27 Mart 2014 11:53
Eski Yargıtay Başkanı Prof. Sami Selçuk, Zaman gazetesinde başladığı açık mektuplar yazı dizisinin üçüncüsünde 17 Aralık sürecinden sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’a seslenerek, "Yargıda kararlar oyların çoğunluğuna göre verilir. En çok oya göre değil. Bu ise sizin için çok tehlikeli. Özetle isterseniz %99 oy toplayın, aklanmış olamazsınız" dedi.
Sami Selçuk'un Başbakan'a yazdığı ikinci mektub şöyle:
Sayın Başbakan, Dün üzerinde durduğum olay doğru ise, ne yazık ki, sadece adil yargılanma hakkının ve adil yargılama ilkesinin en az güvencesini dile getiren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5, 6., İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10., Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14., Anayasa’nın 19, 36, 37, 138, 142., Ceza Yargılama Yasası’nın 22. vd. maddelerine ters düşmekle kalmıyorsunuz, adalete ilişkin değerleri de çiğnemiş; üzülerek belirteyim savcıların kendiliğinden el koyması gereken bir suçu da gündeme getirmiş oluyorsunuz:
Türk Ceza Yasası’nın 6/(1)-d. maddesi yoluyla 288. maddesinde tanımlanan “adil yargılamayı etkilemeye kalkışma suçu”. Bu tür kovuşturmalardan şimdilik kurtulabilirsiniz. Ama sonsuza dek kurtulamazsınız. Çünkü “yasalar zaman zaman uyusa bile, hiçbir zaman ölmez” (dormiunt aliquando leges, numquam moriutundur); “hiçbir suç (da), cezasız kalamaz” (nullum crimen sine poena). Lütfen sadece yasalara uyun, sadece onlara dayanın ve sığının. Her zaman “yasanın koruması, insan korumasından daha güçlüdür” (fortiori est custodia legis quam hominis) ve de “hiç kimse yasadan daha akıllı değildir” (neminem opertet esse sapientiorem legibus).
Şu anda sizden bir isteğim olacak: Lütfen işgal ettiğiniz etkili konumu/makamı düşünerek kendinizi yargılanan sanıklarının yerine; elinizi de vicdanınıza koyun. Siz bu koşullar altında yargılansaydınız ne yapardınız? Elbette haklı olarak kıyameti koparırdınız ve ben de sizin yanınızda olurdum. Buna benzemese bile geçmişte haksız yere hüküm giydiğiniz zaman sizin yanınızda olduğum gibi. Bu konuyu lütfen bir kez daha düşünün ve yanıtını mertçe/yiğitçe kendiniz verin, Sayın Başbakan. Şöyle bir düşünmeniz bile yeterli. İçten olmak koşuluyla elbette. Siz o sanıkların yerinde olsaydınız, halkın çoğunluğu tarafından iş başına getirilen ve yürütmenin başı olan başbakan da yargıyı etkilemeye kalkışsaydı, o yargıya güvenebilir miydiniz? Bakan böyle bir buyruğu kulak ardı etseydi bile yürütmenin yargıyı etkilediği görüntüsü adaleti sadece gölgelemez, çökertirdi de. O yüzden buna benzer davranışlarda bulunanları “kamuoyu demokrasisi”nin bulunduğu ülkelerde halklar hiç bağışlamamış, sorumluları çekilmeye zorlamıştır.
Bizim ülkemizde kamuoyunun böylesine duyarlı olmaması sizin tutumunuzu meşru kılmıyor, Sayın Başbakan.
Esasen sizin bu konuda borçlarınız var, ötekileştirdiğiniz halka. Siz ki, milletvekili olarak bu devleti kuran sözleşmeye, yani Anayasa’ya bağlı kalacağınıza “namus ve şeref”iniz üzerine ant içtiniz (Başlangıç, m. 9, 81, 37, 38, 138-140). Demek, sizin başta gelen görevlerinizdir devletin yaslandığı değerleri, özellikle de erkler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkelerini korumak. O yargı ki, bağımsız ve yansız olduğu görüntüsünü yitirdiği anda bile sarsılır. Öylesine duyarlıdır ki, yasalar, karar öncesi görüşme bittikten sonra oylamayı en kıdemsiz yargıçtan başlatır (CYY, m. 229). Nedenini bilir misiniz? Kıdemsiz yargıçlar kıdemli yargıçlardan etkilenmeden özgürce oy kullansınlar diye. Böylesine duyarlı bir düzeni siz de aynı duyarlılıkla korumak zorundasınız, Anayasa ve bulunduğunuz konum gereğince. Görüyor ve üzülerek izliyorum ki, bu denli duyarlı bir hukuk sisteminde siz, yukarıdaki yükümlülüklerinizi yerine getirmek şöyle dursun, bunun tam tersini yapıyorsunuz. Her Allah’ın günü meydanlarda yargının belli bir inancın etkisinde kararlar verdiğini, yansız olmadığını, verilen kararların haksız olduğunu haykırıyorsunuz.
Düş kırıklığı içindeyim, Sayın Başbakan.
Unutmayın. Sadece kamuoyu ilgilenmez bu konularla. Bir de tarih var. O tarih, yalnızca Sakarya Savaşı gibi zaferleri yazmaz. Abdülaziz’i öldürme suçundan dolayı işkenceyle söylettiği yalanlarla Mithat Paşa’yı yargılayıp ölüm cezasına hükmeden Yıldız Mahkemesini ve bu Mahkemenin duruşmaları sırasında yargıçların arkalarındaki bir koltuğa oturan ve yetiştirdiğimiz en büyük hukukçulardan biri olan Yargıtayın ve Danıştayın kurucusu Adalet Bakanı A. Cevdet Paşa’yı da yazar. Yazar yazmasına, ama hiç bağışlamaz. Size göre utanılası(!) da olsa yansızlık ve nesnellik ilkelerinin çiğnendiğini de kaydeder.
Üzüntümü artıran bir başka neden de, bu konuda partinizin kurucularından olan Sayın Cumhurbaşkanı da, milletvekili ve Cumhurbaşkanı olarak Anayasa’ya bağlı kalacağına ilişkin sizin gibi “namus ve şeref”i üzerine iki kez ant içmesine (Ay, m. 103, 81) karşın, halkın gözlerinin içine baka baka Anayasa’ya aykırı olduğunu açıkladığı son yasaları yasama erkine “geri gönderme yükümlülüğü”nü kullanmamış, hukuksal dayanaktan ve meşruluktan yoksun, kendinden menkul bahanelerle onamış, size arka çıkarak işlerinizi kolaylaştırmıştır.
Bilirsiniz, mahkemelerde yargıçların oturduğu yerin arkasında sürekli bir özdeyişe yer verilir: “Mülkün/devletin/düzenin temeli adalettir.” Hemen bütün toplumlarda, bu özdeyişe rastlarsınız. Sırasıyla Latince, Osmanlıca, Almanca, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca’larını yazıyorum size: Justitia est fundamentum regnorum, el adl-ü esas-ül mülk, Gerechtigkeit ist die Grundlage des Lebens in der Gesellschaft, la justice est le fondement de la vie en société, justice is the foundation of life in society, la justicia es el fundamento de la vida en la sociedad, la giustizia è il fondamento della vita nella società. Elbette bir rastlantı değil bu. Adalet ise hukuka dayanır. Hukuk da bu adaleti şu ilkeleri gözeterek sağlar: “Onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek, herkese hakkını vermek” (juris praecepta sunt haec: honeste vivere, alterum non laedere, suum cuique tribuere).
Bildiğiniz üzere, Sayın Başbakan, ceza hukuku değerleri korur. Bu değerlerden biri de kuşkusuz devlettir. Evet, kamusal ve vazgeçilemez bir değerdir, devlet. Ama insanlar devlet için değil, devlet insanlar içindir. O devlet, elbette hukuka dayanmak zorundadır. Devlet değerini koruma bağlamında sözgelimi, zimmet, kamu araç ve gereçlerini suçta kullanma vb. suçlar işlendiğinde “dürüstlük”; yiyicilik (irtikâp), rüşvet vb. suçları işlendiğinde “eşitlik ve yansızlık”; sırrın açıklanması suçu işlendiğinde görev gereğince “öğrenilen bilgileri dışarıya sızdırmama”; işi bırakma, grev vb. suçları işlendiğinde “kamusal görevin sürekliliği”; görevde yetkiyi kötüye kullanma, ticaret yasağı vb. suçlar işlendiğinde “yasalara uyma” ilke ve değerleriyle birlikte yıkılan, çöken, devlettir. Çünkü hukuka dayanan hiçbir devlet, bu değerlerden vazgeçemez. “Bütün hukuk insanlar içindir” (hominum causa omne us constitutum est). O zaman elimizde tek çare vardır: Bu değerler yıkılınca onları hukuk yoluyla yeniden kurmak. Kurmak için de bu değerleri yıkanları cezalandırmak gerekir. Suçlular cezalandırılmazlarsa düzen ve devlet yok olur. Unutmayalım ki, “kötüleri koruyan, iyilere zarar verir” (bonis nocet, qui malisparcit), “haksızlık haksızlığı mazur göstermez” (injuria non excusat injuriam) ve Siz Sayın Başbakan, “haksızlığa karşı çıkmazsan(ız), bizzat sen/(siz) haksızlık etmiş olursun(uz) (injuriam ipse facias, ubi non vindices). Yeri gelmişken size ortak değerimiz Hz. Muhammed’in bununla bağlantılı bir “kavli ve ameli sünneti”ni de anımsatmak isterim. Savaşta elde edilen “ganimet”in bir parçasını gizlice alıp heybesine koyan kişi öldüğü zaman Yüce Peygamber, onun namazını kılmayı sözle ve eylemli olarak reddetmiştir.
Bu konuda önünüzde iki seçenek var. Ya yargıya başvuracak ve bunları çürüteceksiniz ya da bunlarla birlikte yaşayacaksınız. Sizi bilmem ama Türkiye Cumhuriyeti başbakanlarından birinin üzücü suçlamalarla tarihe geçmesine benim gönlüm razı değil, Sayın Başbakan. Dileğim de sizin, yakınlarınızın, çalışma arkadaşlarınız yargı önünde aklanmaları. Siz ise bu yaklaşımın çok uzağında görünüyorsunuz. Bu da sizin son ve dokuzuncu bir yanlışa sürüklüyor. Yargının kararı ile halkın oyunu birbirine karıştırıyorsunuz. Eski Yunan’dan bu yana hiçbir halka hiçbir toplumda yargılama yetkisi tanımamıştır. Halk yönetenleri elbette seçer, seçmelidir de. Ama kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna karar vermez; veremez. Çünkü halkın seçimlerde verdiği “oylar sayılır, tartılmaz” (numerantur sententiae, non ponderantur), Sayın Başbakan. Buna karşılık, yargıçlar “hesap yapmazlar” (Judex non calculat). Dahası yargıçların önlerine gelen “kanıtlar sayılmaz, tartılır” (argumente non sunt numeranda sed ponderanda).
Hem bu görüş hiç de sizi esenliğe götürecek türden değildir, Sayın Başbakan. Halk çoğunluğu sizden yana oluşsa bile elbette yargıçlar karar vermedikleri için aklanmış olmazsınız. Dahası varsayalım ki bu yöntem benimsendi. Siz %49.9 oy aldınız, %50.1 oy da size karşı kullanıldı. O zaman sizin görüşünüze göre siz hüküm giymiş olacaksınız. Sakın “ben çoğunluğu değil, en çok alanı amaçlamıştım” demeye kalkmayınız. Böyle bir çıkış gerekçe değil, bahane olur. Zira yargıda kararlar oyların çoğunluğuna göre verilir. En çok oya göre değil. Bu ise sizin için çok tehlikeli. Özetle isterseniz %99 oy toplayın, aklanmış olamazsınız.
Bu nedenlerle hiç çekinmeyin. Yargı, hukuk, yasalar, biricik meşru yoldur. “Yasaların saygı gördüğü yerde halk esenlik içindedir” (Ibi valet populus, ubi leges valent). “Yasalar, çıkaran(lar)ı da bağlar” (leges suma ligent latorem). Her “yasa, aklın buyruğudur” (lex dictamen rotionis) ya da daha geniş anlatımla her “yasa, en yüksek akıldır, yararlı ve gerekli olanı buyurur; bunların tersini yasaklar” (lex est ratio suma, quae jubet quae sunt utila et necessaria et contraria prohibet); hiçbir “yasa, gereksiz şeylerle uğraşmaz” (lex nihil frustra facit), “(yasa), tek ağızla herkese seslenir” (lex uno ore omnes allaquitur), “(yasa), buyurur, tartışmaz” (lex jubeat, non disputet); “(yasa) insanın yerine geçerek uyarır” (lex interpellat pro homine) ve de her “(yasa), uyarır, ama öğretmez” (lex moneat, non doceat).
Bugünlük de bu kadar, Sayın Başbakan. Sağlıcakla kalın. İzninizle yarın sizi yine rahatsız edeceğim.
© Tüm hakları saklıdır.