Gündem

Ayça Atikoğlu: Sol ne zaman kutsandı ki kutsal bozuluyor?

Solcular bunca yıldır kendilerini eleştirmediği için mi 1 Mayıs’lar ortak bir şenlik haline dönüştü; pusetli bebeklere bu yıl kırmızı fiyongu ile sahibinin kucağında huzurlu huzurlu bakınan kediler eklendi?..

06 Mayıs 2012 00:19

Ayça Atikoğlu

 
Birkaç hafta önceydi, ışıl ışıl ilkbahar güneşi ile yıkanmış St. Germain Bulvarı'nda hedefe kilitlenmiş hızlı hızlı yürüyorduk ki, arkamızdan bir ses geldi: “Ne yani Türkçe konuşarak yanımdan böyle geçip gidecek misiniz?”
 
\
Seslenen beyaz saçlı, çoban paltolu adamı şöyle bir selamlayıp yolumuza devam ettik. Ancak birkaç adım sonra neredeyse eş zamanlı olarak Sibel ile birbirimize bakıp “Amma da öküzlük yaptık” dedik.
 
İkimiz de ana dilden uzak yaşamanın, ortak coğrafya hasretinin ne olduğunu çok iyi biliyorduk; dahası bu tür duyarsızlıklar bize de yapılmıştı zamanında. Neredeyse gözlerimiz dolarak geri döndük ve kırgın Türk’e adlarımızı söyleyerek elimizi uzattık. Selamlaşmanın bedelini tam üç saat köşedeki kahvede Ufuk Bey'i dinleyerek ödeyecektik. Öykü Sibel için “ilginç” benim için bildikti:
 
Ufuk Bey 12 Mart ‘ta Paris’e kaçmış, bir süre sonra vatandaşlıktan çıkarılmış, 40 yıldır ülkesine dönememiş, anasının-babasının cenazesine katılamamıştı. Hemen herkese karşı öfke doluydu, hemen herkes muhbir ve işbirlikçiydi, diplomatlar, gazeteciler ve diğerleri, Türk solunda adam geçinenler zamanında onun çömeziydi.
 
Öfkesinden bir süre sonra ben de nasibimi alacaktım, şok açıklamaları ile ezberimi bozacağını düşünmüştü ama ne PKK-devlet ilişkisi, ne işbirlikçi gazeteciler beni şaşırtmıyordu; üstüne bir de onu ihbar eden eski turizmcinin adını söyleyince Ufuk Bey nezdinde şüpheliler arasına da girdim. Bizi yoldan çeviren o olmasa takip ettiğimizi iddia edebilirdi.
 
Ufuk Beyin ağzından köpükler saça saça uzattığı liste uzayıp Deniz Gezmiş‘e kadar geldi. Ne saflığı kaldı, ne militaristliği, ne kullanılmışlığı. Yoksa ben de mi onu teorisyen sanıyordum, yoo saymıyordum, dönemin geri planda kalmayı seçen ‘düşünür’lerini de tanıyordum ama tüm bunlar Ufuk Bey'i kandırılmamış olabileceğime ikna etmiyordu.
 
O gün Ufuk Bey ile bir türlü barışamadık ama ayrılırken gelemeyeceği ülkesi adına özür diler gibi yine de sarılıp öptüm... Onun sol nefretini anlayabiliyordum, bir çokları dönebilmiş o dönememişti. Fransa’ya çağırdığı adam muhbir çıkmıştı vs... Ama bu topraklarda son 40 yılı paylaşanların ezberi bozma, kutsalı yıkma, putları kırma, resmi tarihe karşı kişisel tarihi yaratma gibi çerçevelerle servis ettikleri ‘sol nefret’ iblis ruhlar senfonisi gibi geliyor bana…
 
1915’te Mustafa Suphi’leri boğan öfke devlet nezdinde, halk katmanlarında, TV ekranlarında, gazete köşecilerinde, kıraathane köşelerinde köpük köpük devam ediyor…
 
Sol ne zaman kutsandı ki kutsal bozuluyor?
 
Solcular bunca yıldır kendilerini eleştirmediği için mi 1 Mayıs’lar ortak bir şenlik haline dönüştü; pusetli bebeklere bu yıl kırmızı fiyongu ile sahibinin kucağında huzurlu huzurlu bakınan kediler eklendi? Türk solunun en eski hareketi TKP işi kendini fesh etmeye kadar götürmedi mi?
 
Halil Berktay hatırlatmasa sol‘un birbirine yönelik nefret ve ayrımcılığı unutulmuş muydu?
 
Sol  insanlığın binlerce yıllık tarihindeki ego –ayrımcılık hasletlerinden ayrı düşünülebilir miydi, düşünülmüş müydü ki? Her türlü defodan uzak mı zannedilmişti de şimdi defolar açıklanıyordu? 
 
TV‘yi açıyorum kirli sakalıyla Türköne, Şehir Tiyatroları sanatçılarının halk olmadığını söylemeye çalışıyor; kirasını zor ödeyen bir çok sanatçının ağzını açık bırakarak… Başbakan’ın hedef gösterdiği  ‘küstah’ların sayısı kaç biliyor musunuz? 360 !.. Evet ,Türkiye ‘nin bütçesini günlerdir tartıştığı İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sadece 360 sanatçı çalışıyor. Bir diğer kanalda yüksek ökçeleri ile Nagehan Alçı, Hasan Cemal ‘dan bir alıntı ile Deniz Gezmiş’lerin orducu olduklarının artık tartışılması lazım geldiğinin altını çiziyor, itirafçı yapmaya çalıştığı kişi Altan Öymen. 
 
Koroya katılmakta gecikmeyen amiral gazetenin eski komutanı, Berktay ‘ın “O gün orada ne kanlı bir derin devlet komplosu, ne de etrafa gizlenmiş keskin nişancılar vardı. Sol kendi iç çatışmasından ve rezilliğinden mağduriyet efsanesi çıkardı” cümlesini şehvetle alıntılıyor, yazının sonundaki genelleme ile duygularını gizleyebildiğini sanarak..
 
Oysa geçmiş ve sol deyince benim aklıma yaşamını yitirmiş binlerce gencin masum yüzü geliyor, vicdanın sesini dinleyerek en genç yaşında özgürlük, halk, hak için kendisini iptal edebilen, hep beraber olabilmek için hiçliği seçebilen masumiyet çağı geliyor...
 
Anadoluhisarı’ndaki köşkünün rahatından, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki geleceğinden vazgeçen gördüğüm en yakışıklı sarışın Zeki Yumurtacı ‘nın işkencecilere küfrederken emniyette yok edilişi  geliyor. 
 
“Sol” deyince aklıma en çok hür vicdanlar geliyor.  Bilinç ile vicdanın aynı terazi ölçülerinde tartıldığı yıllar geliyor.
 
Sol‘un iç hesaplaşması hiç bitmedi ki hesaplaşmaya davet ediliyor, Banu Ergüder‘in bavulundan çıkan ceset bir iç hesaplaşma değil miydi?
 
Meraklıları hafızalarını zorlamasın, Ertuğrul Özkök boşuna yorulmasın “Derin Sol” kitabında iç çatışmalar, infazlar, kavgalar  binlerce sayfada anlatılıyor zaten…
 
Solculuk deyince akıllarına bozgunculuk gelenlere bir ekleme daha:  Solculuk sadece vicdan sahibi olmak değildi, vicdana refakat edecek cesaret de gerektiriyordu.
 
Hürriyet gazetesinin 40‘larını geçmiş star röportajcısı 2012’de ilk defa 1 Mayıs’a gelmeye cesaret edebildiğini yazarken, bu topraklarda gösterilmiş ve gösterilmeye devam edilen cesareti gösteremeyenlerden mi yükseliyor bu nefret?..
 
Kızıl Tugay’ların lideri Renato Curcio 20 küsur yıllık hücre hapsi cezasını tamamlayıp özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir yayınevi kurdu, adı “Yapraklara bile duyarlı”.
 
Dört yıl devrimcilik yapıp 40 yıldır bununla geçinenler, yapamayıp saldıranlar, yapraklardan, duyarlılıktan vazgeçtim, biraz daha az arsız olsalar yeter.. ..
 
Unutmayın, “Halas Hulustur, Menfiyet ise Zulümdür”...