Gündem

Sanatçı Halil Ergün: Çapsız bir siyaset yönetimi var ve ülkemiz buna müstahak değil

"Siyasete girseydim beni ya vururlardı, ya istifa ederim ya da kirlenirdim"

Halil Ergün

14 Ağustos 2022 11:39

Sanatçı Halil Ergün, daha güzel, daha özgür bir dünya, daha demokratik, çocukların mutlu olduğu bir ülke için hep muhalif olduğunu belirtirken, “Bugünlerde beni çok yaralayan mesele şudur: Çapsız bir siyaset yönetimi görüyorum ve 'Bizim ülke buna müstahak değildir' diyorum. Kazanımlar yıkılıyor ve Türkiye’de toplumsal bir çözülme var kültürel olarak ve insani ilişkileri olarak. Bunu somut olarak görüyorum. Bu beni yaralıyor, yakıyor yani. Şimdi benim ülkemde konserler yasaklanabiliyor. Abuk sabuk gerekçelerle şarkı söyletilmiyor falan” dedi.

Ergün,  "Muhteşem bir kasabada büyüdüm. Oranın çok eski bir ailesinin çocuğuyum. Toprağa bağlı bir aile, yerli geleneği olan. Gölü olan, panayırları olan bir yerde çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Muhteşem bir anne ile babanın çocuğuydum, geniş sülalelerde yetiştik. Gölümüz vardı. Balıkların fırtına gibi, rüzgâr gibi estiği, sahillerde çok olduğu bereketli günlerdi. Merakım çok vardı ama hiçbir şeye özlemim olmadı. Ailem, şartlarımız. Bunu zenginlik anlamında söylemiyorum. İnsani bir ortamda yetiştim. İlk çıkışım kasaba dışında Bursa’yadır. Yani ortaokula girdiğimde şato seyretmeye geldik. İlk surlardan dışarı çıkışım odur." diye konuştu. 

"İznik, hâlâ biraz işgal altında bugünlerde"

Ergün şunları kaydetti:

Ama hiç kopmadım ki ben. Her tatilim, her dönüşüm; fakülte yıllarım, öğrencilik yıllarım, ailem, bugün de öyle. Sinema yaptığım zaman da başıma gelenler zamanında da hâlâ oradayım. Her şeyim orada, evim, barkım, hatıralarım, ailem, kardeşlerim, hep İznikli kaldım ben. Hiç kopmadım ki ondan ben. Yani şehirli olmadım, o kasabanın çocuğu olarak kaldım. Hâlâ biraz işgal altında bugünlerde. Üzgünüm yani mimari ve beton her yere saldırdığı gibi buraya da saldırmış durumda.

"Yaşadıklarımdan hiç pişman değilim"

Bir şey daha söyleyeyim, hayatımda pişmanlık kelimesi... 'Ben yaptım, benim tasarrufum' deyip, sadece tartışmışımdır veya muhasebe etmişimdir içimde. Bir kere yaşanmıştır. Yani pişmanlık ne kâr eder. Hiç pişman değilim yaşadıklarımdan. Onlar bana aitlerdi. Hayat ve yapısallığım o anda bir gün yanlış olduğunu fark ettiğim şey beni pişmanlığa götürmez. Bir daha tekrar etmemeyi besler bende. Hiç pişmanlık taşımam hayatta.

İlk aşkımı anlatıyorum size. Hiçbir yerde konuşmadım şimdiye kadar. Ben başarılı bir öğrenciydim. İlkokulu bitirdik ve ortaokula başlayacağız. Ortaokul resimleri var. Şapkalar falan takıp başlamıştık, heyecanlıyım. Kaydımızı yaptırdık, bir de işte modern kızlar vardı. Yani devletin memurlarının kasabadaki uzantılarının kızları, çocuklarıydı, farklılardı onlar. Bir gün koşuyorum çarşıda Ayasofya Kilisesi sonra cami olmuş orası. Oradan çarşıdan geliyorum karşıdan bir kız koşarak geliyor. Eteğinin rengini ve desenlerini bile unutmuyorum hiç. Görmediğim bir kız. Saçları uzun simit yapmış. Aşağıya doğru bir şeyler yapmış sallanıyor. Elinde bir tas vardı. Baktım benim yaşımda biri. Bir etek böyle kloş bir etek galiba ve kavuniçi ile yeşil bilmem ne renkli desenleri var büyük, büyük. Böyle birdenbire kaldım dedim ki 'O da okula gelse.' Kim olduğunu bilmiyorum. Çünkü kasabada yabancı.

Sonra okul açıldı. Okul bahçesinde sıra olmuşuz içeri gireceğiz. Tam sıra olmuşuz. Birden okulun kapısından bir kadın, siyah paltolu elinde kız. Annesi getirdi mi buraya… Yüreğimin çarptığını hissettim. Ondan sonra aynı sınıfta okumaya başladık. Sonra öğrendim ki çok eski oranın yerlisi bir amcanın, fotoğrafçı ünlü Pepiko amcanın kızıymış kendisi. Ve Bursa’dan gelmişler. Sonra okula geldik ben boyuna ona bir şeyler yapıyorum, şımarık da bir çocuğum biraz belki. Hani şımarık da demeyeyim de hep ilgi gören çocuk olduğum için ilgi göstermiyor bana. Ben gidiyorum kitabına asılıyorum, silgisini yıkıyorum falan. Ben arkada üçüncü, dördüncü sırada o ön sırada oturuyor. Kızlar daha çok önde oturur. Bir gün yine defterini çektim artık, 'Bana bak, merhaba, ne oluyor diye sor' dedim. Tabii bu aşkın çapını ya da derinliğini şu anda ölçemem ama 'Lütfen, insanla çok uğraşıyorsunuz' dedi bana. O gün bittim yani anladın mı? Bittim. Sonra başka bir flörtü oldu. Başka bir erkek arkadaşımızla. Böyle hep takip ediyorum. Sonra biraz şöyle bir ilişkimiz oldu. İlişki nedir yan yana konuşmak, bilmem ne yapmak falan gibi onu unutmuyorum. Sonra öbür aşklar işte yaşınla orantılı gelişmeler oldu elbette.

"Biz 12 Martlarda, 12 Eylüllerde hesap vermiş bir kuşağın çocuklarıyız"

Evliliği düşünmedim aslında. Şöyle ama… Bizim hayatımız maceralar hayatıdır. Fakülte yıllarında başlayan tiyatro mücadelesi ve en iyiyi yapmak. Tiyatro da kurduk falan. Kalabalık aile. İki abim birisi asker oldu. Birisi esnaftı Bursa'da. Sonra İsviçre’ye gitti orada kaldı. Sonra hapishane yıllarım oldu. Yıllarca biz 12 Martlarda, 12 Eylüllerde hesap vermiş bir kuşağın çocuklarıyız. Sonra sinema girdi. Bir de şey var aşkın ya da birlikteliğin ötesindedir evlilik, kurumsal bir şeydir. Pek de meraklı değildim ayrı. Hep bir hedefin peşinde koştuk yani benim bir sürü arkadaşım evlenmediler. Evlilik düşünecek halimiz yoktu. Kızlar, oğlanlar da öyle…

 Sonra sinema macerası başladı. Yılmaz (Güney) ağabeyin beni göreve çağırmasıyla bir çeşit. Çok sevdim ve kaldım. Kadere dönüştü sinema. Seks furyası başlamış, şarkıcı filmleri oluşuyor falan zordu. Bir de bir dönem var ve toplumsal içerikli film diye adlandırmışlardı o anlamda yani söyleyecek lafı olan filmlerin olması noktasının macerasına girdik o kolay değildi. Hiçbir zaman burada han-hamam, şöhret-möhret, en güzel kadın, en çok para, hiç aklıma gelmedi ben otellerde gelip, gidip kaldım. Yalnız şu kadar var bir tane As Otel vardı turneyle gelirdik. Biraz üç kuruş elimize para geçince Londra Otel’e terfi ettim.  O arada bu işin şey yanı bu mesleki ya da var olma yanı. Bir film bir maceradır. O film çekilir, bu film, lezzet, o çevre, var olma savaşı, bir tarafıyla da ihtiras değil de onun üzerine gitmek... Bizim hayat tarzımız toplumsal gelişmelerden Türkiye’nin toplumsal tarzın dışında olmadı. Biz öyle bir kuşağız. Öyle bir 68 kuşağıyız. 

 Sonra hemen mesleğe atılmadım işte orada hariciyeci olacak diye gönderdiler okula, fakültede derslerim var. Derken tutukluluk geldi. Sonra afla çıktım. Kasabamda evime döndüm yine başka bir yerim yurdum yok. Babam 'Tamam istemiyoruz artık gel toprakların başına, seni evlendirelim, traktör alayım' falan dedi. Bu arada cezaevinden çıkmanın ikinci ayında geldi haber sinemaya başladım. O bir macera. Ha şimdi bu film, bunun tadı, bunun bilmem neyi derken bir de biraz yeni bir çevre tanıyorsun o da yeni bir başlangıç gibi yeni insanlar var. Sinemadan çok, tiyatrodan çok tanıdıklarım vardı İstanbul’da. Vay ben evleneyim de şu kız, bu kız öyle bir şeyim çok olmadı zaten. Ama bu şartların içinde bir tepkiydi bir süre sonra tabii aile meselesi iki abim çektiler gittiler. Kız kardeşlerim var. İki kız kardeşim vardı. Çok ilginçtir ki ikisinin de eşleri çok erken öldü. Çocuklar kaldı. Onlarla ben ilgilendim. Koca koca adam oldular. Geniş aileyiz, 6 kardeşiz biz. Sonra da 50’li yaşlara geldik. Bundan sonra ne evlenmesi oldu. Bir kadere dönüştü bir çeşit. Bundan sonra da bilmiyorum yani. Bazen espri yapıyorum. 'Yok ya bana niçin gelecek' diye. Belli ölçülerle gelecek, o eski ilk aşkın buluşması üzerine oturan bir evlilik olmayacak hiçbir zaman. İyisi mi böyle gitsin.

Yeğenimi ben büyüttüm annemle. Annesi öldü öğretmenimdi. Abimin eşiydi. Çocuğunu kucağına alamadan öldü. Kaldı çocuk ve ben onu büyüttüm şimdi İsviçre’de yaşıyor. Oğlum yani. Onla yaşadım ben babalık duygusunu. Bunu ancak bir romandaki gibi duygularımı açıklayarak, olaylarla, doğayla ilişkili falan anlatabilirim yani...

"Çocuk esirgeme yurdundan çocuk alacaktım, tehlikeli buldum"

Böyle bir ara hatta şey bile düşündüm. Bir tane arkadaşa söyleyeyim nikâh yapmamız gerekmeyen bir çocuk yapalım. Bir baktım komik bulduk. Sonra çocuk esirgemeden bir çocuk alalım dedim. Tehlikeli buldum onu da tartıştım. Bir süre sonra kaldı çocuklar. Şimdi yeğenlerimin çocukları var. Bir tane okuttuğum kız yeğenimin çocuğu oldu. Sonra ben sevgiyi insan ve çocuk üzerine kurdum. Ben bütün çocuklara heyecanlanırım. Radikaliz biz ya. İnsanlar doğarlar, büyürler, askere giderler, evlenirler, çocuk yaparlar, ölürler. Nokta bir hayatı hiçbir zaman kendime güzergâh olarak düşünmedim. Her gün yeniden heyecan hayat. Daha göreceğimiz, yaşayacağımız çok şey var.

Bizde çok vıcık vıcık ilişki yoktur. Böyle vıcık vıcık öpmek, canım, gülüm falan… Feodal bir aile gelişimi içinde hele erkek çocuğu falan onu hep anlatıyorum bir yerlerde. Mesela ben danslar manslar vardı ya moda halinde. Biraz kıvırır gençler, bayılıyorum ama ben hala çiftetelli oynayan bir adamım. Anlatabildim mi? Bir gün uyuyorum, birden bir rüzgâr esti, alnımdan biri öptü. Alnıma dokunma oldu ve ‘Yavrum’ dedi. Hiç açmadım, annemin sesi, 'Ya bu kadın beni çok seviyormuş galiba' dedim. Annemle başka bir ilişkiye başladım. Babam da meleklerin adamıdır. Biraz yerli ve biraz Cumhuriyet kültürüne, Osmanlı kültürüne organik bağı olan bir ailenin, çok eski yerleşim yerinde insanı.  Birden 'Ya annem de bir kadın' dedim öbür tarafta ahkâm kesiyoruz ya kadın meselesi, kadın hakları, e annen ne? Sade evde koşturan, her şeyin de kahramanıydı. Onunla daha yakından ilgileniyorum. Bir gün bana 'Oğlum baban bir gün bile giydiğim yeni bir elbiseyi fark etmedi biliyor musun' dedi. Ah… Bu çok basit bir laf gibi görünüyor ama bir kadın istemiş, yani 'Çok yakışmış karıcığım' demesini demek ki ya. Babamın her şeyi var, mal, mülk hatta şey derdi 'Bir Fatma’ma doyamadım bir höşmerime doyamadım' derdi. Kendi annemde bir evliliğin getirdiği her şeyi doyurduğu anlamına gelmiyor imkânlar. Kaç evlilikler gördüm kendi ailemde dehşet şeyler. Bu evliliğe karşı olmak anlamında değil söylediklerim. Sen sorduğun için kendimi anlatıyorum. Ben böyle oldum. Kim bilir belki hayat bu, bu yaşta birdenbire birisi gelip bir 'Tokat vurur' duyarsın nikâha gitmiş diye. Ne bilim ben, bilmiyorum yani hayat bu.

"Çapsız bir siyaset yönetimi görüyorum"

Kızmak değil de kırgınlığım, heyecanımı öldüren şeyler oldu. Benim kuşağımın içinde, ülkenin daha güzel günlere gitmesini talep eden bir ruh var. Muhalif saflarda olmuşumdur her zaman, daha güzel günler için tabii. Muhalif derken, siyaset yapmak anlamında söylemiyorum. Daha güzel dünya, daha özgür bir dünya, daha demokratik bir dünya, daha çocukların mutlu olduğu bir dünya, ülke. Bugünlerde beni çok yaralayan mesele şudur: Çapsız bir siyaset yönetimi görüyorum ve 'Bizim ülke buna müstahak değildir' diyorum. Bu kadar kapalı konuşayım. Kapalı değil de yani derinliğe girip de çok bilmişizdir, biz her şeyi söyleriz ama söylemeye gerek yok. Bir tek şey var. Benim Cumhuriyetim var. Kahramanlar kurdular, başta Mustafa Kemal ve arkadaşları. Kör topal Cumhuriyet'in kazanımları var. Adalet, gelişme, daha güzel günlere gitmek gibi yeni bir kültürün buluştuğu bir sürecimiz vardı. Kazanımlar yıkılıyor ve Türkiye’de toplumsal bir çözülme var kültürel olarak ve insani ilişkiler olarak. Bunu somut olarak görüyorum. Beni yaralıyor, yakıyor yani. Ülkemiz buna müstahak değildir. Bu dalga dalga insanımıza da yansıdı, taşraya da gitmiştir. Bunu ben yaşarken hayatın içinde insan ilişkilerinde görüyorum. Beni yakan bu.

"Şimdi benim ülkemde konserler yasaklanabiliyor"

Şimdi benim ülkemde konserler yasaklanabiliyor. Abuk sabuk gerekçelerle şarkı söyletilmiyor falan. Gündeminde olmuyor yönetimlerin. İnsanlar bile televizyonlarda bakıyorlar. Öyle değildi Türkiye. Bir uzun yolculuğumuz vardı. Yine yakalanacaktır bu yurdumuzda, yani daha güzel günlere... Bunu, dar bir siyasetçi ve bir siyasi reaksiyon olarak söylemiyorum. Bir yurttaş olarak söylüyorum: Eğer yurtseverlik varsa, eğer geleceği beslemeyi, daha güzel günleri savunuyorsak talepkâr bir toplum olmalıyız. Ağlaşan bir toplumuzdur biz. Ağlaşmak başkadır, talep etmek başkadır çünkü demokrasilerde. Talep eden bir toplumu oluşturmanın, biriktirmenin kavgasına girmeliyiz. Her kesimdekiler, sanattan, kültürden, iş dünyasından, emekçilerden falan yeni bir dil bulmanın ve bunu hayata geçirmenin çabasına girmeliyiz diye düşünüyorum.

"Özgür bir toplumdan yanayım"

Devlet baskıcılığının değişmesini isterim. Özgür bir toplumdan yanayım ben. İnsanların özgürce gelişmeleri, insanlaşmayı daha çok besler. Yasakçılık, şiddet, baskı ve zulüm insanın insanlaşma macerasını keser. Yamyam ilişkiler ortaya çıkar. Edebi söylüyorum ama böyledir. Onun yanında tartışacak bir sürü mesele var, eğitimde, adalette, sanatta… Yani hayatın içinde çok şey var ama onlar uzmanlık alanlarının konuşmaları, her kesimin uzmanları vardır. Onların özgürce yaratmaları olarak bakıyorum.

"Siyasi açıdan hiçbir şeyin başı da olmak istemedim"

Ben siyasete girmedim. Siyasi açıdan hiçbir şeyin başı da olmak istemedim. Ben mesela Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği (ÇASOD) başkanı oldum. Bana ihale ettiler, sadece kuruluş bildirisini yazdım. Yapmayın, ayrılmayın derken bana kaldı. Benim dedem ilk Meclis üyesi. Erzurum- Sivas’tan gelen rüzgârın... Adı Halil İbrahim Ağa’dır. Belediye başkanlığı yapmıştır kasabamızda. Neyse, benim hiç öyle merakım olmadı. Siyasete atılıp, işte milletvekili olmak, ilçe başkanı, il başkanı, parti başkanı falan hiçbir gün. İhtiras başka bir şeydir siyasette. Çünkü siyaset yanlış uygulanıyor Türkiye’de. Ama şunu söylemek istiyorum. Siyaset sadece partilerin konuşmaları, nutukları falan değildir. Siyaset toplumsal işlerin çözülmesi üzerine, kurulması üzerine, yakalanması veya değiştirilmesi üzerine bir yaklaşım kültürüdür. Sanat da siyasettir. Roman da siyasettir. Siyaset olunca illa partililer, parti üyesi, parti başkanı, parti bilmem nesi falan yapar diye bir şey yok. Sanat siyasal bir eylemdir. Aşkın da siyaseti vardır, dostlukların da günlük hayatın da aile ilişkilerinin de. Siyasete böyle bakarız biz. Bir de siyasal tavrımız oldu elbette. Bunların gerçekleşmesi, biriktirilmesi, gelişmesi için siyasi yöneticiler, kurumlar o yönden destek olduk, zaman zaman da oy verme olarak. Ben genel olarak Türkiye’nin geleceğini, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin özgür bir Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunmanın saflarında bir siyasi bir tavır içerisinde oldum.

"Belediye başkanı filan olma çabam olmadı. "

Belediye başkanı filan olma çabam olmadı. Film çekiyoruz rica ettiler. SHP’ye destek vermiştim. Fikri Sağlar Kültür Bakanı olunca bana 'Hadi gel bakalım' dedi. Neyse Türk sinemasının sorunları, danışmanlık. Gittim 4-5 yıl danışmanlık yaptım Kültür Bakanlığı'nda sinema ile ilgili. O ayrı bir macera, kitap gibi anlatırım. Film çekiyoruz. Bir otobüs geldi SHP Beyoğlu İlçe Örgütü, oturdular. Ben de 'Merhaba, hoş geldiniz' dedim. Filmi sahilde çekiyoruz, hatta set durdu. Sonra 'Belediye Başkanlığı adaylığı teklif ediyoruz' denildi. 'Nereden çıktı ya' dedim. Ben hiç düşünmedim bile. İkna etmeye çalışıyorlar falan, güldüm. Sonra oradan bir arkadaş, 'Bunu yapacaksın arkadaş. Öyle kaçmak yok' dedi. Böyle havaya mı soktular, tahrik mi edildim. Telefon ettim Fikri Sağlar’a 'Sen bilirsin' dedi. Bilge falan oradan 'Yap' dediler. Beyoğlu olması var ya kültür merkezi, sanat merkezi, orada çok şey yapılır. Birden öyle ben de kabul ettim, geldim.  Bir baktım başka aday da varmış meğer. 'Ya beni niye getirdiniz' dedim. Bana söylemişti üstü kapalı Fikri (Sağlar) Bey. Ama pişman değilim. Muhteşem, onurla anacağım bir süreç oldu. Kazanmıştık da. Yani kucakladı baya beni o yöre. Sanatçılar, arkadaşlarımız. Kazandık gibi aslında. Taksim’deki bizim Ahmet Sezer Alilerin Taksim Sanat Evi’nde işte kutlama gibi oturuldu, sanatçılar, arkadaşlar dolu falan yorgunum da ben bıraktım, bırakırken de gece saat 02.00 falan mıydı neydi. Kazanmıştık gidiyorduk. Evim yok Londra Otel’deyim. Sabah bir haber, kaybetmişiz. Yani kazanmamışız.

Ama şunu söyleyeyim orada işte ta oralardan başlayan meseleler. Karşımızda herkes girdi. Gittim ben ÖDP’ye 'Arkadaş ne yapıyorsunuz ya' dedim. Seçime aday koydular. CHP yeniden açılmıştı. Deniz Baykal gelmişti başına. Onlar aday koydular Ertuğrul Günay’ı bak şimdi… Zülfü de Büyükşehir Belediye Başkanı adayı. Sonra baktım DSP'nin kuruluşunda Bülent (Ecevit) Bey’e yardım ettim. İznik’te telefonlar, sanatçıları toplayıp konuşturdum. Çünkü Arayış Dergisi’nde çok doğru yazılar var diye. Bu partili olmak değil. Biz şimdi bugün de partili falan değiliz ama doğru söyleyene sempati duyarız. Bunlara bile sempatik baktım başlangıçta. 'Demokrasi, basın özgürlüğü, insan hakları, Avrupa Birliği' dediler diye baktım. Sonuçta muhteşem bir hayat, daha detayları var girmeyeyim de. Hesap şu: Bak ellerimiz ile verdik kendilerine, kendilerine demokrat, solcu filan diyen arkadaşlar. Ellerimizle tepsi ile iktidarı bunlara verdik, bir daha da bırakmıyorlar görüyorsun işte. Bir sürü projemiz vardı. Deniz Baykal beni sonra yine zorladı oralara girmeyeyim.

"Siyasete girseydim beni ya vururlardı, ya istifa ederim ya da kirlenirdim"

(Yeniden siyaset düşünür müsünüz sorusuna yanıt) Hayır. Yani görev gelirse yaparsın ama bu yaşta yok yok. Artık siyaseti gençler yapsınlar, gelişsinler. Taptaze çocuklar. Bütün bu gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan sonra. Bunu başka yerde konuşmadım: 'İyi ki de olmamışım' dedim. 'Beni ya vururlardı rantçılar ya istifa ederdim ya da kirlenirdim' dedim. İyi ki olmamış. Bunu söyledim. Çünkü tanık olduğum çok şey oldu sonra. Başka türlü bakıyoruz hayata. Bir kere şu siyasetçiler, siyasete girenler her aşamada yer kapmaktan vazgeçsinler. Kimileri delege olmak için, kimileri ilçe başkanı olmak için, kimileri ilçe yönetim kurulu üyesi olmak için, kimileri il yöneticisi olmak için anladın mı? İl yönetiminde, belediye meclisinde, kimisi belediye başkanı, sonunda da milletvekili olmak için buluşma yeri olmaktan çıkarsınlar. Kitlelerin hayatlarını daha doğru, daha zengin, daha yaşanır hale getirecek çaba, taleplerine karşı gelişmenin bunun nutuk atmak olmuyor. Pazarda domates 50 lira olmuş, salatalık 3 kuruş olmuş, vah vahla olacak iş değil bu. Yeni bir dünyanın tadını yaratacak, taleplerini besleyecek çalışmalar yapmak lazım. Ama bugün için Türkiye halkına bu kadar çok çelişkinin, çatışmanın ve yanlışlığın – ağır laflar söylemek istemiyorum, çünkü sakin olmaya çalışıyorum. Hala, kavrayıp da nerede benim hatam demiyorsa mübarek olsun ömrümüzü verdik, halk halk diye.

 10 sene sürekli kesintisiz dizi çekmem ve dizilerimin hep bir numarada kalmış olması yakın çevremde bile tatsızlık yarattı anladın mı? Türkiye başarıyı çok sevmez. Arkanı döndüğünde her türlü gerekçeyle seni reddetmek ve boş ver demek kültürü çok gelişkindir: Yanlış olan bir şeydir bu. Ben hep şunun kavgasını yaptım. İddia ile söylüyorum her zaman 'Başarıları aşağı çekmeyiniz, başarılar büyütülsün, tarla büyüsün' dedim. Buğday atabileceğin, tohum atabileceğin yer çok iyi hazırlansın ki bitsin. Sana da yer çıkar sende varsa bir şey. Ama her şeyi aşağı çekip, her filmi, her oyuncuyu, yönetmeni, aktörü veya kitap veya başka alanlarda bizim böyle bir başarıdan rahatsız olma alışkanlığımız vardır. Ben öyle yapmadım. Ben bugün bir sahne seyrediyorum bir filmde, bir oyuncuyu seyrediyorum 'Allah’ım ne güzel oynamış aç şu telefonu tanıdığımsa ne güzel oynamışsın' diyeyim diyorum. Geçen gün Sinan’ın seyretmediğim bir filmini gördüm. O kadar beğendim ki Sinan’ı aradım, buldum, 'Çok güzel filmmiş' dedim. Ben bütün bunların zenginlik olduğunu düşünüyorum. Sen de yapacaksan bu işi. Önce bir yer hazırla. Ekmek için önce tarlalar sürülür, hazırlanır. Gübreler kıştan atılır karıştırılır, sonra buğdaylar atılır, üstüne tırmık çekilir ve buğday tarlası çıkar. Ama sen hazırlanmamış bir tarlaya buğday atarsan fareler yer, kuşlar yer birkaç tane biter. 

"Polemiklere girmek istemiyorum"

Hiçbir kanalda kim var, kim yönetici hiçbirini bilmedim ben. Kim film çekecek, kim kanal yapacak? Ben bugüne kadar çok konuşmadım. Ne siyasal tutumumla ilgili ne kendimle ilgili ne bana saldıran pislik laflarla ilgili hiç cevap vermedim şimdiye kadar. Onun için dikkat ediyorum. İstemiyorum polemiklere girmeyi. Bu dönem kanallar var, diziler yapıyorlar. Seyretmiyorum. Yorgunum biraz, müzik dinliyorum. Bir de malum bazı kanallar var. Onları da haberleri izlemek için açıyorum. Ülkede kırgınlığım var yurttaş olarak. Bana iş verilmiyor falan, öyle bir derdim yok benim. Hoş pek de gelmedi o meşhur televizyon kanallarından. Bir de prensip olarak bu dönem yapmam. Biraz daha angaje olmayan kanallar hayata geçer, yeni bir kültüre otururlar, bana da bir pay düşerse oynarım. 

 Şu kadarken (eliyle gösteriyor) ben sinema seyrettim. Çünkü babamın makinistlik yaptığı, hala oğlunun da gidip filmler getirdiği kerpiçten yapılmış bir sinema vardı. 5 yaşında, oralar tek eğlence yeriydi. Bütün filmleri seyrettim. İlk böyle Muhsin Ertuğrul’un filmlerinden Suzan Yakarlardan, Nevin Ayparlardan, Cahide Sonkulardan oralardan başlayarak Belgin Doruklara gelen Muhterem Nura arkadan Türkan Şoray, Fatma Girik. Büyük isimler. Öyle çok oyuncu falan olmak istemedim. Ama heyecanla andığım insanlar vardır. Sonra ben sinemacı oldum. Fatma Girik… Şu kadardan başladı biliyorsun filmlerde, seyretmişsin bakıyorsun falan. Fatma Belediye Başkanı oldu sonra. Bir sanatçı olarak bizim derneğimizin bir üyesi olduğu Nur (Sürer) ile çok giderdik Fatma’ya. O dostluğun, açık kalpliliğin ve dobralığın kadınıdır, insanıdır daha doğrusu. O keyif verir insana, sırtını dönünce sana hiç bıçak çekmeyecek kadar yiğit bir kadındı. O çok önemli. Bir de esprisi vardı. Hayatı gırgıra alıyordu. Fedakârdı. Ölümü beni çok çok sarstı. 

Beni ilk defa çıkaran o (Fatma Girik) oldu yurt dışına. Belediye başkanıydı Hollanda’ya gidiyor. 'İlla sen de gel' diyor. 'Bir kültürel çalışma yapalım' dedi. Bizim dışarı çıkışımız yasaktı. Sonra Turgut Özal’a haberler gönderildi şunlar bunlarla. İzin alarak çıktım. İlk öyle ile başladık. Sonra Hollanda'ya, Almanya’ya gittik. Berlin’e falan. Mutlu oldu mu? Oldu. Çok güzel filmlerle iz bıraktılar daha ötesi var mı? Böyle şakır, şakır bu ülkenin, bu toprakların evlatları var. Onlar kalacaklar. Nazımlar, Yaşar Kemaller bunların hepsini tanıdım. Onlarla yaşamış olmanın mutluluğu var. Büyük oyuncular hepsi. Hep kurtulacak diye baktık çok direndi espriyi hiç bırakmadı. Hala bak tıkanıyorum, kanıyorum. Ona gelmemeliydi sıra diye düşünüyorum ama hepimizin olacağı belli. Herhalde istasyonlarımız daraldı, azaldı. Biliyorsun duraklarımız çok azaldı yaş olarak süreç olarak. Fatma (Girik) o benim aşkımdı.

"Yaşadığım kırgınlıklarım var, vasiyetimdir öldüğümde tören istemiyorum"

(Röportaj öncesi öldüğünüzde tören istemediğinizi söylemiştiniz): Evet istemiyorum. Ben çok yerli bakıyorum hayata. İznik bir avuç. Aile mezarlığım da orada. Orada gömülmek istiyorum. Çok tanık oluyorum orada. Biçimsel bir şey uygulanıyor aynı işte meclis önünde yapılır ya biçimsel şeyler gibi. Ölülerin tabutlarının arkasında. Canı çeken, içi çeken gelir. Ben size bir şey söyleyeyim evimde 40 tane ciddi ödül var gelirsen görürsün. Yurt dışından, yurt içinden onlarca var. Ben bir gün bile bir tebrik telefonu almadım biliyor musunuz, arkadaşlarımdan, çevremden. Ancak festivalde ödül aldığım yerden birileri varsa 'Tebrik ederiz demişlerdir.' Çok tanık oldum. Cenazelere gidiyoruz, konuşmalara bakıyorum. Cenaze namazı kılınır, götürürsün. Kadınlar gelmez. Baksana şimdi gene fetva veriyor. 'Kadınlar gelmeyecektir cenazeye' diye. Bundan daha fahiş ne olabilir hayatla ilgili. Böyle bazı birikmelerim var. Çünkü bazı yaşadığım kırgınlıklar var. Kendi şahsi ilişkilerimden, en yakın dostlar var. Hiç küsmek falan değil. Sadece artık hayatı biraz daha kristalize ediyorum ve daha yük olmayan şeylere yöneliyorum... Vaktimiz az kaldı. Yani komşulara, aileme telefonlar veriyorum. Çalışanlarıma 'Öldüğüm zaman haber verin gelsin yeğenlerim alsınlar götürsünler cenazemi' diyorum. Zaten duyulur o anda öldüğüm. Çok seven varsa otobüse atlar gelir.

Vasiyetim bu (tören) istemiyorum. Tabii çok samimi insan vardır, etkilenir. Ben de gittim bir sürü değerli arkadaşımızın, ağabeyimizin, saygı duyduğum kişilerin cenazelerine. Ama genel bir kültürü söylüyorum. Yani vazife ifa etmek noktasında bir şey olduğunu görüyorum. Kimse vazifeli değil benim ölmemden. Ne kadar kaldıksa sedamızla anılırsak anılırız.

Sanatla uğraşan biri olarak hayatım boyunca tiyatro, sinema ya da buna benzer bir sürü meseleyle iç içe olarak yaşadığım. Bir sürü arkadaşım, bir sürü insan gibi bir toplumun ileriye sıçramasının temel yatağı sanat ve kültür dünyasıdır ve çoluk-çocuğumuzu, gençlerin eğitim programı içerisindeki gelişmelerde sanattan nasip almalarını sağlayacak programlar ve uygulamalar yapsın aileler. Türkiye toplumu kültürüne, sanatına çok sahip çıkmalı onun üstüne oturur. Oradan yetişsin gençler çünkü bak bunu hep söylüyorum. Dünyanın neresinde bizim yaşadığımız topraklardaki kadar medeniyetlerin yaşadığı bir toprak var? Kaç uygarlık yaşadı? Kaç kültür yaşandı? Biz bütün bunların mirasçısıyız burada. Burası Anadolu toprağı. Yani sonra da işte Selçuk’u ve Osmanlısı geldi bütün bu mirasların sahibi biziz. O yüzden burası dünyada gösterilebilecek kadar şey olması lazım, yaratıcı olması lazım diye düşünüyorum.

Başka iş yok mu yapılacak? Tabii o ayrı. Bir de insan olarak kendi hayatlarını talep etmeli insanlar. 'Ben sana vergi veriyorum, ben bu topraklarda yaşıyorum. Benim elimden çıkan oyla siz oraya geliyorsunuz benim hayatımı doğru dürüst düzenleyeceksiniz. 'Sizin maceranızın malzemesi değilim' lafını söyleyen bir halkın oluşması lazım. Gençler de bu noktada hassas olsunlar." (ANKA)