkusu Milli Görüşümüzün siyasetçi kanadında değil de cemaatçi kanadında tabanın yüreklerini ezmişti. (Taban adı üstünde...)

Bilen bilir bilmeyen bilmez. Siyasi pozisyon değiştirmek siyaset esnafına kolaydır ama siyaseti inançla yapana zordur. Cemaatten kopuş değil cemaati sorgulamak bile içeride çok zordur. Kolay değil biatınızı yenilemeniz, ders, hatme aldığınız hocanızı değiştirmeniz kolay değil. Rehberinizin yoldan çıktığını, izini kaybettiğinizi düşünmek, inanmış adam için hafazanallah baş edilebilecek bir şey değil. Şimdi bambaşka bir sorunla yüz yüzeyiz. Bizim yaralarımız hep açıkta kaldı. Bugünkü genç nesiller bugün açılan yaraları nasıl aşacak?

Bana, sana, bize ne olmuş böyle? Bu biz miyiz, bu biz değil miyiz? Coşkuyla çıktığımız yoldan buraya mı varacaktık? Yol mu bizi buraya getirdi, yoksa yoldan çıktık da öyle mi geldik? Dalkavuklukla biz mi o canım rehberlerimizi baştan çıkardık? İstikamet değil miydi güzergâhımız? İhtilaf olduğunda hakem kim olacak? Hani Hud Suresi, hani belimizi, boynumuzu büken, hani başımızı eğen? Laikliği mi çağırsak başımızı mı öne eğsek? Emniyetle, başarıyla önümüze her gelene kostaklanırken,”doğru yolun sapık kolları” mı olduk?

O mülayim kalplerimiz nasıl böyle taşlaştı? Bize ahiret yurdunu işaret edecek nişan taşlarımız nasıl böyle narsist oldu? Nasıl “az bir paha karşılığı” yolumuzu, yol arkadaşlarımızı sattık? O her sesi ötekinden ayıran kulaklarımız nasıl kendi zavallı seslerimizle doldu? Kalplerimiz nasıl kendi öfkelerimizle köpürdü? Nerden konuşacağımızı şaşırdık. Taraf olmazsak bertaraf oluruz diyenler hababam ateşe üflüyor. Hepimiz Kurşun Asker olmuşuz da haberimiz olmamış. Hepimiz mumyalanmışız da ruhumuz duymamış. Ruhumuz bizi bırakmış da canımız yanmamış. Ne ara olmuşuz, nasıl olmuşuz? Rızamızla mı, zorla mı olmuşuz?

Bendeniz, oldum olası, yerine alışamamış biri olarak, bulunduğum yer dışında her yerdeki herkesin yerini imrenirim. Olduğum hiçbir yerde olmak istemem. Kendine güvenen kimseye de güvenmem. İnsan, insan olduğunu bile bile nasıl kendine güvenir, anlayamam. Bana bize emniyet duygusu vermesi gerekirken kendini devlet, bizi de karakola komşusunu şikayete gelen adam zanneden mütecessis müsellah memurini ise hiç emin bulmam.

Keza, sandalyesinin konduğu yerden dolayı kendini üstün ve imtiyazlı gören hakim ve müddeinin iddiası ile kof kibri de bana boş gelir. Suçluların çamaşırlarını yıkamak insana nasıl bir üstünlük duygusu verir anlayamam. Hakimler ve Savcılar toplumsal hayat içinbana sadece gardiyanlar kadar gerekli ve lüzumlu gelirler. Buna o kutsal savunma işini yapanlar da dahil. Statüleri anayasaya girecek kadar önemliyse, gardiyanların görev ve statüleri de illa ki, anayasada olmalıdır. Hukukun üstünlüğüne inanmamızı isteyen ve “hukuk bir gün herkese lazım” olur diyen kimsenin herkesi, hepimizitehdit ve şantajla hukukun değil zımnen hukukçunun üstün olduğu iddiasına inandırmak istediğine adım gibi inanmıyorum. Hukukun üstünlüğü hukukçunun üstünlüğü değildir. Kaldı ki hukuk da üstün değildir. Siyaseti rehin alan bu hukukçu zümresinin bir krizi evvelden çözdüğü, bir felakete önceden mani olduğu, bir facia için ön aldığı hayatta görülmemiştir. 

Siyaseti, rehin alan dalkavukların siyasetçi zehirledikleri ise eski bir meseldir. Onlar “devletin bir kahhar bir yüzü” olduğuna inanıyorlar ve siyasetçiyi bu batıl inanca inandırmaya çalışıyorlar. Haşa... “içe dönük nesiller istemiyoruz” dedirtiyorlar mesela. Hakikatin kriteri, siyasetin mihveri devlet olunca çok da üzerinde durulmadan devletin geleneksel mottolarıyla böyle konuşuluyor işte. Devlet tanrısal bir tanıma, yüce bir konuma eriştiriliyor ve kulların haddini aşmaması, aşmaları halinde ise şehzadeler gibi halledilecekleri söyleniyor. Kavgada yumruk sayılmaz deniyor. Hepsi için Haşa. Summe haşa...

Bendeniz bu ülkedeki hemen herkesimdeki herkes gibi, her Süleymancı, her Nakşi, her Kadiri, her Nurcu, her İslamcı, her muhalif gibi, yasa dışı, yasak düşüncelerle, yasa dışı duygularla büyüdüm. Ayrıca düşünce faaliyetinin zaten yasa dışı olduğunu düşünüyorum. Mevzuata uygun bir düşüncenin olamayacağını düşünüyorum. Son on yılda seçilmiş iktidar eliyle buz dağının büyük ölçüde eridiği ve fakat son zamanlarda devleti millete yar etmek istemeyen eldivenli bir elin gece gündüz teyakkuz halinde, yeni bir senaryo, yeni bir kurgu ile yeni bir dizayn peşinde olduğu aşikardır.

 

Hani eşref-i mahlukattık

 

Biz (biz her kim isek) kendisine ne kadar düşkün olursak olalım siyasi varlığımızı, yani devleti hiçbir zaman kutsamayız, devletin o kökten marazi diline kendimizi bırakmayız. Devleti gözetiriz, adaletle işlemesini, kimsenin hukukunu çiğnememesini, kolay, erişilebilir, konuşulabilir, itiraz edilebilir olmasını, hürmete layık olmasını ve öyle şekillenmesini ister ve vargücümüzle buna gayret ederiz; ama bir mekanizma içindekilerle birlikte yüceltilen kurumlarıyla inancımızın merkezine, kalbimizin kıblesine, düşüncemizin odağına, ruhumuzun mihrak noktasına almayız. Ayıp olur, günah olur. İnancımıza, akidemize uymaz. Eşrefi mahlukat olan, hukuku korunacak olan insandır. Kumanda merkezi elimizin altında olsa da devlet değil. Paraleli, simetriği, derini, çukuru, yatayı, dikeyi hiç değil.

Hep bir sahil özlemindeydik. Seferhisar özlemi. Son hadiseler gösterdi ki, meğer sahil yokmuş, kenar yokmuş, kıyı yokmuş. Yeniden hatırlasak mı, acaba bizi çeperden, çevreden merkeze itenlermerkezi süpürelim diyemi yaptılar bunu. Ama zaten çeper yokmuş, çevre yokmuş. Meğer herkesin, hepimizin gözü gönlü marulun göbeğinde, soğanın cücüğündeymiş. Meğer hepimizin rüyası merkezmiş. Meğer hepimiz dünyanın dibini istiyor muşuz. Meğer her birimizin emeli bu iliğini emdiğimizdeni dünyaya yerleşmek ve kökleşmekmiş.

Burada, camimizin avlusunda musafaha ettiklerimizle, mahallemizde; dernekte, vakıfta, talebeye veli, bursiyere kefil, sandığa müşahit, vakfa mütevelli, mahalleye muhtar, köye aza, cemaate, cemiyete ihtiyar heyeti olduğumuz köyümüzde, mahallemizde meğer ne çok buğz ve öfke birikmiş de ruhumuz duymamış. Haziranda Gezi’de karşı mahallenin biriktirdiği öfkenin çokluğuna hayret etmiş, bunu hak etmedik demiştik. İyi güzel de Aralık’ta kendi mahallemizde o avucumuzda peydahladığımız ötekimizin on katı öfkeyi, biber gazını hangi gardıropta, bagajda, garajda saklamışız hayret.

 

Yalan dünyanın halleri

 

Bu nasıl ve ne feci bir gaz patlaması. Ne ara birikti bu gaz. Oysa arsamız, evimiz, okulumuz, yurdumuz şehrin çöplüğü üzerinde değildi, kaçak değildi, kapkaçla elde etmemiştik. Arsa evet bağıştı, gece kapatmıştık, karanlıktı tamam ama gören olmadıydı. Bir iki kat çıktık tamam ama ibra edildik. Belgelerimiz, evrakımız elimizde. Bu öfke nerelerde, hangi ardiyelerde depolanmış, hangi kömürlüklerde saklanmış böyle. Kapıcı, odacı da mı görmemiş.

Eyvah ki, eyvah bize... Şu ölümlü, şu ani ölümlü, şu külliyen yalan dünyada ne yapıyoruz. Nasıl ‘biz’ olacağız. Kuyu kazarken bir bataklık çıkardık elbirliğiyle. Şimdi kim kurutacak burayı. Bir resme, önümüze konan bir fulü fotoğrafa odaklanıyoruz da nasıl kendimizden geçiyoruz. ‘Alüfte’, ‘rüşvet”, ‘fiş’, ‘kumpas’, ‘ananas’, ‘beddua’, ‘rafineri’ derken; “efendim afiyet üzerinize olsun” derken, Hizmeti, hayrı, hasenatı, gönüllülüğü kapitalizmin balta girmemiş ormanlarına uzanan gönüllü kuryesi haline getirenlere, yani bize ‘dinukumdinarukum’ demediği için kimse ve “sizin taptığınız ayağımın altındadır” demediği için sana, bana, bize kimse, biz de boy aynamızdan cehaletimizle, küstahlığımıza kendimize yukarıdan aşağıya bakmayız ve hicap duymayız? Tüyü yetmemişin hakkı yenmesin de tüyü yetmişinki yensin mi?

Bizim bir başka meselemiz vardı. Esas meselemiz neydi, biz kimdik, vasıta neydi, menzil neydi, vuslat neydi, siyasetten, ticaretten, riyasetten murat neydi, biz insanlara ne vaat etmiştik, insanlar bizden ne bekliyordu, bize nelerini emanet etmişlerdi, sırtımızda halen hangi emanetler var? Unuttuk mu yoksa. Devlet celalimizi, haşyetimizi, ruhumuzu, vicdanımızı zimmetine mi geçirdi? Kendi devletimizin gölgesinden kurtulmak içinhangi devletin himayesine giriyoruz? Bunu niye yapıyoruz. Kalbimizi sökecek, vicdanımızı sönümleyecek, ruhumuzun kandilini dökecek olan kim? Oysa biz devlete, güce, kudrete zebun olmak için yola çıkmadık. Hiç kimseye, hiçbir şeye râm olmadık, râm olmayız dedik. Şimdi...

Vah bize eyvah bize..."