Hürriyet yazarı Tolga Tanış, Reina'da 39 kişinin ölümüne yol açan teröristin Uygur kökenli olduğu yolundaki iddialarla ilgili olarak "Uygur olmayabilir de saldırgan. Türkiye’deki Uygur kökenlilerin liderlerinden Seyit Tümtürk’le telefonda konuştuğumda 'Tipi benzemiyor, Uygur değil' dedi mesela ısrarla" ifadesini kullandı. Tanış, "Ancak asıl mesele Zeytinburnu’nda Uygurların yaşadığı bölgede kalan, Uygurların gittiği lokantadan yardım alan, İstanbul’un küçük bir semtinde oluşan dini cemaate karışıp gözden uzak kalmayı başarmış birinin profili. Etnik kimliğin üzerinde bir aidiyet" ifadesini kullandı.
Tolga Tanış'ın "Nuri Paşa mı Washington mı" başlığıyla yayımlanan (8 Ocak 2017) yazısı şöyle:
Mahalleye girdiğinizde sizi Doğu Türkistan’ın açık mavi renkleri karşılıyor. Lokantaların, eczanelerin, dükkânların vitrinlerine iliştirilmiş bir bayrak ya da amblem var çoğu zaman.
Amerika, Fransa nasıl gelir seviyesi düşük, sorunlu ülkelerden göç alıyorsa, Türkiye de kendi çevresinden insan çekiyor. Bu göçmenler Batı ülkelerinde nasıl uyum endişesiyle tanıdıklar bulup onların yakınına yerleşiyorsa, İstanbul’da da aynısı yaşanıyor. Ve böylece New York’ta nasıl Çin Mahallesi, Paris banliyölerinde Mağriplilerin bölgeleri varsa Zeytinburnu’ndaki Nuri Paşa Mahallesi de Uygurların alanı oluyor. Kentte bir “Küçük Urumçi” oluşuyor.
Konuştuğum bir esnaf, 60’lardan beri Uygurların mahallede olduğunu ama son iki senedir nüfusun iyice arttığını anlattı. Niye? Çin’de etnik kimliklerini, kültürlerini, dinlerini yaşamalarına izin verilmeyen bu insanlara baskı arttığı için mi daha çok kaçan oluyor yoksa sahte pasaportlarla ülkeden ayrılan bu insanlara yardım kanalları mı çoğaldı, bilmiyoruz. Ama mahallenin ortasındaki, 1967 kuruluşlu Doğu Türkistan Derneği’ni aşan, kendi aralarında bile bölünmeler yaşayan bir göçmen topluluğu büyüyor. Ve Küçük Urumçi giderek genişlerken, bölgeye gelen Afganların, Suriyelilerin de etkisiyle Zeytinburnu’nda yeni bir dünya kuruluyor.
*
BÖLÜNMÜŞLER bile, derken kendi aralarında dünya görüşleri farklı olan değişik gruplar oluşmuş. Reina saldırganının olay gecesi taksiye binip gittiği Mölcer Dağ Cafe, daha muhafazakâr olanların gittikleri bir yer örneğin.
Bölgedeki lokantalardan birinin sahibi olan Uygur, “Onlar farklıdır” dedi. “Bize gelen başkadır, Mölcer’e giden başka.” “Nasıl başkadır” diye sordum. Cevap vermek istemedi, ama bir tutulmak istemiyordu.
Mölcer’e girdim. İçeride çalışan genç, sakallı bir delikanlı ve siyah çarşaf giymiş genç bir kızdan başka kimse yoktu. Reina saldırganı o gece saat 3 sularında taksiden inince lokantada yatan çalışanlardan biri dışarı çıkıp para veriyor. Çoğu gözaltına alındı. İçeride görüştüklerim, biraz da çekingen, bilgileri olmadığını söyleyip konuşmak istemediler.
Ancak mahalleye gidip esnafla görüştüğünüzde size öyle hikâyeler anlatıyorlar ki. Sahte pasaport üretip satanlar var dedi mesela bir esnaf. Ki çoğu, 15 bin dolarkarşılığı edindiği bir sahte pasaportla Çin’den ayrılmış kişiler bunlar. Saldırganın geçmişine, Türkiye’ye nasıl girdiğine dair öyle öyküler var ki... Doğrulayamayacağınız ama gerçekse işi bambaşka bir yere çekecek öyküler.
Tabii Uygur olmayabilir de saldırgan. Türkiye’deki Uygur kökenlilerin liderlerinden Seyit Tümtürk’le telefonda konuştuğumda “Tipi benzemiyor, Uygur değil” dedi mesela ısrarla. Ancak asıl mesele Zeytinburnu’nda Uygurların yaşadığı bölgede kalan, Uygurların gittiği lokantadan yardım alan, İstanbul’un küçük bir semtinde oluşan dini cemaate karışıp gözden uzak kalmayı başarmış birinin profili. Etnik kimliğin üzerinde bir aidiyet.
*
BU ayrıntıları, hafta içi geldiğim İstanbul’da topladığım notlardan aktardım. Türkiye’nin şimdiye kadar alışık olmadığı türden bir göçmen topluluğunun dinamiklerini anlamaya gayret ederken derlediklerim.
Çünkü Türkiye’nin Reina saldırısıyla kendini belli eden, bundan sonra uzun süre meşgul olmak zorunda kalacağı açık yeni tehdidin çözümünün yalnızca dışarıda değil, aynı zamanda içeride olduğunu düşünüyorum.
Amerika’ya yönelik çok ağır suçlamalar var örneğin. Washington’ın DEAŞ’ı desteklediğine kadar uzanan, şimdiye kadar iki müttefik arasında eşine pek rastlanmamış bir gerginlik.
ABD yönetimi, bunun Donald Trump’ın 20 Ocak’ta görevi devralmasına kadar sürecek geçici bir retorik olduğunu düşünüp mümkün olduğunca yatıştırıcı bir dil kullanıyor. Hatta Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi John Bass, CIA’in Türkiye’den özür dilediğine dair tartışmadan Fetullah Gülen meselesine, Washington’daki bazı üst düzey isimlerle ters düşme pahasına ısrarla Türk Yönetimi’nin çizgisine uygun sözler söylüyor. Ama işe yaramıyor.
Ya da El Bab’da operasyon devam ediyor. Türkiye bölgeyi temizleyinceye kadar bu işi sürdüreceğini söylüyor.
*
HALBUKİ, benim Nuri Paşa’da gördüğüm, yeni, Washington’ı da, El Bab’ı da aşan bir durum. Bugün Amerikalılar Türkiye’ye destek verse, El Bab’dan gitse DEAŞ, yarın Deyrzor’da başka bir kasaba bulur. Oradan gitse Enbar’a geçer.
Nuri Paşa ise el atılmazsa orada olduğu gibi kalır. Türkiye’nin entegre etmeyi başaramadığı anlattığım türden topluluklar DEAŞ’ı besleyen ideolojiyi reddetmediği sürece, Türkiye risklerini gideremez.