28 Ekim 2017 17:02
Dünya ve Türkiye’deki sosyalizm mücadelesinin meraklıları için başucu kaynaklardan biri olan Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin genel yayın yönetmenliğini de yapmış olan Ertuğrul Kürkçü’ye göre reel sosyalizmin çöküşü ve Çin’in kapitalizme savruluşu, tüm dünyaya yayılacak yeni devrim imkânlarını da beraberinde getirmiş olabilir. Kürkçü’ye göre Sovyetlerin dış politikası, devrimlerin yayılmasını engelledi! Kürkçü, "Şimdi biz de 72 yıl yaşamış ama artık yenilmiş olan Ekim Devrimi için şunu söyleyebiliriz: Emekçilerin, yoksulların, sıradan insanların, gerçek üreticilerin kendilerini ve bütün dünyayı yönetebileceklerine dair tarihteki en önemli deneyim ve tasavvur. Bu devrim geride kalmış olsa da maddeci tarih tezinin doğrulanmasıdır; kapitalizm sonsuz değildir. Dönüştürülebilir, değiştirilebilir ve burjuva hakimiyeti yıkılabilir, yenilebilir" dedi.
Ertuğrul Kükçü, Gazete Duvar'dan İrfan Aktan'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Jülyen takvime göre 25 Ekim, Miladi takvime göreyse 7 Kasım’a tekabül eden ama tarihe Ekim Devrimi olarak geçen dünya tarihinin en sarsıcı devrimi üzerinden tam 100 yıl geçti. Bilimsel sosyalizme en önemli katkıları da yapmış olan Vladimir İlyiç Lenin önderliğindeki Sovyetler, savaşlardan ve açlıktan yılmış olan Ruslara başka bir dünyanın kapısını aralarken aynı zamanda insanlık tarihinin yazılacağı yeni bir defteri de yarattılar.
Ancak Lenin sonrasında Stalin-Troçki ayrışmasıyla simgeleşen ihtilaf ve Stalin’in devrimi Rusya hudutlarına hapsederek “reel sosyalizm” deneyimini dayatmasıyla, Sovyetlerin araladığı kapı Rus halklarını tekrar Çarlık düzeninin kalıntılarıyla karşı karşıya bıraktı. Sovyetler Birliği’nin 72 yılı insanlık tarihinde kısa bir süre olsa da yaşanan deneyimden geleceğe ilişkin sayısız ders çıkartıldı, çıkartılıyor. Devrimin 100’üncü yıl dönümü dolayısıyla dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok sayıda etkinlik, tartışma yapılacak. Biz de bu vesileyle HDP Onursal Başkanı ve İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’den bir muhasebe yapmasını rica ettik. Zira Ertuğrul Kürkçü sadece Türkiye’deki devrimci mücadelenin tüm alanlarında (gerillalık ve mahpusluk dahil) yer almış bir isim değil, aynı zamanda meşhur 8 ciltlik Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin de genel yayın yönetmenliğini yapmış bir entelektüel.
Uzun bir süre Twitter hesabınızdaki profil fotoğrafı, ünlü Sovyet sanatçısı El Lissitzky’nin meşhur resmiydi. Express dergisi de o resmi yeni sayısının kapağı yaptı…
Evet, kızıl üçgen beyaz çemberi yarıyor.
Sovyet devriminin 100’üncü yıl dönümü dolayısıyla Express’ten Demet Ş. Dinler ve Ulus Atayurt, Sovyetler Birliği tarihçisi Diane Koenker’le bir söyleşi yaptı. Koenker, Sovyet dönemi sanatçılarına dair Lissitzky’yi de dahil ederek şöyle bir eleştiri yöneltiyor: “Önde gelen sanatçılar devrime ne kadar adanmış olsalar da, birçoğu sonradan rejimin resmi sanatçısı haline gelecek El Lissitzky gibi oldukça seçkinciydi. Sorumluluklarının işçileri kendi soyutlama seviyesine çıkarmak olduğunu düşünüyorlardı. 1920’lerde işçiler kültürel hayatla muazzam içli dışlıydı. Hepsi su gibi kitap okuyordu. Ancak kafalarındaki estetik fikri El Lissitzky gibilerinkiyle karşılaştırıldığında çok daha ulaşılabilir cinsteydi. Mesela konstrüktivist posterlerin asıl işlevi sanat dünyasından birtakım temsilcileri ön plana çıkarmak oldu. Murad ettikleri mesaj istedikleri ölçüde işçilere ulaşamadı…”Sosyalistlerin dünya tahayyülü 1917’de somutlaşsa da kısa süre içinde bir krizle karşılaştı ve bu kriz Lenin’i 1921’de Yeni İktisadi Politika (NEP) ile yeni bir düzenlemeye itti. Sizce Ekim Devrimi’nin dünya tarihine attığı çentik ile önündeki temel çıkmazlar nelerdi?
Ekim Devrimi evet, Çarlığı yendi ve dünyanın ilk büyük ve kalıcı etkileri olan sosyalist devrimini gerçekleştirdi ama bu devrimin yenilmesinden yirmi yıl sonra konuşuyoruz. Bundan kırk yıl önce başka türlü konuşuyorduk. Şimdi ise bağlam ve kapsam değişti. Bu manada bakınca, Marx’ın Paris Komünü için söylediklerini bugün Ekim Devrimi için de söyleyebileceğimizi düşünüyorum.
Marx, Paris Komünü için ne demişti?
Mealen şöyle demişti: “Paris Komünü 72 gün yaşadı ama proletaryanın kendisini ve toplumu yönetebileceğini kanıtladı. Bu manada biz, Paris Komünü’ne bakınca proletarya diktatörlüğünü görüyoruz. İşte proletarya diktatörlüğü budur.” Şimdi biz de 72 yıl yaşamış ama artık yenilmiş olan Ekim Devrimi için şunu söyleyebiliriz: Emekçilerin, yoksulların, sıradan insanların, gerçek üreticilerin kendilerini ve bütün dünyayı yönetebileceklerine dair tarihteki en önemli deneyim ve tasavvur. Bu devrim geride kalmış olsa da maddeci tarih tezinin doğrulanmasıdır; kapitalizm sonsuz değildir. Dönüştürülebilir, değiştirilebilir ve burjuva hakimiyeti yıkılabilir, yenilebilir. İnsanlık tarihi çok uzun olacak. Bizden sonra da bir tarih olacak. Bizden önce de bilebildiğimiz, insanın alt türlerden ayrışarak bir insan toplumu olarak kendisini kurmasının üzerinden 7 bin yıl geçti. Yahut “72”lerle devam edersek, 7 bin 200 yıldır varız. Bu devrim tıpkı bizim zihniyetimizden bağımsız olarak işlemekte olan doğa yasalarının keşfi ve bu yasallığın olgularla ispatlanması gibidir. Nasıl ki Einstein’ın görelilik teorisi, günümüzde bir an görünüp kaybolabilen çeşitli atom altı parçacıkların hareketleri gözlemlenerek doğrulanabiliyorsa, Ekim Devrimi de Paris Komünü gibi tarihin gidişinin tekdüze olmayan ve gerçek üreticiler eliyle düzenlendiğinde insanlar için özgürlük, eşitlik, adalet getirebilen bir süreç olduğu konusunda bize eşsiz bir kanıt sunuyor. Ekim Devrimi oldu ve tesadüf değil toplumsal gelişme yasalarının tezahürü olan bir hakikatti. Ayrıca kendinden başka hakikatleri de tetikledi. Ancak yenilmiş olması ya da günümüze kadar gelen kalıcı başarıların başlangıcı olmamış olması, daha sonra benzer süreçlerin tekrar etmeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, tekrar edecektir. Ekim Devrimi, bizim hem emekçi sınıfların devrimci kapasitesine hem de maddeci tarih görüşünün önümüzü aydınlatan perspektifine bir kere daha kanaat getirmemizi sağlayan, insanlığın büyük tarihi içindeki parlak anlardan biridir.
Aslında bu yüzden Lissitzky örneğinden başlamıştık söze. Sizin Ekim Devrimi’ne ilişkin bu anlatımınızın emekçiler açısından da aynı manayı taşıdığını söylemek mümkün mü?
Bu anlatım açlıkla mücadele eden emekçiler açısından gereğinden fazla sofistike olabilir ama sonuçta hayatı, tarihi, dünyayı, geleceği, fikirlerin evrimini, hareketini kavramak da emekçilerin gündelik bilinçleriyle başa çıkamayacakları yüksek bir soyutlama gerektirir. Böyledir diye yüksek soyutlamalardan vazgeçemeyiz. Gündelik bilincin ötesine geçilmese bilim diye bir şey olmazdı. Bilim olmasaydı da sosyalist düşünce olmazdı. Dolayısıyla senin aktardığın Diane Koenker’ın tespiti o kadar yavan ki, üstünde durmaya bile değmez!
100 yıl önce gerçekleşmiş ve 20 yıl önce yenilmiş olan Ekim Devrimi’ne insanlığın büyük tarihi içindeki parlak anlardan biri olarak bakınca, tarihin büyük ölçüde karanlıkla geçtiğini de ifade etmiş olmuyor musunuz? Sizce bu, muhtemel parlak anların sürdürülebilirliğine ilişkin de bir karamsarlık yaratmaz mı?
Biz bir devrim yapana kadar kürenin ayakta kalacağına ilişkin doğa ve tarihle bir anlaşmamız da yok. Bütün bu gerçekleşmeler içinde insan iradesinin muazzam bir payı var. Hiçbir şey kendi kendine olmuyor. İrade olmazsa, hiçbir şey olmaz. O yüzden Lenin’in iradeye biçmiş olduğu paya Ekim Devrimi dolayısıyla geri dönebiliriz. Fakat bütün bu iradeciliğe rağmen tarihin işleyişinin de demirden yasaları var.
Ne gibi yasalar?
Bir kere kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu ve bir dünya sistemi olarak çökmedikçe yerine başka bir sosyo-ekonomik formasyonun geçemeyeceğine dair Marx’ın ilk buluşlarından birine geri dönmemiz lazım. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren irade; Bolşevikler ve Lenin. Bu iki olgu bence Ekim Devrimi’nin geleceği bakımından tayin ediciydi. Onların yeni devrimci durum içinde varlıklarını ve kalıcılıklarını sürdüremeyişleri, geriye düşüşün biricik değilse de önemli nedenlerinden biridir. Fakat ne kadar ısrarlı olsalardı da aslında, onların iradesine rağmen sonucun değişemeyeceğini daha sonraki gelişmelerden görüyoruz.
Yani sonuç Lenin’e rağmen değişmeyecek miydi?
Lenin 1901’de “Ne Yapmalı?”yı yazdığından Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği güne ve hatta 1920’lerin ortasına kadar, sağlığının elverdiği bütün dönemlerde mealen şunu söyledi: “Biz dünya sosyalist devriminin öncüsü olabiliriz ama devrim Almanya’da, Fransa’da, ABD’de tamamlanmadıkça biz hâlâ bir geri model olmaya devam edeceğiz. O nedenle bizim devrimimizin yol açıcılığı bir şey ama sosyalist dünya devriminin gerçekleşmesi başka bir şey. Bunun için elimizden geleni yapmalıyız.” Lenin ve Bolşevikler için Ekim Devrimi’nin başarısının sürmesi onun başka devrimlerle tamamlanmasıyla, taçlanmasıyla ilgiliydi. Fakat burada da başka bir tarih yasası, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası devrimin aleyhine işledi: Rusya’ya Batı Avrupa devrimleri eşlik etmedi. Macaristan’da kısa bir an, Alman devriminin yenilmesi, keza İtalya’da konsey hareketlerinin yenilmesiyle birlikte gericilik ve faşizm çağı Ekim Devrimi’ni olduğu yerde duraksattı. Bunlar devrimi, devrimci hareketi elde olanı korumak için dünyada ve içeride uzlaşmalara zorlamış olabilirdi. Fakat Lenin’den sonra Bolşevik Partisi’nin öncü kadrolarının da iç çatışmalar dolayısıyla tasfiyesinin ardından devrimci öncü dünyaya, bu olan-biteni meşrulaştırıcı yeni bir gözle bakılmaya başlandı.
Stalinizmden mi söz ediyorsunuz?
Sadece Stalin değil, Sovyetler Birliği’nin yeni devlet ve parti kadroları… Geleceklerini Ekim Devrimi sonrası ortaya çıkan yeni düzenin üst kademelerine doğru yürümeye borçlu bu kuşak açısından sosyalizm ve hatta komünizm bir dünya devrimine ihtiyaç duymaksızın tek ülkede gerçekleştirilebilir gibi göründü. Bu bakış size bambaşka bir dünya siyaseti verir.
Nasıl bir dünya siyaseti?
“Başkalarına rağmen kendi devriminizi sürdürebilirsiniz, başka devrimler olmadan yaşayabilirsiniz, devriminizi yaşatabilmek için kapitalizmle dünya çapında uzlaşabilirsiniz.”
Bu Lenin’den sapma mıydı?
Evet. Çünkü Lenin açısından mesele, devrimi bütün dünyaya taşımaktı, daha doğrusu bu devrimin yaşar kalmasının ve tamamlanmasının maddi ön koşuluydu. Oysa Sovyetler Birliği statükosu açısından mesele bütün dünya devrimci hareketini kendi devrimini savunmaya zorlamaktı. Komintern’in bütün tarihi bunun eşsiz tartışmalarıyla dolu. Komünist Enternasyonal, işçi sınıfının uluslararası devrimci örgütü olarak 1919’da Sovyet Devrimi’nin ikinci yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından çökmüş olan II’nci Enternasyonal’in yerine kuruldu. Yeni, III’üncü Enternasyonal “Komünist Enternasyonal” ya da kısa adıyla “Komintern” olarak bilinir oldu. Amacı tüzüğünde açıkça yazar: Bir Dünya Devrimi gerçekleştirmek. Ancak 1924’ten sonra bu hedef giderek sönükleşti ve nihayet 1943’te Komintern kendisini lağvetti, amaç da havaya uçtu.
Bolşevik sisteminde nasıl bir açık vardı ki, Stalin gibi bir karakter ortaya çıkabildi? Sovyetler inşa edilirken, Lenin örneğin, bunun tedbirlerini neden almadı?
Elbette tedbirler düşünülmedi değil. Lenin’in son mektupları, Stalin-Troçki çatışmasına atfen ortaya koyduğu öngörüler kimi teklifler içeriyordu. Örneğin partiyi emekçilere açmak, merkez komiteyi emekçilere doğru genişletmek… Stalin ile Troçki arasındaki çatışmayı, onları aşan üçüncü bir hat kurarak dengelemek yönündeki bütün teklifler maalesef hem Lenin’in sağlığının elvermemesi, hem de asıl ihtiyaç olan Batı’dan gelmesi beklenen devrimci dalganın bir türlü gelmemesi sonucu hükümsüz kaldı. Böylece Rusya gibi bir geri-köylü ülkesinde sosyalizmi kurma mecburiyetleri ve günübirlik pragmatist çözümler, tarihselci çözümlerin önüne geçti. Yani “ordumuzu kuvvetlendirelim, sanayimizi güçlendirelim, idareyi teşkilatlandıralım. Bunun için de eski Çarlık rejiminden kalma işe yarar ne varsa alalım…” Bunlar Lenin’e ölümünden bir süre önce şunu söyletmişti: “Biz aslında eski Çarlık makinasını olduğu gibi devraldık. Sovyet idaresi bunu yağlamaktan başka bir şey yapmıyor.” Eski devletin zor aygıtlarını yıkıyorsunuz ama onun idari mekanizmasının müktesebatını devralmadan yeni bir idare kuramıyorsunuz. Elde var bürokrasi.
Çarlık düzeninin kalıntılarını yağlayarak kullanmak yerine neden yeni bir idare sistemi inşa edilemedi?
Lenin’in bununla ilgili tespiti şuydu: Bizim başımıza gelen, bütün fetihçi halkların başına gelen gibidir. Kendinizden daha yüksek bir uygarlığı fethettiğinizde, onu siyaseten yenersiniz, orayı ele geçirirsiniz, egemenliği devralırsınız ama onun kültürü de sizi ele geçirir.
Çarlık Rusya’sının “kültürü”, Sovyetlerinkinden daha mı yüksekti?
Lenin, daha yüksek bir kültürü ortaya çıkaramadıklarını tespit ediyordu. Kapitalizmi nihai olarak yenmek için, onun en gelişmiş olduğu yerlerde bir devrimin gerçekleşmesi gerekiyordu. Rusya’da Çarlığı yenmiş olabilirdiniz ama milyonlarca köylüden oluşan bir toplumu yönetebilmek için yeni hükümetin elinde başka bir mekanizma yoktu. Sovyetler, karar alma organları ve ayaklanma organları olarak iş görüyordu ama yönetsel bir mekanizma oluşturamıyordu.
Marx’ın, devrimin Rusya’dan başlayacağını öngöremeyişi de bundan mıydı?
Marx’ın bunu öngörmemiş olması anlaşılır bir şey. Marx’ın çağında Rusya henüz kapitalist gelişimle tam manasıyla eklemlenmemişti. Fakat bu Marx sonrasında çok büyük bir hızla gerçekleşti ve Bolşevik hareketi yaratan da bu oldu. Bir devrimi başarmak için gerektiği kadar çelişkiyi biriktirdi ama yeni bir düzen kurmak için gereken üretim güçlerini, kültürel temeli, eğitimi, uzmanlığı vb, ihtiyaçları karşılayamadı. Lenin’in zayıf halka teorisinin mesnedi de buydu zaten. Lenin, kapitalizme karşı bir devrimin, serbest rekabet devrinde olduğu gibi kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde değil, emperyalist sistemin çelişkilerle en çok zedelenmiş, en zayıf halkasında olacağını, gelişimin tek düze değil sıçramalarla olacağını öngörüyordu. Fakat Marx’ın bunu öngörebilmesi için kendi çağının tamamen ötesine geçmiş olması gerekirdi. Çünkü Marx ve Engels için de kapitalizme karşı bir devrim 1850’ler Avrupa’sında mümkündü. Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de bir işçi devriminin koşulları birikmişti. Fakat başka sebeplerin yanı sıra bu devrimlerin gerçekleşmemiş olmasının yol açtığı gelişmelerle birlikte emperyalizm diye andığımız yeni bir kapitalist aşama verdiği içindir ki, Lenin ve çağdaşlarının bir kere daha tüm bunları yorumlaması gerekti. O nedenle bence kendi koşulları içinde değerlendirirsek Marx’ın Rusya’da devrim olacağını öngörüp öngörmemesinden çok, şunu söylememiz gerekir: Kapitalizmin hiç değilse bir dereceye kadar gelişmediği bir yerde bir proleter devriminden söz etmek Marx için elbette söz konusu olmazdı. Burada ayrıca Marx ve Engels’in tam olarak ele almadıkları bir nokta var. Onu da bugüne bağlayarak konuşabiliriz.
Nedir o?
Bir devrimin gerçekleşmesi mutlaka ve mutlaka proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin belli bir raddeye kadar gelişmiş olmasını mı gerektirir? Yoksa bir siyasi devrime yol açan sebepler, o siyasi devrim sayesinde ortaya çıkan tek tek ülkeler ve dünya çapındaki hareketlik, başka devrimlerin tetiklenmesine de yol açabilir mi? Belki Marx ve Engels dönemindeki “devrimci dünya” bu kadar büyük ve geniş değildi. Avrupa ve biraz da Amerika’dan ibaret gibiydi. Bugün artık kapitalizm sadece emek-sermaye çatışmasıyla kendini karakterize etmiyor. Kapitalizm, sermaye ile bütün insanlık ve hatta bütün doğa arasındaki bir çatışkı olarak kavranmadıkça, bugünkü devrimin imkânlarını nerede arayacağımızı bilemeyebiliriz. Marx’ın çağında bu ölçüde bir maddi genişlik yoktu.
Sovyetlerin varlığını sürdürmesinin de önünü açacak dünya devrimlerinin, yine Sovyetler içindeki çelişki veya körlüklerden dolayı meydana gelemediğini söylemek mümkün mü?
Öznel faktörün gelişmesi açısından bu böyle. Fakat diğer ülkelerdeki devrimci durumların doğması, bir devrimi mümkün kılabilecek karşıtlıkların tümünü yönetmek sadece Sovyetler Birliği’nin yönetici partisinin meselesi olamazdı. Ancak bir kavrayışın, öznel faktörün gelişmesinin imkânları en azından 1950’lere kadar büyük ölçüde Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin gelişmesiyle koşullanmıştı.
Yani Stalin’in ölümüne kadar…
Tabii. Stalin’den sonra hatta Komitern’in 7’nci Kongresi’nden sonra zaten merkezi bir dünya örgütlenmesi kalmadı. Ama Komintern, daha sonra onun yerini alan temas örgütü Kominform, bu açıdan bağlı bütün partilerin politikalarını şu veya bu ölçüde etkiledi.
Buna zamanın Türkiye Komünist Partisi dahil mi?
TKP’nin 1920’ler 30’lar Türkiye’sinde örgütlenme, nüfuz kabiliyeti, maddi varlık koşulları bakımından ne kadar cılız kaldığını gözümüzün önüne getirelim… Sovyetler Birliği’nin yönlendiriciliğindeki Komintern’in kararlarının TKP’nin gidişatında çok belirleyici olduğu biliniyor.
Nasıl yani? Sovyetlerin Birliği’nin etkisi açıkken TKP’nin çok daha güçlü olması beklenmez miydi?
Sovyet devletiyle Kemalist rejim arasındaki ilişkilerin işçi sınıfı siyasetine tercümesi bakımından Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin tutumu her zaman belirleyici oldu. Gerek Mustafa Suphi’lerin katli sırasında ve sonrasında Türkiye ve SSCB arasında sürüp giden ilişkiler gerekse daha sonra faşizmle savaş dönemi politikaları açısından bakınca… Örneğin Sovyetler’in özellikle 1935’ten sonra Almanya’ya karşı tarafsızlaştırmayı ya da ittifak kurmayı umduğu ülkelerin desteğini sağlayabilmek için komünist partilerin bu ülkelerdeki muhalefetini ve etkinliğini minimize etme taktiği TKP’nin de geleceğini çok kuvvetle belirledi.
Yani Sovyetler, anti-Nazi ittifakını genişletmek için Türkiye’deki komünistlerin faaliyetlerini mi dizginledi? Bunun mantığı neydi?
Komünistlerin rejimi desteklemesi çağrısında bulunuyor Komintern. Yeraltındaki partiyi kapatın, dağıtın ve CHP’nin kitle örgütleri içinde eriyin diyor!
Bu bir taktik miydi?
Bu Sovyetler Birliği devleti için uygun bir taktik olabilir. Sovyet dış siyaseti açısından, Nazi yanlısı siyaset izlememesi için İsmet Paşa hükümetini ayakta tutmanın önemli olduğunu, bu yüzden Türkiyeli komünistlerin geri çekilmelerini sağlamanız gerektiğini düşünebilirsiniz. O zaman da TKP’yi desantralize etmeyi, açıktan faaliyet yürütmemesini, gidip CHP’nin kitle örgütleri içinde çalışmasını isteyebilirsiniz. Ama bu Türkiye’deki hareketin bağımsız gelişmesini de kötürümleştirmez mi? Sovyetler Birliği devleti için “iyi” olan bu taktiğin Türkiye devrimi için “kötü” olması onulmaz bir çelişki değil mi? Bu kötürümleşmenin etkilerini biz hâlâ Türkiye solu içinde görüyoruz.
Türkiye solundaki Kemalist damarın kökeni buraya mı dayanıyor?
Tabii; Türkiye’deki komünist hareketi Kemalizmle zorla akrabalaştıran, onda bir cevher bulmaya sevk eden bir düzeyden bahsediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iç çelişkilerinin yaratmış olduğu devrimci imkânlardan beslenmek yerine iki devlet arasındaki ilişkilerin yarattığı imkân ya da imkânsızlıklardan komünist hareketi sebeplendirme ya da mahrum bırakmaya yönlendiren bir düzey bu. Böyle bir uluslararası siyaset, Türkiye’de devrimci düşünüşü, komünist faaliyeti daha baştan sakatladı.
Türkiye’deki komünist hareketin “sakatlığının” temel sebebi Sovyet politikası mı yani?
Sadece bu değil tabii. Kemalist rejimin, komünist hareketi henüz doğmadan boğazlaması çok daha yıkıcı bir etken.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi…
Tabii. Yine Kemalist iktidarın Suphilerin katlinden hemen sonra sahte bir Komünist Fırkası kurup bunu Komintern’e bağlamaya çalışması… Politikayla diplomasinin birbirine karıştığı bu anlarda komünist fikriyatın heder olması… Kemalist doktrinin bütün fikri öncülerinin esasen TKP’ye yönelik komplolardan devşirilmiş olması…
Örneğin?
Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör mesela, TKP’den dönüp Kemalist rejime bir öğreti kurmak üzere Kadro dergisi etrafında toplandılar. Onların ahlaki bir travma yaşamaksızın bu kadar hızlı geçişler yapabilmeleri aslında Kemalizm ile komünizm aradaki sınırların son derece inceltilmiş olmasıyla da ilgiliydi. O nedenle Kemalistler daima TKP içinde ayak basacakları toprak, TKP içindeki sağ kanat da hep Kemalistlerde iltica edilebilecek bir barınak buldu.
Ve bunda Sovyetlerin doğrudan etkisi mi vardı?
Tabii, bu Türkiye komünist hareket tarihi içinde çokça tartışılan, bilinen bir konudur. Desantralizasyon kararı her zaman bu bağlamda tartışılmıştır.
Peki Türkiyeli komünistler neden bu desantralizasyon kararını kabullendi?
Bir kısmı bunu tanımadı veya açıktan olmasa bile bildiğini okuyarak partiden geri kalanı muhafaza etmeye yöneldi. Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı bu tutumu benimseyenler arasında oldular. Fakat maalesef ana doğrultu tersi istikamette verildiği için…
“Desantralizasyon” sadece Türkiye’de mi oldu peki?
Hayır, aynı biçimler ve aynı araçlarla ve aynı adlar altında olmasa da Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da, İngiltere’de de oldu bu. Ancak, Türkiye dışında hiçbir ülkede iktidardaki partiyle kurulan dolaysız bir ilişki değildi bu. Gene de Sovyet dış siyasetinin, Nazizmin gelişmesi karşısında takındığı ikircikli, doğru bir analize dayanmayan, devletler arası ilişkiler üzerinden yürüyen, Avrupa ve dünya devrimi perspektifini tamamen inkâr etmiş olan yaklaşımı Nazi Almanya’sıyla kurulan saldırmazlık paktı, Nazi saldırıları altındaki ülkelerde komünist hareketler içinde çok büyük karışıklıklara neden oldu. Fransa, Almanya, İtalya’da iktidara yürüyen ve devrimci hareketi ezen faşist blokla Sovyetler Birliği arasında kurulan saldırmazlık anlaşması derhal iç politikada etki gösterdi. Komünistler olmayacak açmazlara sürüklendi. Bütün bunların gerisinde doğru bir faşizm analizinin bir türlü Komintern’e hakim olamayışı vardı. Komintern’in kuruluşunda Sovyetler Birliği’nin özgül koşullarından doğan hiyerarşik, merkezin yerel birimler üzerindeki mutlak hakimiyetine dayanan parti modeli, dünya partisinin de modeli oldu. O yüzden de, Lenin’in 1920’lerde “Avrupa devrimini gerçekleştirip bize yol gösterecekler” dediği ülkelerdeki devrimci hareketler, Moskova’dan, Komintern’den gelecek taktiklere bel bağlar oldular. Oysa bütün kapitalist ülkeler için tek bir siyasi doğrultu önerilemezdi. Her ülkenin kendi koşullarına göre kendi stratejisini geliştirip dünya örgütünün bunları birbiriyle uyumlulaştırması icap ederdi.
Komintern’in farklı ülkelerdeki komünist partileri yönlendirmesinin doğurduğu negatif sonuçlar olsa da, sonuçta Stalin önderliğindeki Kızıl Ordu, Nazi ordusunu, faşizmi yenerek başarılı oldu.
Eğer şu an Sovyetlerin yıkılışının 28’inci yılındaysak, demek ki başarılı olmamış. Hitler yenilmiş ama SSCB de ortadan kalkmış! Ama asıl mesele şu: Hitler hiç iktidar olmayabilirdi; İkinci Dünya Savaşı’nı başlatıp bu kadar mesafe katetmemiş olabilirdi. Sovyetler Birliği’ni istila edememiş olabilirdi. Olmuş olan her şey, başka türlü olamadığı için olmuş değil. Başka bir Komintern taktiği pekâlâ Nazizmin ve faşizmin Avrupa’da iktidara ilerlemesine engel olabilirdi. Bu belki İkinci Dünya Savaşı’nı engellemeye yetmeyebilirdi ama SSCB ve Avrupa işçi sınıfları için çok daha avantajlı koşullarda bu savaş verilebilirdi.
Nazi yayılmasında Komintern’in günahı neydi?
Sovyetler Birliği Nazi saldırmazlık paktına öylesine büyük bir anlam yüklemiş, bunun emperyalistler arası çelişkiyi derinleştirip SSCB’yi sağlama alacağına öylesine bel bağlanmış, taktik o kadar stratejinin yerine geçmişti ki, Alman komünistleri, Barbarossa Harekatı başladığında “Hitler orduları Rusya’ya yürüyor, Rusya istila edilecek” diye haber geçmeye başladıklarında birçok haberci “provokatör” diye tutuklandı, rivayete göre idam edilenler bile vardı. Hatta Alman birlikleri Sovyet topraklarında ilerlemeye başladığında bile bunun gerçek olduğuna Moskova bir türlü inandırılamadı.
Moskova neden Nazilerle saldırmazlık paktı imzalamıştı peki?
Çünkü Nazi Almanya’sıyla diğer Avrupa devletleri ve ABD arasındaki çelişki, emperyalizm içi bir çelişki olarak görülüyordu. Naziler ve diğer emperyalist devletler arasında Nazilerdense diğerleriyle işbirliğini tercih etmek nedensiz görünüyordu. “Nazilerle saldırmazlık anlaşması yapmamız İngiltere için kötü olabilir bizim içinse iyidir” diye düşünülüyordu. Bunun yanlışlığı daha sonra Dimitrov’un ünlü tanımında “faşizm burjuvazinin en gerici, en emperyalist kanadının diktatörlüğüdür” ifadesinde tevil ile ikrar edilmiş oldu. “En gerici” olanla “saldırmazlık” ilişkisi güdülemeyeceği ilan edilmiş oldu ama iş işten geçmişti. Buraya gelinmeyebilirdi. O zaman da Hitler istilasının maddi koşulları oluşmayabilirdi. Nazizmi kendi ininde yenmek hiç de ihtimal dışı olmayabilirdi.
Dolayısıyla Kızıl Ordu’nun Nazilere karşı tarihsel başarısı, aslında Sovyetlerin büyük hatasının bir telafisi olarak mı okunmalı?
Nazizme karşı savaşın Sovyetler Birliği tarihinin devrimden sonraki en parlak sayfası olduğu muhakkak. Halkların o muhteşem kahramanlıklarını hayal etmek bile güç bugün. Stalingrad savunması hâlâ insanlığın yücelişinin müstesna anlarından biri olarak ortak hafızamızdaki yerini koruyor. O dönemde Sovyet devriminin hâlâ muhafaza ettiği iç güçlerin, Sovyetler Birliği’ni meydana getiren halkların ve devrimci hareketlerin kendi hayatlarına ve topraklarına tutkunlukları ve esarete boyun eğmezlikleri dolayısıyla Naziler zaten başarısızlığa mahkumdu. Nazizmin devrimin nimetlerini tatmış halklara sunacağı ne olabilirdi! Kızıl Ordu nihayet hâlâ devrimden gelen bir orduydu. Devrim sırasında 20’lerinde olanlar, Nazilerle savaşta 40’larındaydılar ve hâlâ savaşacak çağdaydı. Savaş öncesinde doğru bir okuma olsaydı, bunca kayba yol açmadan da Nazizm yenilmiş olabilirdi. Muhasebe bütün seçeneklerin yeniden düşünülmesini gerektirir.
Nazizme karşı erken müdahale stratejisinin benimsenmemesinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünistler açısından bedeli ne oldu?
Düşmanınızın sizin hatalarınız dolayısıyla muazzam avantajlar elde ettiği bir mücadeleyi kazanıyorsunuz ama bu mücadelede o kadar güç tüketiyor, o kadar geri düşüyorsunuz ki, bu sizi çok daha büyük uzlaşmalara sürüklüyor. “Barış içinde birlikte yaşama” siyaseti bütünüyle Hruşçov’a atfedilse bile, yine Stalin döneminde ortaya çıkmıştı. Stalin 1946’da Batı basınına verdiği bir röportajda “Barışçı işbirliği koşulları azalmak bir yana artabilir” demişti. “Tek ülkede komünizm özellikle SSCB gibi bir ülkede, pekâlâ mümkündür.”
Kiminle barış?
ABD ile Sovyetler’in varlığının dünyada yeni devrimlerin kapısını açmayacağına, İkinci Dünya Savaşı statükosu içinde devam edeceğine dair bir yaklaşımdan söz ediyorum. Buna göre kapitalizmle komünizm iki farklı dünya sistemi olarak “barışçı” bir rekabet içinde yoluna devam edecekti! Daha sonra Brejnev ve Kruşçev’e mâl edilen bütün siyasetlerin arkasında bu var. Sonraki Çin-Sovyet anlaşmazlığı kısmen bununla ilgiliydi ama kısmen de Çin devleti ile Rus devletinin gerilimlerinin eseriydi. Ama bir “devrim” diline tercüme edilebildi.
İki komünist devlet arasındaki gerilim nasıl devrim diline tercüme edilebildi?
Bütün o “üç dünya teorisi” buradan doğdu. Türkiye solu ve dünya solu içindeki tüm çatışmalar bu iki merkeze bakılarak tercüme edildi. Sol içi çatışmalara kadar yol açtı bu. Her biri öteki için bir emperyalist devletti! Çin, ABD’nin müttefikiydi, Rusya Çin’in düşmanıydı vs. Sonuçta geldiğimiz bütün bu kafa karışıklığı tabii ki hakim komünist partiler dünyasındaki görüşlerin ürünüydü. Ama büyük belirlenimler içinden konuşacak olursak, hâlâ şunu söylerim: Bütün bunlara rağmen yolundan sapmayacak kuvvette bir toplumsal gelişme olsaydı, tüm bunların etkileri sınırlı olabilirdi. ABD ve Avrupa’daki kapitalist güçlerin ve emperyalist devletlerin kuşatmış olduğu bütün coğrafyalar, Çin ya da Sovyetler Birliği’nin etkili olabildiği alanlar haline gelmişti. Türkiye gibi gri alanda kalan ülkelerde ya da Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın mücadele kapasitesi nispeten sınırlı ülkelerinde bunların olumlu ya da olumsuz etkisi vardı. Fakat Avrupa çoktan bir devrim bölgesi olmaktan çıkmıştı. O yüzden 1968’deki büyük isyanlar başladığında komünist partiler her yerde bunlara “barış içinde birlikte yaşama” ilkesinin ihlali olarak karşı çıktılar.
Komünist partiler 68 isyanlarına karşı mı çıktılar yani?
Fransa, İngiltere ve İtalya gibi Avrupa’nın üç büyük kapitalist ülkesinde 68 isyanı komünist partiler aşılarak kendisini ifade edebildi.
Ama Türkiye’de böyle olmadı, değil mi?
Bizde komünist hareketin canlı unsurları başkaldırıya değer biçtikleri için Türkiye’deki 68 öğrenci başkaldırısı büyük bir hızla yaygınlaştı ve Batı Avrupa’dakinden farklı olarak sosyal veya kültürel devrimci olmaktan çok, anti-emperyalist bir kurtuluşçu perspektif edindi. Kendisini Vietnam ya da Küba çizgilerine yaklaştıran bir momentum kazandı. Bu anlamda bizim 68’imiz çok uzun sürdü.
Ve Çin-Sovyet yarılmasından sonra herkes başının çaresine mi bakmaya başladı?
Evet böyle oldu. Gerek Ekim Devrimi gerekse onu takip eden Çin devrimi ve bunların esin verdiği diğer tüm devrimler, Marx’ın öngörüsünü tersten doğrulamış oldu. Marx daha 1845’te “Alman İdeolojisi” kitabında yazmıştı. Herkesin döne döne tekrar okumasını öneririm, neye komünizm dediğimizde anlaşmak için. Marx diyordu ki “eğer komünizm yerel kalacak olursa, ihtiyaçlar için mücadele ve tüm eski pis işler yeniden üreyecek… ve uluslararası ilişkilerdeki her genişlemeyle, yerel ‘komünizm’ ortadan kalkacaktır.” Buyrun!
Reel sosyalizmin çöktüğü, Çin’in kapitalizme eklemlendiği, kapitalist hegemonyanın derinleştiği bu çağda sosyalist devrimlere ihtimal vermek mümkün mü?
Belki de bugünkü Rusya ve Çin, bu ülkelerdeki devrimlerin eseri olarak, o gün onlarda eksik olan “evrensel” insan hammaddesini son kırk-elli yıl içinde yaratıp bugüne getirdiler. O nedenle Ekim Devrimi’nin yenilmiş olması, Çin’in kapitalizme yüzünü dönmüş ve devrimci sınıflar arasına burjuvaziyi de katarak bayrağına bir yıldız daha eklemiş olması, devrimci süreçlerin geri dönülmezcesine son bulduğunu değil, tam tersine, Marx’ın “yabancılaşmaya karşı bir devrim” için aradığı koşulların neredeyse bütün dünyaya yayıldığını gösteriyor. Biz bu gelişmeyi gözümüzle görmeyeceğiz diye böyle olmayacağını kim söyleyebilir? Ayrıca olacağını görüyoruz. Bu koşullar, bu gerilim, dünyanın sınırlı kaynakları üzerinde sürüp giden bu rekabet ve bu tüketicilik, mutlaka insani bir başkaldırının önünü açacaktır. Üstelik bu sefer başkaldırıya tüm dünya katılabilir.
Yani içinde bulunduğumuz çağ, önceki yüzyıla göre devrim koşullarını daha fazla mı barındırıyor?
Marx ve Engels’in “eş anlılık” prensibi açısından dünya çok daha uygun hale gelmiş olabilir. Başladığımız yere dönelim: İrade! Böyle bir gelişimin mümkünlüğüne olan inanç, bunun için yoksullar ve yoksunları, Marx’ın dediği gibi “muazzam mülksüz yığınlar”ı “yabancılaşmanın kendisine karşı bir devrim” için seferber etme tutkusunun maddileşmiş hali, yani devrimci insan faaliyeti kapitalizmin sonunu getirmese de insanlığı bu sonun başına getirebilir! Üstelik arkamızda bu dünyada en aklı ermez görünen milyarların ortak insanlık ülküsü etrafında birleşerek, en yenilmez görülen güçleri alaşağı edebildikleri muazzam bir deneyim yığını var. Bunlar arasında Ekim Devrimi, Sovyetler, şuralar, meclislerde birleşerek bir gecede birer sıradan ameleden, birer praksis filozofuna dönüşen işçilerin insanlığa sundukları en parlak kurtuluş şenliği olarak hafızamızda işlemeye devam edecek.
© Tüm hakları saklıdır.