Murat Belge
(Taraf, 2 Nisan 2012)
Toplumun öncüsü sol
“Bizde sol siyaset var mı” diye soruyordu geçenlerde Erol Katırcıoğlu. Yazısını “var” diyerek de bitiremiyordu.
Ortaya böyle bir soru atılmışken, söylenecek söz çok fazla. Ben bir çizgiyi tutturup birkaç şey üzerine hatırlatmalar yapmak istiyorum.
“Sol siyaset” olması için önce “sol analiz” olmalı. Bu hiç olmadı ki “sol siyaset” olsun.
Şuradan başlayalım: “sol siyaset” dediğimiz şeyin birtakım önemli handikapları vardır, çünkü insanları eyleme çağırır, “düzen değişikliği” gibi, altından kalkması kolay olmayan hedefler koyar; en ikna edici davet olan “çıkar kollamak”tan çok “dayanışma” , “empati” gibi, insanî değerlere gönderme yapar. Muhafazakâr politikacı, “Her şey olduğu gibi kalsın, hepimiz için çok iyi olacak. Yeter ki bana oy verin, ben size istediğiniz hayatı yaşatacağım” der. Bundan âlâsı olur mu? Taş atıp kolun yorulmadan, istediklerine kavuşacağını vaat ediyor adam! Daha ne isteyebilirsin?
Sol siyasetin başarılı olmasının tek bir yolu yok elbette. Toplumdan topluma koşullar değişir, mücadele biçimleri değişir. Ama her yerde, her zaman önemini koruyan bir şey vardır: yukarıda değindiğim, “sol analiz” yeteneği. Sol, topluma toplumun işitmek istediğini söylemekle yükümlü değildir. Çok zaman, istenmeyeni söylemek zorundadır, çünkü “doğrusu” odur. “Sol siyaset” de bunun üstüne oturur. Durum nedir? Şöyle şöyledir. O halde şunlar şunlar yapılmalıdır. Neyin yapılması ve niçin öyle gerektiğini topluma açıklarsınız. Toplum sizi dinleyebilir, ama dinlememesi de güçlü bir ihtimaldir. Dinlemedi, diyelim. Sizin analiziniz doğru idiyse, dediğiniz de çıkmaya başlar. “Şunları şunları” yapmaya razı gelmeyen toplum, yapmamanın ceremesini çeker.
Toplumun belleği bireyin belleğinden beterdir. Gene de, belli başlı olaylar, sözler akıllarda kalır. Toplumun, birileri (şimdi “sol” bağlamında konuşuyoruz) hakkında, “Yahu, bu adamlar doğru söylüyor. Söyledikleri de çıkıyor” demeye başlaması önemlidir.
Sosyalistler, özellikle de Marksist sosyalistler, toplumun işleyişini en iyi açıklayan teoriye sahip olduklarına inanır, buna çok önem verirler. Ne olduğunu, ne olacağını Marksist teoriden daha iyi anlatanı yoktur. Geri kalanı burjuva palavrasıdır.
Şimdi, bu çerçevede, sosyalistlerin bu topluma neler söylemiş, hangi analizlerin sonuçlarını aktarmış olduğunu şöyle bir hatırlamaya çalışalım.
Örneğin, Sovyetler Birliği gibi bir konu. Ne söyledik biz bu topluma, Sovyetler Birliği hakkında?
O günlerin Sovyet-Çin çatışması malûm. Ama Sovyetler’in çok kötü olduğunu kimsenin içinden çıkamayacağı bir dille bağıran Çinciler de anlaşılır bir şey söylemiyorlardı. Bu rejimin çökmek üzere olduğunu onlar da hiçbir şekilde göremiyorlardı. Sovyetçiler ise bizim için “kurtuluş”un Sovyetler gibi olmak olduğu anlamına gelecek bir söylem tutturmuşlardı. Onların gözünde Sovyetler Birliği’nden üstün bir şey yoktu da, çeşitli teorik nedenlerle böyle bir bağlılıktan uzak duran çizgiler ne diyordu? Onlar bekliyor muydu, Berlin Duvarı gibi bir olayı? Onunla birlikte bütün Doğu Avrupa’nın “Yeter” deyip o kalıptan çıkacağını? Son olarak da Sovyetler Birliği’nin göçeceğini?
Bunların olacağını ya da olabileceğini en iyi bilen, muhtemelen, sosyalistlerin bilinçlendirmeye çalıştığı halktı.
Sovyetler Birliği’nde ve çevresindeki ülkelerde neler olup bittiğini görmemek, anlamamak, “böyle böyle oluyor” dendiğinde inanmamak, dinlememek, hattâ diyene “ajan” ya da “hain” muamelesi çekmek, bunlar epey kötü. Dünyanın gidişini görememek anlamına geliyor, en hafifinden. Ama bizim bu ülkede, topluma söylediklerimizin tersinin çıkmasına tek örnek değil bu. Türkiye’nin kendisinde olanları Sosyalistler’in anlama biçimleri ve topluma anlatma biçimleri, bu Sovyet hikâyesine birkaç kere taş çıkartır.