Bilkent Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye’de 2009 krizi öncesi İspanya ve Portekiz, 1997 krizi öncesi Malezya ve Tayland’daki arsa ve konut spekülasyonun tetiklediği krize benzer koşullar olduğunu belirterek, "Genişleyen bir ekonomide ‘kral çıplak’ demeye kimse cesaret edemiyor, diyenlerin de sözü dinlenmiyor” diye konuştu. Merkez Bankası’nın faiz artırmamasının “gereksiz ve lüzumsuz bir mücadele" olarak niteleyen Prof. Yeldan, "Ekonominin bozuk dengelerini saman alevi gibi yangına dönüştürme riski var.” dedi.
DW Türkçe: Dolar 3,98 ile tarihi zirvesine ulaştı, Euro da yükselişte... TL'de son günlerdeki bu hızlı değer kaybını neye bağlıyorsunuz?
Prof. Dr. Erinç Yeldan: Doların dünya piyasalarında hemen bütün para birimlerine karşı değerlenmekte olduğu bir konjonktürdeyiz. Sorunuzun bir uluslararası genel eğilimler yönü, bir de Türkiye’de tezahür etme biçimi var. TL diğer para birimleriyle beraber değer kaybediyor fakat bu yarışı ilk üçte tamamlayan paralardan bir tanesi. Bunun bir dizi nedeni var. Birinci çeyrekten başlayarak, garantili kredi fonu sistemi ve bunun yarattığı genişleyici konjonktür, katma değer vergisi oranlarında tüketim talebini karşılamak amacıyla yapılan indirimler ve genel yatırım teşviklerinin devreye sokulması gibi bir dizi genişleyici maliye politikası devreye sokuldu. Ülke gerek nakit dengesi gerek merkezi yönetim bütçe açığının hızla bozulduğu bir konjonktüre itildi ve Hazine'nin borçlanma ihtiyacı yüksek değerlere ulaştı.
DW Türkçe: Merkez Bankası doların yükselmesi üzerine 'örütülü faiz artışı' olarak adlandırılan bir adım attı, ancak faiz oranlarıyla oynamadı. Sizce, Merkez Bankası bu para politikasını ne kadar sürdürebilir?
Prof. Yeldan: Azgın bir uluslararası finansal yatırımcı gibi düşündüğümde, kimse kusura bakmasın siyasi tartışmalarla çok fazla ilgilenmem. Bu ülkenin herhangi bir finansal enstrümanına bir dolarlık yatırım yaptığımda vade bitimindeki kazancıma bakarım. Uluslararası sermaye karına bakar. Gerçekten yükseleceksek, oyunun kuralı uluslararası sermayeye hak ettiği parayı vermektir. Dışa açık bir ekonomiysek, şu anda MB’nin beklenen enflasyon artı risk primini vermesi lazım. Banka çok innovatif bir şekilde, siyasi baskı başladığı noktada gecelik borçlanma penceresini açık tutarak ve normal şartlarda piyasaya sunduğu repo ihalesini kapatarak, zorunlu olarak piyasalara ahlaksız teklifle gitti: yüzde 13,5-14 den piyasayı fonlayarak, fon maliyetini buraya taşıdı. MB'nin faizi yüzde 8 görünüyor ama o orandan kimseye borç vermiyor. Siyasiler tatmin oldu.
En büyük tartışma, MB, bu politikayı sürdürebilir mi? Makro göstergeler öyle kuvvetli geliyor ki, 2019 seçimleri öncesinde büyüme konjonktürünü halka sunmanız lazım. Bu, ancak yurt dışından gelecek sermaye girişleri veya yurtiçinden para arzının genişletilmesiyle mümkün. Bu da çok riskli çünkü garantilendirilmiş borçlanma, ucuz kredi gibi uygulamaların yaratacağı genişleme sizi yüzde 15-16 gibi enflasyon oranlarına götürür. Gelecek olan kredi muslukları, siyasi güvencesizlikle birleştiği vakit, sermaye girişleri yavaşladığında, kriz kaçınılmaz olur. 2001, 1994 farklı nedenlerle ortaya çıkmış olsa da, tüm krizlerin nedenleri aynı yapısal kurguya bağlı olduğu için, sonuç aynı olur.
DW Türkçe: Siyasi baskı Merkez Bankası bağımsızlığını nasıl etkiliyor?
Prof. Yeldan: Dünyada o kadar faizler düştü ki, artık parayı çekmenin yolu, siyasi kararlardan, konjonktürel olgulardan geçiyor. AKP bunu fırsat bilerek faizleri düşürmeyi stratejik hedef haline getirdi. Nasıl diğer piyasa fiyatlarına müdahale edemiyorsanız, faizlere, ücretlere müdahale etmenin de riskleri, bedeli olacaktır. MB çok dolaylı olarak sanki kendi belirlediği faizi düşük tutuyormuş da, yurt dışında birtakım faiz lobisi, faizi yükseltiyormuş gibi bir öyküyü hem geçerli kıldı hem de ROK mekanizmaları gibi teknik enstrümanlarla, sermayenin anladığı dilden ortalama faiz yüksek tutmayı becerdi. Fakat bu gereksiz ve lüzumsuz bir mücadele.
DW Türkçe: MB’nin enflasyon hedeflemesini sürekli yenilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Yeldan: Enflasyonu hedefleyen MB, çok aktif bir şekilde faizi oynatmak zorunda kaldı. Olabildiğince yüksek faiz vererek, döviz kurunu aşağı çekip, ana girdileri ve ithalatı ucuzlatarak, enflasyonu düşürmeye çalıştı. Buna da örtük enflasyon hedeflemesi dendi. 2006’da açık enflasyon hedeflemesine geçilince, yüzde 5 fetişizmi ortaya çıktı. Türkiye’nin enflasyon, cari açığın oranı ve büyüme oranı olarak, üç tane yüzde 5’i oldu. Yüzde 5 gelişmiş batı ekonomilerinin enflasyon hedefi olabilir fakat Türkiye gibi dışa açık, finansal derinliği olmayan ekonomilerde, deflasyon tehlikesi olmadan ekonominin daha sağlıklı dönebilmesi için enflasyon aralığı yüzde 7-9 olabilirdi. Türkiye gibi arz yönlü şokların yaşandığı bir ekonomide, bu belirsizlik altında, risk marjını kontrol etmeniz çok zor. O marjı üzerine faiz vereceksiniz ki, dış sermaye girişi olsun.
DW Türkçe: Türkiye’de gerçek faiz ne olmalı sizce?
Prof. Yeldan: Yıl sonunda yüzde 10 enflasyon beklentisi olan, cari açık nedeniyle günde 1 milyar dolarlık dövize ihtiyaç duyan bir ekonomide, risk primi de yüzde 3,5-4 civarında seyretmektedir. Neresinden bakarsanız bakın, son derece yalın gerçek, beklenen enflasyon artı risk priminin Türkiye’nin faiz oranı olarak sürdürmesi gerekiyor. O nedenle yüzde 13,5 faiz bir alt sınırdır. Türkiye yükselen piyasa ekonomisi olarak uluslararası mali piyasalarda rekabet edecekse, alışveriş yapacaksa uluslararası piyasalardan gelen bu sinyallere göre davranmak zorundadır. Dışa açık bir ekonominin gereği budur. AKP ilk yıllarında bu gerçeği görmüş ve abartılı bir şekilde, Brezilya gibi rakiplerinin verdiği faizin iki misli faiz verip, 2001 krizinin yaralarını hızlıca sarmıştı.
Yüksek faiz yatırımları, kredi talebini caydırır, gelir dağılımını bozar ama piyasa ekonomisi dediğimiz sistemin özü budur. Türkiye serbest piyasa koşulları içinde eklemlenecekse, bunu da orta vadeli programlarının, sanayi stratejisinin baş köşesine koyacaksa, bunun dışına çıkmasının anlamı yoktur.
DW Türkçe: 2019 öncesinde büyüme konjonktürünün halka sunulması yönünde bir çaba olduğunu söylediniz. İkinci çeyrek büyüme rakamı yüzde 5,1 olarak açıklandı. Büyümenin kalitesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Yıl sonu için yüksek büyüme beklentisi öngörüyor musunuz?
Prof. Yeldan: Kamu tüketim ve yatırımına dayalı, üretim sektörleri açısından da inşaat sektörü yatırımına dayalı hormonlanmış bir büyüme dalgası var. Bu sürdürülemez, sürdürülse bile döviz kazandırıcı faaliyetlerden değil, döviz tüketen sektörel faaliyetlerden olduğu için üretim yapmak için dövize ihtiyacı var. Mali disiplinin bozulması, kamu borcunun milli gelire oran olarak düşükmüş gibi değerlendirilmesine rağmen, genel makroekonomik resimde ciddi bir oran ve önemli bir risk. İhraç ve ithal ürünler arasındaki fark yapısal bir cari işlemler açığına neden oluyor. Yılda 170-200 milyar dolarlık bir dış kaynağa sürekli çekmek zorunda kalacağını düşünürsek, Türkiye’nin niye olumsuz anlamda ayrıştığını görebiliriz. Üçüncü çeyrekte baz etkisi ile yıllıklandırılmış büyüme yüzde 7’yi geçebilir.
DW Türkçe: Türkiye ekonomisinin mevcut koşullarda karşı karşıya olduğu riskleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Yeldan: Türkiye’deki sermaye girişi arazi ve inşaat spekülasyonuna gidiyor. Burada da Türkiye daha bu deneyimi yaşamadı ama 2009 öncesinde İspanya ve Portekiz’in, 1997 öncesinde Malezya ve Tayland’ın yaşadığı lüks konutlar, arsa ve inşaat balonunun burada da yaşandığını görüyoruz. 2006-2008 arasında AB’de verilen inşaat ruhsatlarının yüzde 80’i İspanya’daydı.
Genişleyen bir ekonomide, kral çıplak demeye kimse cesaret edemiyor, diyenlerin de sözü dinlenmiyor… Türkiye’de buna benzer koşullar var. Döviz bu kadar değerli bir hale gelince, ihracat pazarları da teknolojik rekabet üstünlüğüne dayalı mallar olmadığı için rekabeti sürdürecek tek unsur, ucuz işgücü oluyor.
Aslı Işık / Ankara
©Deutsche Welle Türkçe