Gündem

Şık ve Şener'e suçlamalar güçlü mü?

Taraf yazarı Alper Görmüş, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de tutuklu olarak yargılandığı Oda TV iddianamesiyle ilgili analizini sürdürdü.

27 Eylül 2011 03:00

 

T24- Taraf  yazarı Alper Görmüş, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de tutuklu olarak yargılandığı Oda TV iddianamesiyle ilgili analizinin son bölümünde Şık ve Şener’e yöneltilen suçlamaların hukuki olarak ne kadar güçlü olup olmadığını değerlendirdi.
 

Oda TV iddianamesiyle bir dava kurulamaz

Alper Görmüş: O kitabın adı 'İmamın Ordusu' mu, 'Sabri Uzun' mu?


Önceki son iki yazısını da iddianamenin analizine ayıran Görmüş’ün “Oda TV iddianamesi 3” başlıklı yazısının tam metni şöyle:
 

 Oda TV iddianamesi


OdaTV
iddianamesiyle ilgili bu son yazıda, onu ciddiyetle (her şeyden önce okuyarak) ele alan ve eleştiren nadir yazarlardan biri olan AGOS Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın saptadığı noktalardan, sorduğu sorulardan yola çıkarak, Ahmet Şık ve Nedim Şener’e yönelik suçlamaların delilleriyle ilgili kanaatlerimi ifade edeceğim...

“Hukuk, etik ve siyaset arasında” başlıklı yazıda Rober Koptaş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’a isnat edilen suçları (kendi deyimiyle “iddianame merceği”) ele alıyor, fakat yazısının başlığından da anlaşılabileceği gibi meselenin “siyasi” ve “etik” yanlarının da olduğunu savunuyor. Rober Koptaş bu çerçevede Şener ve Şık’ın cevaplaması gereken bazı sorular olduğunu söylüyor ve bunları dile getiriyor. Fakat ben bu yazılarda “iddianame merceği” çerçevesinde kaldığım için, yazısının sadece o “mercek”le ilgili bölümlerinden yararlanacağım...


Ahmet Şık’a yönelik suçlamanın delilleri

Koptaş yazısında önce Ahmet Şık’a yönelik suçlamaların iddianamedeki delillerini sıralıyor:

a) Soner Yalçın’ın bilgisayarından çıktığı söylenen not,

b) Kitabın bir nüshasının OdaTV bilgisayarlarından çıkması,

c) İkinci şahısların düştüğü notlar...

Koptaş, bu delillerle ilgili olarak kendi cümleleriyle sırasıyla şu görüşleri öne sürüyor:

a) “Tek taraflı bir beyan; dolayısıyla güçlü, anlamlı bir kanıt oluşturmaktan uzak.”

b) “Tek başına ele verici bir kanıt olarak değerlendirmek mümkün değil. Çünkü bu metin Yalçın tarafından başka kişilerden de elde edilmiş olabilir.”

c) “Üzerinde düşünülmesi gereken, Yalçın ve Şık arasında bağlantı kurabilecek, yönlendirmeler konusunda soru işareti uyandıracak en ciddi unsur. Ancak, gazetecilerin, yazarların, metinleri hakkında herkesten görüş alabilecekleri düşünülecek olursa, bu unsurun da bir kanıt olarak değerlendirilmesi sorunlu.”

Koptaş, bunları böylece sıraladıktan sonra mahkeme aşamasında Ahmet Şık ve avukatlarının karşısına çıkacak bir soruyu hatırlatıyor:

“Fakat bu noktada karşımıza tutarlılık ve güvenilirlikle ilgili bir soru çıkıyor. Ahmet Şık ilk ifadesinde bu notların tamamının kendisine ait olduğunu, Express’e verdiği söyleşide ise notların bir haber kaynağına ait olduğunu, ancak basın meslek ilkeleri gereği kaynağını açıklamayacağını söyledi. İfade farklılıklarının bu konuda bir şüphe uyandırması kaçınılmaz.”


Kitaptaki “notlar” meselesi

İlk iki delille ilgili olarak ben de Rober Koptaş gibi düşünüyorum; bunların güçlü deliller haline gelebilmesi için Şık ve Yalçın arasında kitap konusunda bir irtibatın tesbit edilmiş olması gerekirdi. İddianame bu hususta sadece bu irtibatın Nedim Şener üzerinden yürütüldüğünü söyleyebiliyor; ne var ki Şık ve Şener’in kitapla ilgili ortak bir çalışma yürüttüklerine dair delil niteliğinde yine hiçbir şey ortaya koyamıyor.

Üçüncü noktaya gelince...

“İmamın Ordusu”na ilişkin daha önce tamamı basında yer alan polis inceleme tutanağından anlıyoruz ki, bu notların bazıları kesin olarak Sabri Uzun’a aittir. Bunlardan hiçbir tartışmaya açık olmayan birini aktarıyorum:

Not sahibi, kitaptaki, “O dönemde cemaatçi bir yapının içinde örgütlü olmaktan çok sadece inanç sahibi oldukları için soruşturulan bu personeli ‘koruyan’ Sabri Uzun yıllar sonra, ‘Bu adamların ne olduğunu o günlerde görememişim çok pişmanım’” cümlesinin altına şöyle yazmış:

“Bu adamların, o tarihte sadece görevleriyle ilgilendim; hiçbir personelimi inançlarına göre tasnif ederek, cezalandırma yöntemini seçmedim...”

Sabri Uzun’un kaleminden çıktığı kesin olan bu ve benzeri bölümler, notların tamamının onun tarafından yazılmış olma ihtimalini akla getirse de, bu konuda hüküm faslından bir şey söylememize imkân tanımaz. Benim şahsi kanaatim, notların tamamının ona ait olduğu yönünde... Yine, Ahmet Şık’ın ahlaki nedenlerle bunu açıklamadığını ve açıklamayacağını düşünüyorum.

Bu durumda mahkeme, tıpkı savcının yaptığı gibi notların içerik analizinden yola çıkarak bunların “Ergenekon terör örgütü”yle bağlantısının olup olmadığı üzerinde yoğunlaşacak...

Daha önce de söyledim; bu yolla bir dava kurmak kesinlikle mümkün değildir.

Ben ayrıca notların tamamının Sabri Uzun’a ait olması durumunda dahi, bunun Ahmet Şık’la Ergenekon arasında bir bağlantı anlamına gelemeyeceğini söylüyorum. İki nedenle...

Birincisi: Sabri Uzun hakkında hiçbir takibat yoktur...

İkincisi: Uzun, bu dava çerçevesinde suçlanmış ve tutuklanmış olsaydı dahi buradan yola çıkarak Ahmet Şık suçlanamazdı. Meğerki Şık, onun söz konusu örgütün bir parçası olarak kendisiyle ilişki kurduğunu bilsin... Bir gazeteci, kitabıyla ilgili eski bir polis müdüründen aldığı bilgileri, o polis müdürünün (varsa) gizli ve yasadışı ilişkilerinin farkında olmadan kullanmışsa, o gazeteci nasıl suçlanabilir?


Nedim Şener ve Haliç’te Yaşayan Simonlar

Rober Koptaş’ın Nedim Şener’e yönelik suçlamalara ilişkin değerlendirmesi de şöyle:

“İddianamenin Nedim Şener’le ilgili kısmı ise, Şener’in, Hanefi Avcı’nın kitabının yazımına katkıda bulunduğu iddiasını taşıyor. İddianın kaynağında yine Soner Yalçın’ın notları var. Nedim Şener’in, kitapla ilgili yazısındaki alıntıların kitaptan değil, metnin daha önceki bir versiyonundan yapılmış olması da bir kanıt olarak sunuluyor. Ayrıca, kitabın içindeki fikirsel tutarsızlıklar da kanıt olarak değerlendirilmiş.

“Bu noktada, kanıtlar, iddialar ve kabul edilebilirlik açısından, durum Ahmet Şık’ınkinden pek farklı değil. Soner Yalçın kaynaklı bulgular başka somut unsurlarla desteklenmiyor. Kitabın bölümlerinin çelişkili olması, Şener’in Avcı’nın kitabını yayımlanmadan görmüş olması ihtimali de bir suç değil; dolayısıyla, kanıt olarak değerlendirilmesi akla ve hukuka uygun görünmüyor.”

Ben, Koptaş’tan biraz farklı olarak, Şener’in, kitabı ancak basıldıktan sonra gördüğü konusundaki çelişkili beyanlarının mahkeme aşamasında onu ve avukatlarını zorlayacağı kanaatindeyim... Neden böyle düşündüğümü göstermek için iddianamenin bu bölümüne biraz daha yakından bakmamız gerekiyor...

Şener’in tutuklanmasından 10 gün sonra (14 Mart 2011) şüpheli sıfatıyla ifadesine başvurulan Hanefi Avcı şöyle demiş:

“Beni Nedim 20 Ağustos’ta [2010 –A.G.] telefonla aradı, senin adına bir kitap geldi, bu neyin nesi deyince, ben de kitabı kendimin yazdığını söyledim. Bunu haber yapacaktı, nasıl yapayım diye sordu. (...) Bu konuşma dinleme kayıtlarına düşmüştür, onun çözümü yapılınca anlaşılacaktır. Nedim’in bu olayla alakalı katkısı ve bilgisi yoktur.”

Fakat iddianameden öğreniyoruz ki, kitabın yayımlanmasından 40 gün kadar sonra tutuklanan (29 Eylül 2010) Hanefi Avcı, tutuklanmasından sonra başsavcılığa bir dilekçe vererek kitabın bir word dosyasını, 20 Ağustos 2010’da polisevinde görüştüğü Nedim Şener’e verdiğini beyan etmiştir...

Savcılık, bunun, Şener’in haberindeki ve yazılarındaki alıntılarla kitabın uyuşmadığının daha sonra ortaya çıkması ihtimaline karşı yapılmış bir hamle olduğunu öne sürüyor. (Nitekim kitabın piyasaya çıkmasından sonra Şener’in yazdığı bir haber ve birkaç köşe yazısında kitaptan aldığını söylediği bazı bölümlerin başka bir nüshadan alındığı ortaya çıkmıştı. İddianamede bunlar da hatırlatılıyor.)

Burada dikkat çekici nokta, Avcı’nın word kopyayı Şener’e verdiğini söylediği günle telefon konuşmasının aynı gün gerçekleşmiş olması ve üstelik Milliyet’teki haberin de aynı gün çıkmış olması... Koptaş, “Dokümanı aldığı tarih ile yazısının gazetede çıktığı günün aynı olması, bu bilginin sahihliği konusunda şüphe uyandırıyor” diyor...

Şu soru da önemli: Hangisi önce gerçekleşti? Polisevindeki buluşma mı telefon konuşması mı? Polisevindeki buluşma telefon görüşmesini izliyorsa, bu görüşmeyle Avcı’nın kitabından haberdar olan Şener’in, haberini basılı kitaptan hazırlayıp vakit kaybetmektense, word kopyasını elde etmenin akıllıca olacağını düşünüp polisevine gittiğini ve word kopyayı elden aldığı düşünülebilir... Fakat bu durumda Avcı’nın ona neden kitabın daha önceki bir versiyonunu verdiği sorusu çıkıyor ortaya...

Yok, telefon görüşmesi Şener’in word kopyayı teslim almasından sonra yapılmışsa, o zaman da mahkeme bunun “danışıklı” bir görüşme olduğuna; telefonlarının dinlendiğini düşünen tecrübeli istihbaratçının, bu görüşmeyi Şener’in kitabın yayımlanmasından önce kitaba ilişkin hiçbir bilgisinin olmadığını göstermek üzere kurgulayıp gerçekleştirdiğine hükmedebilir.

Bu meselenin mahkemede uzun tartışmalara yol açacağını düşünüyorum.