*Akif Kurtuluş
Şunda acaba anlaşıyor muyuz? Açlık grevi gibi insan hayatının, greve çıkan tarafından doğrudan pey olarak ileri sürüldüğü bir eylemin tartışma konusu olmayacağını kimse beklememeli. Tartışma konusu derken... Katılma, destekleme, karşı çıkma, itibarsızlaştırma ve benzeri birçok karar, esasen bu tartışmaya dahildir. Bir şekilde kendi içimizde tartışırız, arkadaşımızla, eşimizle, yoldaşımızla, kardeşimizle tartışırız.
Grev kararı alanın da beklentisi budur. Gündem olmak, tartışma yaratmak ister. Meşru bir taleptir. Kendisini destekleyenle kendisini itibarsızlaştıranların, diyelim ki her iki tarafın da kendi aralarında ya da karşılıklı tartışmaları da bu beklentiye dahildir. Bunların hepsi greve çıkanı görünür kılmanın parçasıdır.
Şimdi küçük bir parantez açayım.
Gerçekçi olalım. Kimse "Apartman yöneticiliğine adaydım, seçime hile karıştırıldı" diye greve çıkmaz. Böyle bir şey duymadık, bilmiyoruz. Olmadığından değil, olmuştur belki ama "haber konusu" değil ya, bizim de dikkatimizi çekmemiş, üzerinde durmamışızdır. Patronuna "Ben işten ayrılıyorum" diyerek amele meydanı Grev'e çıkıp yeni işini arayan Parisli işçiyi kimse dikkate almadığı gibi. Ama ne zaman Parisli işçiler toplu halde işi bırakıp aynı meydana çıktığında, sonuçtan bağımsız olarak bu hak mücadelesine, o meydan adını vermiştir.
Parantezi kapatarak devam edeyim.
Meydana hak aramak için çıkan her yurttaş, görünmek, bu hak mücadelesine destek bulmak isteyecektir.
Zaten tartışma bundan sonra başlar.
Tartışmanın muhatabı olması gereken, şüphesiz greve çıkanın hakkını gasp edendir. Susar o, önce. Bekler. Görmezden gelir. Onu - muktediri -, grevciyi itibarsızlaştırmaya başladığında görürüz. Ocak 1991'de Zonguldak'tan Ankara'ya yürüyen madencileri hatırlayın mesela... Genel Maden İş Sendikası'nın Başkanı Şemsi Denizer'in merkez medyaya servis edilen makam arabası ve pavyonda çekilmiş resimlerini bugün hatırlayan çok az kişi olabilir. Anladığımız dille söylersem, bu "belden aşağı vurmak"tan muktedirin umduğu, hak arayışına öncülük / önderlik edenleri itibarsızlaştırarak kamusal alanı daraltmak, tartışma alanını sınırlamak, dahası susturmaktır. Grev dedim ya, o literatürden örnek vermek istedim.
Örneğe ek: Aynı süreçte benim kısa bir süre başkanlığını yaptığım Çağdaş Hukukçular Derneği ve birçok sivil toplum örgütü, siyasal partiler, parti olmayan siyasal hareketler, saydıklarımla aidiyet bağı olmayan yurttaşlar, grevci işçilere destek verdiler. Zonguldak, yanlış anlamayın teşbih yapıyorum, bu anlamda bir turizm bile yarattı.
Şimdi cezaevleri de içinde olmak üzere güncelliğini koruyan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın hak arayışının formu olarak açlık grevine geçiyorum.
Gülmen greve çıkmasını şu beş talebe dayandırıyor: (Özakça'nın da talebi bu yönde) 1) OHAL kaldırılsın. 2) İşten atılan ve açığa alınan devrimci demokrat kamu emekçileri işe iade edilsin. 3) Keyfi ve hukuksuz işten atmalara son verilsin. 4) 13 bin ÖYP'li araştırma görevlisinin kadro güvencesi geri verilsin. 5) İş güvencesi olmadan bilim yapılamaz, tüm eğitim ve bilim emekçileri için iş güvencesi istiyoruz.
Bunun anlamı şu: Bu talepler yerine getirilene kadar -sonucu ne olursa olsun- greve devam edeceğim. Nitekim süreli-dönüşümlü-dönüşümsüz grev ayrımı yaparak, "İşime geri dönme talebiyle süresiz açlık grevine giriyorum" demişti Nuriye Gülmen.
Muktedir, şu ana kadar bu talebe karşı önce destekleyenleri gözaltına almaya çalıştı, aynı gün serbest bıraktı ve grevcilerin sağlığına 'özen gösterisi' adına ambulans gönderdi. Haliyle şimdi değişen merkez medyada - havuz deniyor ya - aynı şekilde itibarsızlaştırma kampanyası ucundan ucuna boy vermeye başladı. Devamı gelecektir. Nitekim ismini vermeye tenezzül etmeyeceğim bazı - bunlara da 'günümüz şartlarında' trol deniyor ya - tetikçiler iş görmeye başladılar.
Peki bütün bunlar olurken bu iki kardeşimizin akıbetini yaşayan, yani benzer KHK'ler ile işinden olan, (imzacı olsa bile henüz KHK ile atılmayan, imzacı akademisyenlere benim gibi destek veren edebiyatçılar, sinemacılar, yurttaşlar) ne yapmalı? Adı üstünde, bu saydığım gruplar esasen açlık grevinin doğal destekçisi kategorisindeler.
Ne var ki bu kararın doğru veya yanlış, yerli ya de yersiz olduğu yönünde bir tartışmanın alanı gerçekten ne kadar açık?
Hemen söyleyeyim. "Bedenini ölüme yatırmak" en son çare değildi her ikisi açısından da. 2000 yılında "Hayata Dönüş Operasyonu" ile sonuçlanan grevler sırasında hastanedeki arkadaşıma da -üstelik aynı şartlar olmasa bile- kanaatimi paylaşmış ama ziyaretimin amacının onu ikna etmek olmadığını söylemiştim. O sormasa ben ne düşündüğümü zaten söyleyecektim. Sorduğu için cevaplamıştım: "Doğru bulmuyorum." (Fazlasını şimdi yazmayayım, konumuz değil.)
Nuriye ve Semih'in grevini çok daha farklı ve üstelik fazla nedenlerle doğru bulmuyorum. Ayrıca sonuç alınan açlık grevleri olduğunu bilmeme rağmen, sonuçsuz kalan, yitip giden hayatların tartısını yapacak değilim.
Sonuç alınan açlığın sayısı tartıda ağır bassaydı da kanaatim değişmeyecekti.
İşsizliğini önce kamusal alana taşımak, sonrasında bunu "işe alınana kadar" kendisini açlığa mahkum etmek; dahası, ölümü göze almak kararını "tartışıyoruz."
İnşaatta çalışarak iş kazasıyla bu hayattan gideni görüyoruz.
Aynı mağduriyeti yaşayan üç-dört, beş-altı kişinin bir araya gelip bir lokanta açtığını duyuyoruz.
Hiçbiri bu işsizliğe teslim olmadı. İki kardeşimizin teslim olmadığı gibi.
İşte bu noktada "Yapacağınız en son şey bu muydu" sorusu sahici bir sorudur.
Bu soruya Gülmen ve Özakça'nın verdiği cevapla, benim durduğum yer aynı yer değil. Kırk iki gün süren Mamak'taki açlık grevinden beri benzerlerine nasıl kayıtsız kalmadıysam, Yüksel Caddesindeki ve Dersim'de oğlunun kemiklerini isteyen Kemal Gün'ün açlık grevine de kayıtsız değilim. Kendimden menkul sorumluluğum, vicdanım; bana bir eylemi doğru bulup bulmadığımı da söylememi, paylaşmamı zorunlu kılıyor.
Biliyorum, bana yine "Onlara akıl mı veriyorsun" diyen birileri çıkacak. Ben aklımın erdiğini söylüyorum sadece.
"İyi de Devlete karşı ne söylüyorsun" sorusuyla da karşılaşabilirim. Otuz beş yılı geride bırakmış edebî metinlerim ve iyi kötü "görünürlük" kazanmış aktivizmimden başka göstereceğim hiçbir kanıt yok bunun için. Her şey ortada. Müktesebatımı kimsenin gözüne sokacak değilim, ayrıca bunu yapamam, yapmam da. Beğenilmemesine ya da yetersiz bulunmasına karşı da söyleyeceğim bir söz yok. Devlete karşı sözümün ne olduğunu arayanlar, benim nerede durduğumu merak edenler için kuracağım yeni bir cümle de yok.
"Bu ne kibir" diyen, hatta bunu "entelektüel kibri" ile aşağılayanlar olacak. Sosyal medyada benzerlerini okuyorum zaten.
Sözlüğe baktım. Bilmediğimden, yazılarımda hiç kullanmadığım bir sözcük olduğundan değil. Belki yanlış kullanmışımdır, diye. "Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, benlik" diye tanımlanıyor. Açlık grevi politik bir eylemdir ve her eylem gibi, eylemci öznelerin kişiliğinden, var oluşundan bağımsız olarak, eleştirinin nesnesidir. Eylem "bedeni ölüme yatırmak" olunca mı eleştiriden muaf tutulacak? Açlık grevini "doğru" bulmamak mı eylemciyi itibarsızlaştıracak? Bir eylemin eleştirisini "kibir" ile ilişkilendirmek de acaba bir "kendini beğenme, başkalarından üstün tutma" olamaz mı?
Sonuna geliyorum sözlerimin.
Bu tartışma alanını daraltan, bu ve benzer mağduriyeti yaşayanlar olmasın.
Bu alan epeydir kısıtlandığı için "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür" sloganını bile sorgulayamıyoruz. Şehadet kültürü, benim yaşamak istediğim hayatın toplumsal kodlarından biri değil. Bu kodlara yaslanan bir muhalif kültürün dilini otoriter buluyorum. Hayır, onlar da ölümlüdür. Onlara atfedilen değer, ölümsüzlükle ifade edilemez, edilmemeli. Yaşadılar ve öldüler.
Geçen gün arkadaşlarımdan biri, Sevgi Ulcay, facebook sayfasında şunu yazmış: "Biz ölümü kutsamayı çok severiz." Sonra devam etmiş, "Ama tanım kutsallık ise benim inadına var olmak ve var etmek seçimim daha kutsaldır."
İtiraz gibi anlaşılmasın, benim hayat da dahil olmak üzere hiçbir kutsalım yok. İntihar eden arkadaşlarım oldu. Hangi kutsal değer üzerinden onların üstünü çizeceğim?
Bitiriyorum.
Konuyla ilgili "Edebiyatçıların Bildirisi" metnini imzalamadım. Metin şöyleydi:
"KHK ile işten atılan akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça 63 gündür açlık grevinde. Durumları gün geçtikçe daha da kötüleşiyor. Haksız yere işten atılmalarını ve işlerine iade edilmelerini talep eden Gülmen ve Özakça için acilen taleplerinin yerine getirilmesi amacıyla yetkililerin devreye girmesi çağrısında bulunuyoruz." Ben de böyle düşünüyorum.
Metni yanlış değil, eksik buldum.
Çünkü "Gülmen ve Özakça'nın eylemini doğru bulmuyoruz" ifadesi yoktu o metinde.
Metni imzalayan edebiyatçılar arasında, eylemi doğru bulmayan az veya çok sayıda arkadaşım var, biliyorum.
"İyi de şimdi bunu dillendirmenin sırası mı" diyordur bir kısmı belki de. Sözüm zaten -kişilere değil- bu düşünceye.
Şimdi değilse ne zaman bunu dillendireceğiz?
Bu da benim sorum.
Bu yazı ilk olarak P24’te yayımlanmıştır.