01 Nisan 2013 11:00
Hazal Özvarış
“Çocuklarım,
Bugün 16 Mayıs 1974. Ve ben bugün sizden ayrıyım, Mardin'deyim. Sizleri nasıl arıyorum, bilemezsiniz. Artık 40 yaşındayım.
Annenizle ta lise öğrenciliğimiz yıllarımızda karşılaşmış, tanışmıştık ve birbirimize tapmıştık. Ve yarın Turan'ın doğum günüdür. Anneniz ve ben yalnız insanları sevdik. Yalnız toplumun mutlu olmasını istedik. Yalnız kendimizden verdik.”
Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, bu sözleri de içeren ses kaydını yaptıktan dört yıl sonra, otomobilinde kurşunlanarak öldürüldü.
Öz’ün ölümüyle sonuçlanan sürecin başlangıcı, üniversite öğrencisi olan Levent Özyörük’ün katillerini araştırmasıyla başladı. Ülkücülerin etkin olduğu Ankara Site Yurdu’nda arama yaptıran Doğan Öz, çok geçmeden MHP tarafından hedef gösterildi. Hakkında bildiriler yayımlandı, tehditler aldı.
Kendisi gibi hukukçu olan eşi Sezen Öz’e, araştırmaya ilişkin olarak “Çok korkmaya başladım, (…) ama bunun üzerine gidilmesi gerekiyor” diyen Doğan Öz’ün karşısına çıkan kontrgerilla oldu.
Öz, elde ettiği bulgulardan yola çıkarak hazırladığı kontrgerilla raporu dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e sundu:
“Kontrgerilla, Genel Kurmay Harp Dairesi’ne bağlıdır.
Kontrgerilla, il ve ilçelerde seferberlik işlemini yürüten kurum olarak, askerlik şubelerince yönetilmektedir. Bu konuda en çok, aşamalı eğitimden geçen astsubaylar kullanılmaktadır.
Sivil güvenlik güçleri içinde de MİT elemanları ve 1. Şube görevlileri kullanılmaktadır.
(…)
Yapılan: Bazı goşist sol akımlar gerçek hedefmiş gibi gösterilerek, hedef saptırılarak sıkıyönetimi çağırma, seçimle olmazsa darbeyle iktidar olma, demokratik yaşama biçimini yok ederek halkı sömürme seçeneğini tek seçenek durumuna getirilme çalışmasıdır.
Durum bütün açıklığı ve acılığıyla saygı ile sunulur.”
Öz, raporunu sunduktan birkaç ay sonra, 24 Mart 1978’de öldürüldü.
Fail aranırken, yedi Türkiye İşçi Partili gencin öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı yaşandı. Bu katliamla bağlantısı nedeniyle yakalanan İbrahim Çiftçi, Doğan Öz cinayetinin tanığı Hayati ile yüzleştirildikten sonra zabıtlara geçecek şu ifadeyi verdi:
"Savcı Yardımcısı Doğan Öz'ü, eski Ankara Ülkü Ocakları İkinci Başkanı Hüseyin Demirel ve halen Muzaffer Üstünel adlı şahsı öldürmek suçundan hakkında gıyabi tutuklama müzekkeresi bulunan Hüseyin Kocabaş adlı şahsın verdikleri talimat üzerine öldürdüm. Suçta kullandığım tabancayı Hüseyin Demirel verdi. Kullandıktan bir gün sonra tekrar aynı şahıs tabancayı benden geri aldı. Bu şahıslar bana Doğan Öz'ün Site Yurdu'nu arattığını ve ayrıca Ülkü Ocakları'nı kapattırmak için çalıştığını ve Ülkü Ocakları için tahkikat açtığını söylediler Bu nedenle savcının öldürülmesi için bana talimat verdiler... Hüseyin tarafından bana verilen tabanca 14'lü idi. Hatırladığıma göre 6 el ateş etmiştim.”
İbrahim Çiftçi’nin yargılanması 6 yıl 9 ay sürdü. Çiftçi; sıkıyönetim askeri mahkemesinin, temyiz – itiraz sürecinde dört kez yinelediği idam kararı sürecin sonunda Askeri Yargıtay Daireler Kurulu tarafından bozulunca tahliye edildi.
Gazeteci İpek Çalışlar, 1999’da Cumhuriyet Dergi’de yayımlanan dosyasına yargı sürecine ilişkin olarak şu notu düştü:
“Sezen Öz, ne oldu da dava beraatla sonuçlandı diye dosyaya bakmaya gittiğinde, zamanın Başbakanı Bülend Ulusu'ya yazılmış bir dilekçeyle karşılaşacaktı. Bu dilekçede, avukatları, müvekkillerinin (İbrahim Çiftçi) Milli Savunma Bakanlığı'nda bir dosyası bulunduğundan söz etmekteydiler.”
Öz ailesinin, cinayet dosyasının tekrar açılmasına ilişkin başvurularının bugüne kadar sonuçlanmadığına da not edelim.
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, kurşunların ötesindeki hikâye, Doğan Öz’ün tabiriyle “bütün açıklığı ve acılığıyla” bu.
Peki, cinayetin ardından geçen 35 senede Sezen Öz ve çocukları Bengi Heval, Turan ve Hakan ne yaşadılar, nasıl yaşayabildiler, hayata nasıl tutunabildiler?
Cevapları bugüne kadar pek merak edilmemiş bu sorunun yanıtını öğrenmek için, Öz ailesinin kapısını çaldık. Sezen ve Bengi Öz, bazen gözyaşlarıyla, bazen tebessümle zulüm ve yasa nokta koymayı reddeden bir ülkenin hikâyesini kendi merceklerinden anlattılar. Şu sözler Sezen Öz'ün:
“Süreçte başka şeyler de yaşadık. Sadece Doğan öldürülmedi. Büyük oğlum Turan, ODTÜ Fizik Bölümü’nü kazanmıştı. Turan'ın peşine düştüler. Onu da suçlamak, aileyi baskılarla hareketsiz hale getirmek istediler.”
“Turan'ı alıp işkence yaptılar. Ayak tabanındaki kemiği kırdılar. Mamak'ı, Raci Tetik'i yaşadı. Ondan sonra ben de Turan'ı Hollanda'ya gönderdim. Göndermesem hayatı tehlikedeydi. Üstelik davadan beraat etmesine rağmen okuldan da atılmıştı. Sonra da askerlik yapmadı diye vatandaşlıktan çıkardılar.”
Sezen Öz, son dönemde kendisini hırpalayan başka gelişmeler de yaşandığını söylüyor.
“Bugün Doğan Öz’ü ananlar, Ergenekon davasından önce Doğan’ı anmıyorlardı” diyen Sezen Öz, “anmalarda Doğan Öz’ün referandum ve Ergenekon davası karşıtlığına alet edildiğini” söylüyor ve ekliyor:
“Silivri’de sürekli nümayiş yapan, ‘Bunlar boşu boşuna yatıyor’ diyen siviller, ‘Doğan Öz’ü, 17 bin kişiyi kim, neden öldürdü’ diye sormadılar. Bu beni çok hırpaladı; çünkü bu, Doğan'ı öldüren mekanizmadır.”
“Erdoğan, elini taşın altına koymuş durumda; bu yargılamaları başlattı, ama kararı verecek olanlarsa hâkim ve savcılardır” diyen Sezen Öz, şu notu düşüyor:
“35 yıldır hangi iktidar gelirse gelsin, buna cesaret edemedi. O yüzden ‘İyi ki AKP gelmiş’ diyorum, bunu da benim söyleme hakkım var.”
Sözü daha fazla uzatmayalım ve hayatın karşılarına çıkardığı tüm kötülük ve bayağılıklara karşı dik durabilmiş iki kadına, Sezen ve Bengi Öz’e bırakalım. Türkiye'de solun ve idealizmin timsali haline gelmiş isimlerden olan Doğan Öz'ün eşi ve kızının anlatımları, ciddi bir ideolojik muhasebe vesilesi olmanın yanı sıra “sözlü tarih” bağlamında da kıymet taşıyor. Bazıları ilk kez yayımlanan fotoğraflar eşliğinde, buyrun...
- Doğan Öz, “idealist bir savcı” olmasının ötesinde kimdi, nasıl bir insandı?
Sezen Öz: Doğan iyi bir baba, iyi bir eş, dost canlısı bir insandı. Eğer biri yardıma muhtaçsa derhal bunu kavrayıp, el uzatırdı. Kendisi Afyon, Sultandağlı, biz de her bayram aile ziyaretine giderdik. Kayınvalidem o zaman hayattaydı, onu ve kardeşlerini ziyaret ettikten sonra çevre ziyareti yapardık. Onlara ineklerine varıncaya kadar sorar, tavsiyeleri varsa onları yapar, okullarda okuyan çocukları varsa onlarla ilgilenirdi. Hepsi bittikten sonra da bana dönüp "Sezen, şimdi istediğin yere gidebiliriz" derdi.
- Siz nerelere gitmek isterdiniz?
Sezen Öz: Artık bir talebim olamazdı ki, (gülüyor), tatilin bitimine bir gün kalmış olurdu. "Bir dahaki sefere" derdim.
- Doğan Bey'in siyasi görüşü neydi?
Sezen Öz: Kendisi sol görüşü savunuyordu, ama görevinde kesinlikle ayrım yapmazdı. Sağcı da gelse, solcu da gelse eşit davranırdı. İnsani yönünü görürdük orada. Yine Denizli'deydik; hatırlarsınız belki, "Öz cinayeti polis takibi altında işlendi" diye yakın zamanda haberler yapıldı. Gelen bazı ziyaretçiler kendilerini belli ederdi. Biri Okyanus Ansiklopedisi satmaya geliyordu. Doğan, gelenin MİT elemanı olduğunu bilmesine rağmen, buna aldırmadan ikramlarını yapardı. "Tedbir alayım da, sol görüşümü öğrenmesin" gibi bir tutuma girmezdi. Doğan, çok okuyan bir insan olduğu için eve bir sürü yayın gelirdi. "Bari şu şeyleri kaldır masandan" derdim, "Hayır Sezen, gelen de görsün, okumak isteyen de okusun" derdi.
Devlet güvenlik mahkemelerine (DGM) doğal hukuka aykırı olduğunu düşündüğü için karşıydı. İnebolu’da da adalet teşkilatındaki hâkim ve savcılara bir anket açmıştı. Bu nedenle sanırım, onu Mardin'e atadılar. O zamanlar Bengi yeni doğmuştu. Orada bunalımlı bir gününde, sesini kaydetmiş. Bu kayıttan bana bahsetmemişti, bir gün karıştırırken buldum.
(Sezen Öz okuyor)
"Çocuklarım,
Bugün 16 Mayıs 1974. Ve ben bugün sizden ayrıyım, Mardin'deyim. Sizleri nasıl arıyorum, bilemezsiniz. Artık 40 yaşındayım.
Annenizle ta lise öğrenciliğimiz yıllarımızda karşılaşmış, tanışmıştık ve birbirimize tapmıştık. Ve yarın Turan'ın doğum günüdür. Anneniz ve ben yalnız insanları sevdik. Yalnız toplumun mutlu olmasını istedik. Yalnız kendimizden verdik.
Sonra uzun öğrencilik yılları, sonra görev yılları, Turan doğdu. Çermik'te çalışırken Hakan doğdu. Ve biz çok mutluyduk. Çok çok uzun yıllar sonra, siz de buna tanık oldunuz. Bengi'miz doğdu, sanki evimizde papatya tarlası açıldı.
Ve biz hiçbir şeyden yılmayalım. Ve biz hiçbir zaman kendimizden utanmayalım. Hatalarımızı kolaylıkla kabul edelim, başarılarımıza hiç korkmadan yürüyelim.
Biz, yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim."
Burada, kendisini o kadar güzel ifade ediyor ki. Bunun üstüne bir şey söylemek gerekmiyor.
- Bengi Hanım, sizin hatıralarınızda hangi kayıtlar var? Sizin Doğan Öz'ünüz nasıl biriydi?
Bengi Öz: Benimkiler tabii daha çok flashbackler şeklinde, ufak tefek anılarım var. Hafızamda kaldığına göre, çok mutlu olduğum anlarmış demek ki. Bence, her kız çocuğunun olması gerektiği gibi babasına âşık büyüyen bir kızdım. Hayrandım. Kapılarda dört gözle beklerdim gelmesini.
- Sizi nasıl şımartırdı?
Bengi Öz: Çok yöntemi vardı. Bir kere her akşam muhakkak elinde bir şeylerle gelirdi. Başka türlü kapıdan içeri sokmazdım. (Gülüyor) Biraz rüşvetçiymişim. Bir de tabii her akşam saklambaç oynardık.
Sezen Öz: “Benim kızım nerede” diye girerdi kapıdan. Ondan sonra Bengi saklanırdı. Ben de "Seni çok bekledi, sonra aramaya gitti. Karşılaşmadın mı" derdim. "Öyleyse gideyim, arayayım" deyip, dışarı çıkardı. Bengi bir çığlıkla, "Baba ben buradayım" deyip çıkar, sarılırlardı.
- Doğan Bey’in "Birbirimize tapmıştık" ifadesi çok güçlü, çok özel bir ifade...
Sezen Öz: İlk göz ağrısı olur ya, bizimkisi de öyle bir arkadaşlıktı. Liseden başlayan, fakültede devam eden, gelgitleri de olsa birbirimize bağlılığımızı yitirmediğimiz bir beraberlikti. Birlikte yaşadık, birlikte öğrendik. Arabamız olmuştu, bir Anadol alabilmiştik, şoförlüğü öğrenip birlikte yola çıkıyorduk. Arabayı, hayatı, mesleği, çocuklarımızı yetiştirmeyi birlikte öğreniyorduk. Maalesef bu kadarmış.
- "Gerçekten çok korkmaya başladım, şimdiye kadar birçok olayda meslek dolayısıyla geçirdiğim tehlikeler oldu. Fakat bu boyutta bir tehlikeyi ilk kez hissediyorum ve ürperiyorum ama bunun üzerine gidilmesi gerekiyor. Cumhuriyeti tehdit eden ölçüde bir tehlike varittir ve cumhuriyetin savcısı bunu önlemek zorundadır.” Doğan Öz, Ankara Site Yurdu’ndaki bulgularla daha da somutlaşan MHP - Kontrgerilla ilişkisini araştırırken size bu cümleleri söylüyor. Bir yargı mensubu olarak o dönem sizde de benzer endişeler belirmiş miydi? Doğan Öz'ü engellemek istediniz mi, tepkiniz ne oldu?
Sezen Öz: Bu olaylar bir şekilde sizin önünüze düşüyor, soruşturmalar savcılara tek -çift diye ayrıştırılarak dağıtılıyordu. O yıllarda da bu tarz davalar çok fazla, çünkü günaşırı ya da haftada bir cinayetler oluyordu. Sürekli böyle vakalar üzerinde çalışınca arka yapısının çözülmesi gerektiğinin bilincinde oldu. Çünkü biri, tanımadığı bir kişiyi öldürüyor. Bir kere bu genç bu tabancayı nasıl bulabilir, nasıl kullanır, karşısındaki tanımadığı insanı nasıl öldürür? Malum, o dönem ülkücüler ve solcular var. Ülkücülerin destekçisi olarak da MHP gözüküyor. O bu sözleri söyleyince, "Bu seni niye bu kadar kaygılandırdı" diye sordum; "Sonuçta bir siyasi parti var, o kendisine ve gençlere çeki düzen vermeli." "O kadar kolay değil. Çok yukarılara çık" dedi. "Nereye kadar" diye sorunca, "Çok yukarılara" dedi ve söylemek istemedi. Aslında o bilgiye erişmiş. Ondan sonra da Bülent Ecevit'e gönderilmiş o rapor. Sonrasında da tehditler başladı. Fakat bana aile huzursuz olmasın diye anlatmıyordu, ama gergin olduğunu hissediyordum. Zaten o yıllarda meslekte de "Sen bu davayı bırak" gibi bir şey yoktu. Size gelmişse, onunla baş edeceksiniz!
- Siz de hukukçusunuz, o dönem nasıl davalar alıyordunuz?
Sezen Öz: Ben 15 yıl öğretmen olarak çalıştım. İdealist bir çift olarak başladık hayata ve aynı meslekte çalışmanın istismara yol açabileceğini düşünerek avukatlığımı rölantiye çektik. Doğan'ı kaybettikten sonra hâkimliğe geçtim. Önce Adalet Bakanlığı'nda, sonra da 10 yıl kadar Yargıtay'da tetkik hâkimi olarak çalıştım. Yaş haddini beklemeden emekli oldum. İyi de yapmışım, çünkü tetkik hâkimliği ağırdır, sürekli dosya okursunuz. Çocukların da bana ihtiyacı vardı.
- Siz cinayet ihtimalinden şüpheleniyor muydunuz?
Sezen Öz: Ürküyorduk. Bir şeyler yapabileceklerini düşünüyorduk. Baktığı dava nedeniyle Meclis'te MHP'li milletvekilleri onu gündeme getiriyorlardı, aleyhinde bildiriler dağıtmışlardı. Dairede telefon edip tehdit ediyorlar, mektup atıyorlardı. Ağza alınmayacak şeyler yazıyorlardı.
- Cinayetin işlendiği 24 Mart 1978’de, eşiniz Doğan Öz’ü kaybettiğiniz günü anlatır mısınız?
Sezen Öz: Her zaman sabah kahvaltı yapardık, çıkarken kızını ve beni öper ve "İyi günler" der, giderdi. O gün de aynı şekilde aşağıya indi, beşince kattaydık. Yaklaşık 10 dakika sonra, bir otomatik silah sesi duydum. Apartmanın arka dairesinde oturuyorduk. Pencereden ön tarafa eğilerek baktığımda bizim arabanın etrafında eğilip kalkan insanlar gördüm. O zaman anladım. Ve aşağıya koştum. Hakan, öğlenci olduğu için evdeydi; Turan, lisedeydi. Hakan'a "Kardeşine sahip çık" deyip aşağıya indim. Korkunçtu; bunu anlatmak çok zor. Çevreden yardım istedim, telefon bulalım istedim. Savcı arkadaşlarına telefon edip "Doğan'ı vurdular" dedim. Koşup, geldiler.
- "31 yıl bununla yaşadım, aynı gömlekleri taşıyan birçok çocuk varsa..." Nükhet İpekçi'nin, babası Abdi İpekçi'nin öldürülmesinden 31 yıl sonra Can Dündar’ın sunduğu programda, Abdi Bey’in öldürüldüğü gün giydiği kana bulanmış gömleği gösterirken kurduğu bu cümleler zihinlerden çıkmadı. Siz, Doğan Bey'in eşyalarıyla vedalaşabildiniz mi?
Sezen Öz: Nükhet çok ince bir insan, çok doğru yakalamış. Ben de öyle bir süre yaşadım. Kayıptan sonra mümkün mertebe eşyalar dağıtılmak isteniyor. Oğullarım, "Hayır, babamızın şeyleri verilmesin, dursun burada" dediler. Ben bazı takım elbiselerini çok yakın zamana kadar... Savcı cübbesi var, her şeyi var. Çok zor o konular... Vedalaşamıyorsunuz. Bazı şeyler gitse de, hepsini veremiyorsunuz. Bir bağlılık oluyor.
- İpek Çalışlar’ın Mart, 1999’da Cumhuriyet’te yayımlanan haberine göre, o gün silahı kullanan İbrahim Çiftçi, ilk karşılaşmanızda oğlunuzdan özür dilemiş. Nasıl geldi bu özür?
Sezen Öz: Benden ve oğlumdan özür diledi. Cinayet üzerinden aylar geçmesine rağmen fail bulunamamıştı. Başkent'in ortasında, Kızılırmak Caddesi gibi merkezi bir yerde herkesin gözü önünde arabasına binen Doğan'ı takır takır öldürdüler, fakat fail bulunamıyordu. Birçok insanın yanı sıra, olaya tanık olan (kapıcı) Hayati, "Nerede olursa olsun tanırım" diyor ve çok detaylı bir eşkâl veriyor; "siyah gür saçlı, alnı düz, şahin burunlu, elmacık kemikleri çıkık, zayıf yapılı, kuru tipli birisi..." Biraz ileride arabasında bulunan o zamanlar akademisyen olan Ziya Aktaş var. (O dönem ODTÜ öğretim üyesi olan Aktaş, daha sonra Ecevit hükümetinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı oldu, T24) O ve karısı aynı noktadan görmüşler, fakat ifadeleri tutmuyordu, Ziya Aktaş "Sakin sakin yürüdü, Mithatpaşa'ya döndü" derken, eşi "Telaş içinde koştu, silahını saklamaya çalışarak döndü" diyordu. Buna rağmen, eşkâller aynıydı.
Cinayetler devam ederken, aylar sonra, bir gece kapım çalındı. "Biz polisiz. Sezen Hanım, yüzde 99 bir gelişme var. Bizimle gelebilir misiniz?" dediler. Büyük oğlum Turan'ı yanıma aldım ve Emniyet'e gittik. Müdür Ercan Belen'di. Bizi odasına aldı ve "Getirin" dedi, Hayati teşhis yapmış, Çiftçi'yi görür görmez, beti benzi atmış ve "Buydu, buydu" demiş. Ercan Bey, "Sezen Hanım, ola ki siz de etrafta görmüşsünüzdür, bir görün istedim" dedi. Bu arada çok sonra öğreniyoruz ki Ziya Aktaş "Aman, aman beni çağırmayın" diye baskı yapmış o dönem, teşhise katılmak istememiş.
Çiftçi geldikten sonra Belen, oğlumu göstererek "Babasız bıraktın bu çocuğu, yakıştı mı" dedi. Çiftçi de, "Benim de babam yok, özür dilerim" dedi. Bu sahneyi Ercan Belen, ben ve oğlum yaşadık. Çiftçi, üç savcıya da verdiği ifadesinde "Hüseyin Kocabaş ve Hüseyin Demirel, Doğan Öz'ün Ülkü Ocakları'na karşı tutumu nedeniyle öldürülmesi gerektiğini söylediler. Tabancayı onlar verdi. Ben de öldürdüm" diyor. Savcılar, "Bu görevi almak zorunda mıydın" diye sorunca o da, "Bunun dışına çıkmak mümkün değildi. Aldığım şeyi yerine getirmek zorundaydım" diyor. (İbrahim Çiftçi, bugün MHP Merkez Yürütme Kurulu üyesi - T24)
- "Karşı çıkmam mümkün değildi" açıklamasını duyunca tetikçinin ötesini...
Sezen Öz: Bizim için onun tabancadan farkı yoktu. Çocuklarım için de öyle. Turan ve Hakan, hep "Anne sistem bunları üretti. Bu sistem bunları ürettiği sürece bunlar olacak" dedi.
Bengi Öz: Aile olarak hiçbir zaman tetikçinin peşinde koşmadık. Gerçekten altının çizilmesi gereken, babamın kim tarafından vurulduğu değil, bu teşkilatın nasıl bir teşkilat olduğu. Çünkü sadece babam vurulmadı. Toplumun kendisi vuruldu.
- Çiftçi'nin ifadesini duyduktan bir süre sonra 1980 darbesi oldu. 12 Eylül sabahı aklınıza gelen düşünceler neydi? "Başımıza gelenlerin amacı bu muydu" diye bir düşünceniz oldu mu?
Sezen Öz: O muhakemeyi yaptım. Çünkü süreçte biz başka şeyler de yaşadık. Sadece Doğan öldürülmedi. Büyük oğlum Turan, ODTÜ Fizik Bölümü’nü kazanmıştı, darbe olana kadarki süreçte hazırlığı okuyup birinci sınıf öğrencisi olmuştu. Turan'ın peşine düştüler.
- Nasıl?
Sezen Öz: Onu da suçlamak, aileyi baskılarla hareketsiz hale getirmek istediler. Benim üzerimde de baskıları çoktu. Duruşmaya giderken, gelirken, Mamak kapılarında çantam karıştırılıyordu, arabamın lastiği kesiliyordu...
- Siz, tehditlerin devam etmesine karşın koruma altına alınmadınız mı?
Sezen Öz: Öyle bir şey olmadı.
- Eşinizin katledilmesinin ardından yaşanan bu süreç, devletin size yaklaşımına dair şüphelerinizi artıran bir süreç mi oldu?
Sezen Öz: Toplumda korku yaygınlaştırılmak isteniyordu. Korku, baskı, cinayetler olacak ki bir süre sonra kurtarıcı isteyelim. Beklentileri, olanlar olduktan sonra "Asker gelsin, bizi kurtarsın, biz huzurla kafamızı yastığa koyup uyuyalım" denilmesiydi.
- Siz bu suikastlerin darbe zemini hazırlamak için yapıldığı fikrine katılıyor musunuz?
Sezen Öz: Çok net bir biçimde katılıyorum. Biz on yılda bir darbeleri yaşadık ve o baskıları gördük.
- Cinayetlerin ardından silahları tutanların nasıl korunduğunu okurlar için birkaç örnekle hatırlatalım. Doğan Öz'ün davasında İbrahim Çiftçi hakkında verilen idam cezası, temyiz-itiraz sürecinde yerel mahkeme tarafından dört kez tekrarlandı. Ancak yerel mahkemede dört kez yinelenen idam kararı Askeri Yargıtay tarafından bozuldu ve dava suçun tespitine rağmen beraatle suçlandı. Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca da, cezasını çekmesi için yatırıldığı Maltepe Askeri Cezaevi'nde askerlerin yardımıyla kaçırıldı. Sizce bu darbelerle askerin amaçladığı neydi; darbelere resmi gerekçe yapılan “cumhuriyeti kollamak” mı, yoksa aslında kendi iktidarlarını kurmak mı?
Sezen Öz: (Askerler) Her zaman gizli iktidarlardı. Emekli olan generaller, bankaların kurullarında yüksek pozisyonlarda, vakıfların mütevelli heyetlerinde veya başka önemli yerlerde istihdam ediliyordu. Mekanizmanın her yerinde sivil bir görüntüye büründükleri ve yarar mekanizmalarına çoktan oturtuldukları için onlara göre bir sorun yoktu. Yani, bahsettiklerimiz ne askeriyedeki herkesi kapsıyor, ne de bu kişiler sadece asker; sivil uzantıları da var. Bir siviller ordusu var ki, komşunuz bile buna alet olmuş olabiliyor. Herhangi bir seferberlik olduğunda, "Gelin" dediklerinde gelebilecek kişiler var. Darbe olduktan sonra da ekonominin ne kadar açık verdiği rakamsal olarak belli olduğuna göre, bu açığın yanı sıra rantın da bunlar arasında paylaşıldığını düşünmemek elde değil.
- O zaman sorumuzu şöyle tekrarlayalım, sizce, asker, hâlihazırda sahip olduğu iktidarı ve iktidar olanaklarını koruyabilmek için mi sizce eşiniz dâhil pek çok insanı sivil uzantılar aracılığıyla öldürdü?
Sezen Öz: Tabii. İktidarları var ve zaman zaman da “Ayar yaptık” diyorlar. Bu toplumda yaşayan kesimler belli; dini inançlarını yaşayanlar, milliyetçilikleri kuvvetli insanlar, azınlıklar, Kürtler, Zazalar, Ermeniler... Bunları zaman zaman birbirlerine düşman edip, "Ayar veriyoruz" diye gelip, maddi kazançlarını da sağlayıp ayrı bir devlet yürütüyorlar. Darbelerle kendi çıkarlarına zemin sağlayacak yasaları çıkartıyorlar, üstüne gelecekte yargılanmamaları için gerekli maddeleri de yasalara ekliyorlardı. İktidarın dinci veya devrimci olması önemli değil, onlar kendi egemenliklerini, iktidarlarını zaten kurmuşlardı. Ki Başbakanlara yapılanları, Turgut Özal'ın ölümünü, Bülent Ecevit'in sağlık durumundaki şaibeler üzerine eşinin onu hastaneden kaçırmasını basından biliyoruz. Semra Özal konuştu, keşke Rahşan Ecevit de konuşsa.
- Rahşan Ecevit’in bildiklerini merak ediyor musunuz? Konuşsa, sizce neler anlatabilir?
Sezen Öz: Merak ettiğim hususlar var; hem hastane olayına, hem de 1977'de Ecevit'e karşı yapılan suikast girişimine dair anlatacağı çok şey olabilir. Ayrıca, Ecevit, Doğan'ın kendisine verdiği rapor hakkında eşiyle konuşmuş olabilir. Hatırlarsanız, Ecevit’in de Seferberlik Tetkik Kurulu'na dair şüpheleri vardı. Herkes bildiklerini anlatırsa, bu yaşananlar bir daha tekrarlanmamak üzere kapanır.
- İbrahim Çiftçi hakkında sıkıyönetim mahkemesinin verdiği karar Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nda yediye karşı sekiz oyla bozuldu ve sonrasında Çiftçi tahliye edildi. Sizin bu kararı veren kişilerle bir temasınız oldu mu?
Sezen Öz: Biz mesafeliydik, çünkü yargıdan geliyoruz. Yargıda karar veren hâkimin, savcının kapısı çalınmaz. Çünkü “O kanaatteyim” dedi mi biter iş. Tek söyleyebileceğim, dosyada yedi kişinin neden kararın onanması gerektiği hakkındaki gerekçeleri çok sağlam ve hukuka uygunken, diğer sekiz üyenin kararının herhangi hukuki bir kanıta dayanmamasıdır.
- Sizin bu süreçte askere bakışınız nasıl değişti?
Sezen Öz: Değişti, değişmedi diyemem. Çünkü kurumun içinde ilkeli insanlar da olabilir, bağımlı insanlar da olabilir. Aynı şey, sivil devlet erkleri bünyesinde yer alanlar için de varittir.
- Bakışınız cinayet öncesinde nasıldı, sonrasında nasıl değişti, anlatabilir misiniz?
Sezen Öz: Artık bir önyargım var, ama bunu bir kine, intikama dönüştüremedim.
- Sezen Hanım, 35 yıllık süreci siz nasıl yaşadınız? Sezen Öz'ün hikâyesinde neler oldu?
Sezen Öz: Bir tanesi burada, Bengi... Bir tanesini, Turan’ı, aynı olay ve baskılar nedeniyle yanımda barındıramadım. Çünkü onun canını kurtarmam gerekiyordu. Turan, ODTÜ Fizik bölümünde okuyordu. ODTÜ'de bir pullama olayı nedeniyle bir sürü insanı içeri aldılar, o dönem sıkıyönetim ilan edilmişti. Turan'ı da alıp işkence yaptılar. Ayak tabanındaki kemiği kırdılar.
ODTÜ, jandarma bölgesiydi. Yüzleştirme yapmışlar. Turan'dan önce aldıkları gençleri yüzleştirmişler. İki gün sonra da Turan'ı alıp, aynı yüzleşme zaptına imza attırmışlar. Karakol kumandanı, Turan’a "Dersime çalışacağıma bu tür hareketlerle meşgul oldum. Bu faaliyetler nedeniyle sınıfta kaldım" içerikli bir ifade imzalattırmış. Hâlbuki Turan sınıfta kalmamıştı. Hazırlığını bitirmiş, birinci sınıfa geçmişti.
O dönemler çok sıkıntılı ve sancılıydı, evladına karşı bunlar yapıldığı zaman insan iyice kopuyor. Ama duruşmada dürüst bir kişi çıktı, inanamadım. Hâkim, tutanakta imzası olan jandarmada görevlisine "Gençler işkence yapıldığını savunuyor, siz neler biliyorsunuz, tutanağı yazmışsınız, imzalamışsınız" diye sordu; "Hâkim Bey, bilmiyorum ama 7-8 sivil girip çıkıyordu. Ben dışardaydım" diye yanıtladı. "Sivillerin jandarma bölgesinde ne işi var" diye sorunca "Bilemem, ama girip çıkıyorlardı" dedi. Bu işkence yapıldı anlamına geldi, mahkeme Turan’ın örgüt ilişkisi olmadığını saptadı ve Turan hakkında önce tahliye, sonra beraat kararı verildi. Ama Mamak'ı, Raci Tetik'i yaşadı. Ondan sonra ben de Turan'ı Hollanda'ya gönderdim. Göndermesem hayatı tehlikedeydi. Üstelik davadan beraat etmesine rağmen okuldan da atılmıştı. Sonra da askerlik yapmadı diye vatandaşlıktan çıkardılar.
- Sizce Turan Öz, Doğan Öz’ün oğlu olduğu için mi işkenceye uğradı ve tutuklandı?
Sezen Öz: Elbette. Sorun doğru. Doğan Öz’ün oğlu olduğu için Raci Tetik (dönemin Mamak Askeri Cezaevi Müdürü / Komutanı, T24) kendisine şiddet uyguluyor ve “Babanı neden öldürdüler biliyor musun sen” diye soruyor.
- Türkiye'ye dönemedi mi oğlunuz?
Sezen Öz: Dönemedi. Çocuklarımla her sene Hollanda'ya gidip geldik, görelim, ihtiyaçlarını karşılayalım diye. 10 sene sonra sınırdan içeri girebildi Turan. Ancak, şimdi de sorunlar çıktı Türk vatandaşı olmadığı için. Son çıkışında "Siz neredeyse suçlu duruma düşüyormuşsunuz" demişler, yabancıların Türkiye'de uzun süreli kalmasını engelleyen yasa nedeniyle.
Bu süreçte, Hakan da ODTÜ Ekonomi Bölümü’nü bitirdi. Benim de koştur, yetiş bir mesaim vardı. Bir yandan dosyalarımı okuyordum, bir yandan çocuklarım da bana yaşama gücünü vermeye çalışıyorlardı. Kızım gelip, "Durumun nasıl, acaba yemek yiyebilir miyiz" derdi. Ana - kız çıkar yemek yerdik. Böyle bir güzelliğimiz vardı. Duygu dolu yıllar geçirdik.
- Bu süreçte kapınızı çalanlar en çok kimler oldu? Örneğin medya size ne kadar destek oldu?
Sezen Öz: Önceleri ben medyanın bölünmüşlüğünü ve tarafgirliğini fark etmedim. Ben haber konusunda, duruşmada neler olduğuna dair gazetecilere yardımcı olurdum. Ama gitgide fark ettim ki başka bir mekanizma var. Bu nedenle çekinmeye başladım.
- Verdiğiniz bilgiler yayımlanmadı mı?
Sezen Öz: Bazen öyle oluyordu, eski özetlerle yetiniliyordu.
- Hangi gazeteler, örnek verebilir misiniz?
Sezen Öz: Bunu söylemeyelim, çünkü yayımlanmama sebeplerini bilmiyoruz.
- Peki, bu yıllar boyunca sizin hayalleriniz ne oldu?
Sezen Öz: Hayal kurmaya hakkım var mıydı bilmiyorum. Çok yoğun bir yaşamın içindesiniz ve habire ihtiyaç neyse ona yetişiyorsunuz. Başımın ağrımasına bile hakkım yoktu. Kendim de hâlâ "neden" sorusuna yanıt bulmaya çalışıyorum. Çocuklarımız, geleceğimiz için ne daha iyi olur diye düşünüyorum kendi kendime.
- "Bu dosya kapanmadı, kapanması ancak bizi tatmin eden bir sonuçla olur" demiştiniz bir açıklamanızda. Nedir sizi tatmin edecek sonuç?
Sezen Öz: Bu tertipleri hazırlayan mekanizmanın üstüne gidilerek bunca insanın niye öldürüldüklerinin tespit edilmesini istiyoruz. Bu insanlar öldürülürken kimlerin bu mekanizmadan rant sağladığını merak ediyoruz ve aldıkları kanlı paraların hesabını vermelerini istiyoruz.
- Hayal kurmaya ancak bu noktadan sonra mı başlayabileceksiniz?
Sezen Öz: Sağlığım el verir mi, bilmiyorum. 74 yaşındaki bir kadın hangi hayalleri kurabilir...
- Siz yapmasaydınız davanın takibinin bu kadar kuvvetli yapılmama ihtimali hayatınızı zorlaştıran nedenler arasında mıydı?
Sezen Öz: Pek çok avukat arkadaş yüreklice geldiler ve birlikte devam ettik dosya takibine. Ancak karar mekanizmasının içinde olan savcı ve hâkimlerden bir şey duymamak beni çok hırpaladı. Askeri Yargıtay, "Yeterli delil yok" deyince kabulleniverdiler. "Bu dosya ne? Neden böyle oldu?" diye sormadılar, öldürülen meslektaşlarına dair onlardan bir duyarlılık alamadım.
Şimdi Ergenekon davası karşıtları kalkıp "Boşu boşuna yatıyor bunlar" diyor. Silivri’ye gidip sürekli nümayiş yapan siviller görüyoruz. Ancak, bu ülkede sadece Doğan değil, 17 binden fazla kişi öldürüldü. Pusuya düşürüldüler, öldürüldüler, ardından sıkıyönetim ilan edildi, darbe yapıldı, bir süre sonra da “Sivillere bıraktım” dediler... Silivri’de nümayiş yapanlar bu yapıyı sorgulamadı. Siviller, aklı başında olanlar, sorgulamaları gereken şeyleri sorgulamadılar. Doğan Öz’ü, 17 bin kişiyi kim, neden öldürdü diye sormadılar. Bu beni çok hırpaladı.
- İstanbul'da bu sene yapılan Doğan Öz anması Ergenekon davasına sanıkların mağduriyeti üzerinden yaklaşan İstanbul Barosu tarafından düzenlendi. Geçen senelerde Ankara’daki Doğan Öz anmalarından biri de "Referanduma hayır" temalı bir buluşmaya dönüşmüş. Bu anmalarda siz danışma veya davet için arandınız mı?
Sezen Öz: Son etkinliğin haberini, akşamüzeri Taraf gazetesini alıp okuduğumda gördüm.
- Siz, bu anmalardan rahatsız mısınız?
Sezen Öz: Referandum sürecinde bir arkadaşım Ankara'daki anma toplantısına gitti, o anlattı, "Bir iki cümle söyleyip referandumda neden hayır kullanmak gerektiğini konuştular" dedi. İstanbul Barosu'nun düzenlediğinde de konuşmacılardan birkaç tanesi bir iki cümle Doğan hakkında konuşmuş, sonra kendi konularına geçmişler. Hatta duyduğuma göre, Ergenekon davasında yargılanan biri de konuşmacılar arasındaymış.
Bunu yapmaya haklarının olmadığını düşünüyorum, bunun adı Doğan Öz paneli değil. Öldürülen o insan, Ergenekon'un, kontrgerillanın veya adı her ne ise o örgütün tertiplediği bir cinayet nedeniyle öldü. Öldürülen yalnızca Doğan da değildi. Kaldı ki Doğan, o raporunda bu örgütü yazdı, amaçlarının demokrasiyi geriletmek olduğunu, bu nedenle sıkıyönetimi getirmek, olmazsa darbe yoluyla iktidarı ele almak olduğunu yazmıştı.
- Bu anmaları düzenleyenlerin de söyleşiyi okuyacaklarını varsayarak sorsak; Öz'ü ananlara, anacak olanlara ne dersiniz?
Sezen Öz: Onu kullanmayın, derim. İçlerinde tanıdığım, görüşleri medyaya yansımış kişiler var. Doğan Öz'ü Ergenekon davası karşıtlığı için malzeme yapmasınlar.
- Solun yekpare olmadığını, bazı kesimlerinin ne kadar 'sol' olabildiğini not ederek soralım; BirGün'ün Ergenekon davasına dair başlangıçta attığı "Yiyin Birbirinizi" manşeti altında buluşan solun bazı kesimlerinin dava karşıtı tavrını Öz'ün hatırasına saygısızlık olarak mı niteliyorsunuz?
Sezen Öz: Bu konuda konuşmayayım.
- Neden?
Sezen Öz: Solcular arasında sağlıklı düşünenler de var, ama bir kısım birbirini işliyor. "Ama" deyip birbirlerine çanak tutuyorlar. Yaptıklarını doğru bulmuyorum, fakat demokrasi diyorsak "Onlar da böyle düşünüyor" diyeceğiz. Kavga, dövüş edemeyeceğimize göre, buyursunlar düşünsünler, etkinliklerini yapsınlar; bu da onların özgürlükleri. Ama "Doğan Öz'ü anıyoruz" deyip Öz'ü başka şeylere alet etmesinler. Orada yapılan Doğan Öz'ü anma olmuyor. Bugün Doğan Öz’ü ananlar, Ergenekon davasından önce Doğan’ı anmıyorlardı. Oluk oluk kan akarken, yıllardır, solcusu, hukukçusu "Hukuk nerede, ne oluyor" demedi. Bu durum, beni rencide ediyor, çünkü bu, Doğan'ı öldüren mekanizmadır.
- Sizce solun bu tavrına sebep olan ne? AKP karşıtlığı mı?
Sezen Öz: AKP geleli ne kadar oldu? 35 yıldır hangi iktidar gelirse gelsin, buna cesaret edemedi. O yüzden "İyi ki AKP gelmiş" diyorum, bunu da benim söyleme hakkım var.
Bengi Öz: 33 yıldır darbe anayasasıyla yönetiliyoruz. Bir hükumet de gelip bunu değiştirmeye kalkışmadı. Geçici 15. maddenin kaldırılması sivilleşmeyi ve demokrasinin önünü açar. Daha önce hiç kimse düşünemedi mi bunu yoksa gelen tüm hükumetler aslında birilerinin üstünü örtbas etmeye mi çalışıyordu. Maalesef Ergenekon, Balyoz ve Oda TV gibi siyasi içerikli davalara itiraz eden arkadaşlarımızın hemen tümünün demokrasi yanlısı olmasına rağmen bu askeri rejim artığı anayasaya sarılıp kontrgerilla gerçeğini görmezden gelme eğiliminde olduğunu fark ediyorum. Bu da beni üzüyor…
- O zaman bir parantez açıp sorsak; cinayetin ardından Erdoğan dâhil 10 Başbakan gördünüz, bu isimlerin karşısına iki noktayı üst üste koyunca siz ne dersiniz?
Sezen Öz: Anayasa'nın (darbe dönemi sorumlularını ve tasarruflarını koruyan) geçici 15. maddesi durduğu sürece hiçbir şey yapılamadı. Referandumda ben “Evet” dedim, yoksa 12 Eylül hakkında açılan bu dava da, diğerleri de açılamazdı. Akşam da "Pişman mısınız" diye soruldu. (Sezen Öz, Çarşamba akşamı Melih Altınok'un Kanal A'da sunduğu programda kendisine yönelttiği soruya referans veriyor - T24) Ben pişman değilim, doğru olan buydu. "Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürüyorsunuz" diyorlar! Erdoğan, elini taşın altına koymuş durumda; bu yargılamaları başlattı, ama kararı verecek olanlarsa hâkim ve savcılardır. Dosyada ne varsa o olur.
Diğer konu da Kürt sorunu, orada da doğru bir şeylerin başladığını düşünüyorum. "Erdoğan, inşallah başarılı olur" temennim var. (Abdullah) Öcalan da bir dönemin eylemcisi, yıllardır içeride ama kitlesine sözü geçen bir konumda, süreci hazırlayacak kişi olarak gözüküyor. Umarız ki bu sorun biter. Yıllardır ölen de, öldüren de bizden. Bu toplum, bu ölümler nedeniyle çok acılar çekti.
- Size "Erdoğan'ın ekmeğine yağ sürüyorsunuz" diyenler oldu mu?
Sezen Öz: Bana denmedi, kamuoyuna yansıyanlar oldu.
- Ergenekon davasında Ahmet Şık'ın kitabının toplatılması, Türkan Saylan'ın evine düzenlenen sabah baskını, iddianamede örneğin İlhan Selçuk’a dair dava ile alakasız şahsi bilgilerin deşifre edilmesi, yıllar süren tutukluluklar, mesleki geçmişinde faili meçhulleri araştırma da bulunan İlhan Cihaner'in Ergenekon üyeliği ile suçlanması gibi başlıklar “sol”un bir bölümünün davaya dair şüphe parantezini genişleten geçerli sebepler olamaz mı sizce?
Sezen Öz: Bu onların görüşleri, bunları konuşsunlar, ama bu benim yükleneceğim bir şey değil.
Bengi Öz: Burada çok ciddi bir kafa karışıklığı oluşuyor. Bir milletvekili, savcı ya da hâkim suç işlemez diye bir şey yok. Aksine bir devlet görevlisi ya da yazar devlete hizmet edercesine orada durmuş olabilir.
- Yanlış anlaşılma ihtimaline karşı netleştirelim; Ergenekon davasında herkes suçsuz veya herkes suçlu gibi bir pozisyonda değiliz. Davadaki bazı noktalara ilişkin solun da bir kesiminin çekincelerine karşı sizin fikrinizi öğrenmek istiyoruz.
Bengi Öz: Bunlar T.C. hukukunda her zaman olan şeylerdi. İlk defa bu haksızlığa onlar maruz kaldıkları için bağırıyorlar. Bu yasalar 40 yıldır böyle. Sıkıyönetimde insanlar iddianameyle mi işkenceye alındılar zannediyorsunuz? İnsan hakları yeni yeni uygulanmaya başlandı, zamanaşımı ile ilgili evrensel ilke yeni getirildi. Ve bu da AKP ile getirildi. Bu konuşulmuyor ama "İnsan hakları çiğnenmektedir" diyorlar. "Düşünmek hâlâ suç" diyorlar. Evet, suç, Almanya'da da, İngiltere'de de hâlâ suç değil mi? “Bilmem kaç binlik üyesi olan sendikaya sabahın beşinde neden izinsiz giriliyor" diye soran gazeteler var. Birincisi, izinsiz girilmiyor, ikincisi sendikanın kaç bin üyesi olduğu orada DHKP-C üyesinin saklanıyor olup olmadığı ihtimalini kaldırmıyor. Dezenformasyonla insanların kafasını karıştırıyorlar. Asıl suç, bunu "AKP'nin yarattığı faşist düzen" diye göstermek. Başka bir yanlı yayın, bilişim polislerine Utah'ta eğitim aldıkları için "Fethullahçı bunlar" diyor. O yüzden "Ergenekon davasındaki CD'lerin hepsi yalanmış." Onlara göre, Gebze'de yerin altında çıkan belgeler de yalan, Mustafa Balbay'ın notları da. De ki Fethullahçı, olabilir, bu yine de polisin mesleki eğitiminin kalitesini düşürmez. Bunun “Alevi olduğu için veya Kürt olduğu için işini ahlaklı yapmıyor” demekten bir farkı yoktur. Yani anlayacağınız bu ırkçılığın ta kendisidir. Bunun, kendilerini demokrat ve solcu addeden gazeteler tarafından yapılıyor olmasını da toplumun bilinçli olarak yoldan saptırılma çabası olarak yorumluyorum ben.
- Başbakan Erdoğan’ın bile İlker Başbuğ'un durumu üzerinden eleştiri yönelttiği Ergenekon davasına dair sizin herhangi bir çekinceniz yok mu?
Sezen Öz: Ergenekon davası için bizden Doğan Öz'ün raporunu istediler. Ama bir müdahilliğimiz yok. O nedenle umudum var veya umudum yok diyemem. Ancak bir hukukçu olarak, yüzlerce dosyanın sonuçlanması için sabırla beklemek gerektiğini söyleyebilirim. Dosyalarda kişilerin aleyhlerinde kuvvetli delil yoksa tahliye de, beraat de edilirler.
- Askere bakışınızın değiştiğini söylemiştiniz. Davaya yönelik eleştirilerde, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a yönelik suçlama ve istenen müebbet cezası en çok ön plana çıkan konulardan biri oldu. Başbuğ'un tutuklanmasına dair siz ne düşünüyorsunuz?
Sezen Öz: Bakışımızın değişmesi, “TSK'yı yerle bir edelim” demek değil. TSK da ülke için gereklidir.
Bengi Öz: Ama TSK güvenilirliğini yeniden kazanmalı.
Sezen Öz: Bunun yeniden yerine oturması lazım. TSK, yurdunun içinde düşman arayacağına, yurdun dış etmenlere karşı savunulmasına kafa yormalı. TSK’nın, emniyet ve yargının alanına geçmemesi gerekir. Onların da diğer kurumlar gibi başka denetimlere tabi olması lazım. Askeri mahkemelerin de en fazla kendi iç disiplinlerine bakması gerektiğini düşünüyorum.
Bengi Öz: Yapılanlara bakınca, bu insanların büyük bir özgüvenle, yaptıklarının suç olmadığına, vatanı kurtarmak için yaptıklarına inanarak davrandıklarını görüyorsunuz. Bu, kendi başına bakıldığında çok masum duruyor. Buradaki sınır, yargıdan öte insanlıkla ilgili daha çok; kimin, nasıl, bir başkasının özgürlüğünü ihlal ettiği noktasında duruyor. Askerin ana görevi kendi halkına kıymak değil. Ana, baba ve çocuktan oluşan bir aile gibi düşünelim. Devlet anne, asker baba; çocuğu diyelim ki yanlış bir şey yaptı, ona ders vermek isteyebilirsin, besleyebilirsin ama ona komplo kuramazsın. Ona suçlu muamelesi yapıp, onu öldüremezsin. Geriye yeni bir evlat getiremezsin. O senin düşmanın değil, onu sen doğurdun. Bu mentalite askerde de, sivilde de geçerli olamamış. Caminin önüne bomba koyarak provokasyon amaçladıysan, bir çeşit iç savaşa yol açacak planlar yaptıysan, birtakım örgütler kurup onları beslediysen ve bu yüzden insanlar öldüyse bunlara nasıl suç demeyiz? Bunlar kâğıt üstünde planlar değil, kimse beni kandırmasın.
Sezen Öz: Kendilerini de kandırıyorlar, "Vatan için yapıyoruz" diyerek yaptıklarını suç olarak görmüyorlar. Ergenekon Savcısı, şunu saptamış: "Doğan Öz'ün öldürülmesi sıkıyönetimin ilanına neden olmuş." Danıştay saldırısında da, bir hâkim öldü, "Bu olayın da amacı sıkıyönetim getirmek, bu hükümeti düşürmek" denmiş. Çünkü bu hükümeti alaşağı ederlerse, iktidara gelecekler, ne amaçları varsa yapacaklar. Sistem böyle.
- Ergenekon davasına bakışınız sol görüşlü yakınlarınızla çatışmanıza sebep oluyor mu?
Sezen Öz: Zaten kapalı devreler oluyoruz gitgide.
Bengi Öz: Çok dost kaybettik.
Sezen Öz: Yıllar önce çok samimi olduğun, çok şey paylaştığın dostlar bu konular açıldı mı gerginleşiyorlar. İnsanın da o kadar vakti yok, bir iki görüşmede anlaşamayınca "Allah selamet versin" diyorsunuz.
- Tüm bu yaşadıklarınız ardından devletten özür bekliyor musunuz?
Sezen Öz: 35 yıl geçmiş aradan, şimdiki iktidarın hepsini yüklenmesi garip olur. Biz daha geçmişi yargılayamadık. Ergenekon ve 12 Eylül davası açıldı. Ama 12 Eylül öncesinde öldürülenlere ilişkin davalar açılmadı. Zaman aşımı da artık geçerli değilse, bunlar hakkında ne yapılacağı önemli. Yapı deşifre edilirse sokaklara çıkıp bayramını yapalım. Bir daha olmayacağını görelim, affedelim, bağışlayalım. Ben bunların bir daha yaşanmaması adına bağışlamaya hazırım.
- Bengi Hanım, siz hazır mısınız?
Bengi Öz: Şahsım adına bağışlayacak bir şey göremiyorum. Suç bana işlenmiş bir suç değil, bana işlendiği kadar komşumun kızına da işlendi. Bizden değil, toplumdan özür dilesinler. Dünya üzerinde babasız büyüyen binlerce kız çocuğu var, trafikten, adi bir cinayetten... Ama burada toplumun öncü bir kişisini, toplumun yüreğine korku salmak için öldürüyorlar. O dönemde 10 milyon insanın evine o acıyı, baskıyı sokuyorlar. Benden kimse özür dilemesin. Toplumda herhangi bir erozyon varsa bu insanlar niye bu kadar kötü diye düşünülüyorsa, o dönemde işlenen cinayetlere, yapılan işkencelere, bütün haksızlıklara, otuz yıldır bu anayasayı değiştirmeyen bütün hükümetlere bakmak lazım. Bu toplum nasıl iyi kalpli bir topluma dönüştürülür, hiçbir fikrim yok. Bence ilacı olmayan bir kansere bulaştırıldık. İsteyen istediği kadar özür dilesin, ne anlamı var?
© Tüm hakları saklıdır.