Gündem

Soysal: İnançlarınızı saklamayın

Rengin Soysal, dinin taşrayla özdeşleştirildiği ve şehirlilerin Tanrı'ya inanmaktan korktuklarını savundu.

13 Kasım 2010 02:00

T24- Rengin Soysal, dinin taşrayla özdeşleştirildiği ve şehirlilerin Tanrı'ya inanmaktan korktuklarını savundu. Soysal, dini 'bölücü' olmaktan çıkarmak için 'şehirli dindarların' inançlarını saklamaktan vazgeçmesi gerektiğini söyledi.


Rengin Soysal'ın Taraf gazestesinde yayımlanan Bu Yaka köşesindeki (13 Kasım 2010) yazısı şöyle:



Kont Tolstoy’dan şehirli dindarlara



Her aşk, inanç ve sevginin tek bir beden oluşunu anlatıyor bize sanki. İnanç ruh, sevgiyse ten o bedende ve bir ‘aşk’ olmak için bu ikisinin birbiriyle bütünleşmeye ihtiyacı var.


Ondandır, biri kayboldu mu diğeri de yok oluyor peşinden... İnanç bitti mi sevgi, sevgi tükendi mi inanç ölüyor... Aşk, o zaman çekilip gidiyor hayatımızdan.


Ve aşkın, ‘hakikate’ ulaşmak için en kısa yol olduğunu söylüyor bilenler.


Din, insanı hakiki aşka, Allah aşkına götüren araçlardan bir tanesi...


İnanç ve sevgiye, onların bütünleşip bir olmasından doğan aşka, varmanın yollarından biri.


Din ve dindarlık, hakikat arayışı olarak hep ilgilendirdi beni. Böyle bir arayışın, başörtüsü tartışmalarına indirgenmesine, üstüne siyasetin ağırlığının çökmesine gönlüm hiç razı gelmedi.


Yeni Zelandalı yazar Katherine Mansfield, Anton Çehov ile konuşur, dertleşirmiş hayalinde, o sıralarda Çehov ölmüş olmasına rağmen. Onda kendinden bir şeyler bulurmuş.

Çehov’u çok sevsem de benim tercihim Tolstoy’dan yana olurdu, zihnimde böyle sohbetler yapmak için.



Çehov’la benzer saydığım tarafım etkilidir bu seçimimde; o da sözlerini ve duygularını sakınır, fazla açılmaz çünkü. Tolstoy’la ise iç dünyamda yakınlık kurarım; durmadan soran, sorgulayan, konuşan, mukayese eden, madalyonun ters yüzünden bakmayı da deneyen, birbiriyle çelişse de farklı fikirlere açık olan yanım, ancak onunla, enine boyuna, hiçbir düşüncesini, duygusunu sakınmadan saklamadan uzun uzun konuşarak tatmin olabilir.


İşte içimdeki o huzursuz, ne zamandır aklını kurcalayan, hatırladığı ve hatırlatmak istediği mütedeyyin şehirlilerle, Mehmet Altan’ın Kent Dindarlığı kitabında karşılaşınca, Kont Tolstoy’un dine dair görüşleriyle de yeniden hemhal olmak istedi.


Maksim Gorki, Tolstoy’dan Anılar’da, onunla bir hatırasını nakleder: “Sonra birden, bana bir tokat indirircesine sordu:


‘Neden Tanrı’ya inanmıyorsun?’


‘İnancım yok benim, Leo Nikolayeviç.’


Gerçek değil. Doğuştan inanan bir kişisin sen, Tanrı’sız edemezsin. Bir gün kendin de anlayacaksın bunu. İnançsızlığın, kırgınlığından doğan dikbaşlılığının sonucu. Birtakım kimseler de utandıkları için inanmazlar; gençlerde görülüyor bu; sözgelişi bir kadına tapıyorlar, ama anlamaz korkusuyla ya da göze alamadıkları için, göstermekten kaçınıyorlar bu sevgiyi. İnanç da sevgi gibi, biraz yiğitlik, biraz gözüpeklik ister. (...)”

Benim şehirlilerin bir kısmında gördüğüm de bir çeşit utanma. İnanırlarsa, hayatlarında dine yer verirlerse, statü kaybına uğrayacakları, küçümsenecekleri gibi bir korkuları var.


Buna karşılık, kırsal kesim ve taşra kökenliler dindarlıkları vasıtasıyla statü kazandıklarını düşünüyorlar.


Toplumdaki çelişki, çatışma ve kamplaşma da belki bu yüzden derinleşiyor.


Modern yaşamı benimseyenlerin, dini hayatlarından dışlamaları yüzünden, din, köy ve kasaba âdetlerinin tezahürü olarak kendini göstermeye başladı.


Mehmet Altan kitabında bu durumu çok güzel sorguluyor ve İslamiyet’in derinlikli bir kültürün temsilcisi olan Şeyh Galip’ten Taliban hoyratlığına nasıl geldiğinin üzerinde durulması gerektiğini vurguluyor.


Hâlbuki İslamiyet çıkışı itibariyle de aslında şehirli bir din.


Bugün yaşam tarzı kavgalarının temelinde yatan ve gözden kaçan, dinden ziyade dini bir taşra kültürü olarak algılamak ve yaşamak herhalde.


Kont Tolstoy, Diriliş kitabı nedeniyle Kilise’den aforoz edilmişti ama inancı aramaktan vazgeçmemişti.


“Hayatta her şey gelişir ve mükemmelleşir. Dinin gelişip mükemmelleşmesi ise onun sadeleşmesinden, anlaşılmasından ve onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtarılmasından ibarettir” diye yazmıştı Tolstoy.


Dinin ‘bir bölen’, bir tehdit olarak anlaşılmaktan kurtarılması da, inançlı şehirlilerin inançlarını saklamaktan vazgeçmelerinde ve kentsoyluların yaşam zarafetini dinî yaşayışa aksettirmeleriyle mümkün olabilir belki de.