13 Ağustos 2012 13:43
"Another Empire" adlı kitabın yazarı Prof. Ayşe Kadıoğlu, "Vizyoner bir dışpolitanın sürmesi, içeride düşürülen militarizm tuzağıyla mümkün değil" dedi.
Radikal gazetesinden Ezgi Başaran'ın "Hükümetin iç politakası dış politikasının anti tezine dönüştü" başlığıyla yayımlanan (13 Ağustos 2012) yazısı şöyle:
Neden
Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu 1998’den bu yana Sabancı Üniversitesi’nde siyaset bilim alanında öğretim üyesi. 2004’ten bu yana her yıl Yale Üniversitesi’nin Ortadoğu Hukuk Çalışmaları Semineri’ne katılıyor. Hrant Dink Vakfı Yönetim Kurulu üyesi. En son Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ‘Another Empire? – (Başka Bir ımparatorluk? AK Parti iktidarında Türkiye’nin 10 yıllık iç ve dış politikası) adlı makaleler derlemesinin yazar ve editörlerinden. Kadıoğlu’yla reformların akamete uğrama sebebini, Ortadoğu’da stratejik derinlik kavramını, militarizmi ve muhafazakârlığı konuştuk.
‘Another Empire?’ adlı makaleler derlemesinde siz de AK Parti’nin söylemlerindeki milliyetçi vurguya dikkat çekiyorsunuz. Son seçimlerle mi başlıyor bu değişim?
Kitaptaki makalemde Başbakan Erdoğan’ın 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu benim sorunumdur” ifadesiyle hafızalara kazınan ve daha fazla demokratikleşme ve vatandaşlık hukukuyla çözüm vaat eden konuşması noktasından bugün geldiği militarist noktaya dikkat çektim. Arkasında çeşitli iç ve dış dinamikler olduğunu düşünüyorum. Bence değişim şemdinli’de kitapçının bombalanması sonrası başladı ve 2006’da Terörle Mücadele Yasası ile geri dönülmez noktaya gelindi. Aynı dönemde dış dinamikler de ‘araziye uyma’ eğilimini körükledi. Kıbrıs’ın referandum sonrası AB üyeliği, imtiyazlı ortaklığın daha fazla telaffuz edilmesi… Kısacası, benim asıl işaret ettiğim şey iç ve dış politika arasındaki iç içe geçme durumudur. Davutoğlu döneminde dış politikada Milli Güvenlik Kurulu’nun sınırlayıcı dinamiklerinin dışına çıkıldı. Aktif, çok aktörlü ve Türkiye’ye görünürlük kazandıran bir dış politikayla tanıştık.
Sonra ne oldu?
Böyle vizyoner bir dış politikanın sürdürülebilmesi bugün içeride içine düşülen militarizm tuzağıyla pek mümkün değil. Bugün, Suriye’ye ilişkin gelişmelere baktığımızda iç ve dış politika arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğu çok açık görülüyor. Hükümetin içeride Kürt vatandaşlar ve onları temsil eden siyasal aktörler ile girdiği çatışma, dış politikadaki vizyonunun önünü tıkıyor. Suriye Kürtlerinin tehdit unsuru olarak algılanmasının arkasında içerideki militarist tavrın çok büyük payı var. Bence bugün hükümetin iç politikası dış politikasının anti tezi haline geldi.
Sizce AK Parti askeri vesayeti bitirdi mi?
Askeri vesayeti geriletme yönünde önemli adımlar atıldı. Askeri harcamaların sivil denetiminde olumlu gelişmeler oldu. Ancak eksikler de var. Örneğin Sayıştay Kanunu revize edilirken eksikler gündeme geldi. Ordunun siyasete ilişkin beyanları azaldı ki zaten böyle olması gerekir. Tüm bu adımların atıldığı Türkiye’de bir de bugün şemdinli’de yaşananların gizliliği var tabii. Ve Uludere’de vatandaşların bombalanması olayı.
Kürt sorununa güvenlikçi bakışın askeri vesayeti canlandıracağını düşünüyor musunuz?
Elbette. Bunu son derece endişe verici buluyorum. Bir yandan askeri vesayetin geriletilmesi konusunda olumlu adımlar atılırken bir yandan da şemdinli’de kapalı kapılar ardında ağır bir çatışma yaşanıyor olması büyük bir paradoks.
Reformların durmasında AB’ye dair ümitlerin azalmasının dışında ne gibi sebepler var?
AB kaldıracı ortadan kalkınca, reform süreci muhafazakâr dünya görüşünün sınırlarının içine hapsoldu. Muhafazakâr bir partiden ne kadar reform bekliyorduk ki zaten? Muhalefetin de payını unutmamak gerek. AKP’yi 2006’daki Terörle Mücadele Yasası yönünde iteleyen güçlerin başında onu terörle yeterince mücadele etmediği noktasından eleştiren muhalefet partileri vardı. AKP’yi hep eleştirmek ya da hiç eleştirmemek gibi mutlakçı yaklaşımları doğru bulmadım. ışkenceci müdür, kürtaj, içki yasaklı festival, ifade özgürlüğü meseleleri… Bunlar çok vahim konular. Muhalefet her birinin takipçisi olmalı.
Muhafazakâr bir partiden köklü reform beklemenin niye bir sınırı olsun, muhafazakârlığın doğasında mı var bu?
Evet var. şöyle anlatayım. Bir konferansta Türkiye’deki Kürtlere hak ihlalleri konuşulurken çözüme ilişkin iki temel yaklaşım olduğunu fark etmiştim. Bakın bu nokta önemli. Bazı akademisyenler Avrupa standartlarını referans olarak alıyorlardı. Onlara göre çözümün anahtarı Avrupa ‘çıpa’sı idi. Bizim kitapta da Kalypso Nikolaidis’in bir gemi kaptanının, çıpaların tiranlığından kurtulma düşlerini edebi bir dille anlattığı ‘Sonsöz’ gerçekten çok etkileyici… Muhafazakârların bu çıpalardan hoşlanmadıklarını düşünüyorum. Kürt meselesine yönelik ikinci yaklaşımda ise Müslümanlar arası kardeşliğe yapılan vurgudan medet umuluyordu. ışte AKP bu ikinci yolu seçti. Çünkü bu yol muhafazakâr düşünceye daha yakın. Eşit vatandaşlıktan ziyade kardeşlik vurgusuyla sorunları çözmeye olan eğilim muhafazakâr bir eğilim. Oysa kimliğe ilişkin sorunları kardeşlik edebiyatı ile çözmek mümkün değil.
Siz kitapta AK Parti’nin olaylara yaklaşımını anlatmak için ‘Fabianism’ kavramını ortaya atıyorsunuz. Nedir bu?
Ben bu kavramı AKP’nin koreografisi yani hareket tarzını açıklamak için kullandım. Yoksa AKP’nin 19. yüzyılın sonundaki ıngiliz sosyalistleri Fabian’lar ile ideolojik bir benzerliği olduğunu düşünmüyorum. Fabian’ların en ayırt edici özelliği ‘bekle ve gör’ yoluyla reform yapmayı önermeleriydi. AKP de bir konuyu öne sürüyor, eğer ortalık fazla karışırsa AKP konuyu geri çekiyor. Kapıdan çıkan konu bir bakıyorsunuz bacadan tekrar gündeme giriyor. Ben bu özelliği AKP’nin son 10 yıllık koreografisine bakarak gözlemliyorum –ki bana göre bu kadar süre iktidarda kalabilmesinin sırlarından biridir bu. Ancak Başbakan’ın koreografisi son dönemde farklı ve çok çatışmacı.
Bu yüzden mi AK Parti için Türkiye tarihinin en paradoksal partisi diyorsunuz?
Muhafazakârlık ve değişimin bir arada olması başlı başına paradoks zaten. AKP değişimci bir muhafazakâr parti. Türkiye bu paradoksla 10 yıldır yaşıyor. Değişim var ama hiçbir konuda yeterli olmuyor. Tutuk bir değişimin içindeyiz. Bence AKP’nin en büyük paradoksu bir yandan askeri vesayeti gerileterek tarihe geçerken bir yandan da Kürt meselesinde müthiş bir militarizm tuzağının içine düşmüş olmasıdır.
Türkiye’de ıslam daha görünür hale geldi ama bu dindarlaşıldığı anlamına gelmiyor deniyordu. Sizce bu hâlâ geçerli mi?
Dindarlık hep vardı Türkiye’de. Kemalizm bir modernleşme projesi olarak dinsel olanın evde bırakılması önemsiyordu. Bugün farklı diller, yaşam tarzları gibi dindarlık da evin dışına çıktı. Bugün siyasetin önündeki temel soru artık kamusal alana çıkan bu farklılıkların birlikte nasıl yaşayacağı. Demokratikleşme böyle bir çaba. Aynılaştırma, güzelleştirme çabası daha ziyade faşizme dairdir. Ben yıllar önce modernliği sadece kozmetik anlamda ele almaya, başörtüsünü bir geri kalmışlık simgesi olarak görmeye yönelik bir eleştiri olarak ‘kostüm modernliği’ ifadesini kullanmıştım. Geçenlerde Yıldız Ramazanoğlu’nun benzer bir yaklaşımla ‘kostüm Müslümanlığı’ ifadesini kullandığını duydum ve bunu önemsedim. ınsanları modern görünmeye zorlamak ne kadar yanlışsa Müslümanlığı görüntü üzerinden yaşamaya zorlamak da o kadar yanlış. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey ne Çamlıca’ya daha büyük bir cami, ne de daha büyük bir Atatürk heykelidir. Artık bu toprakların geçmişi ile yüzleşmemize yardımcı olacak projeler zamanıdır.
AK Parti’yi yıllardır desteklemiş liberal bir arkadaşım dün şöyle dedi: “Ben bir düz liseli olarak Robert Kolejlilerce ötekileştirildim. Kızım büyüdüğünde imam hatipliler tarafından ötekileştirilecek.” Bu endişeyi makul buluyor musunuz?
Bence bu endişelerle halleşmenin yolu, eğitim sistemimizin bize aşıladığı, her tarafın düşmanla çevrili olduğunu varsayan düşünce kalıplarının dışına çıkabilmektir. Ben kendi çocuğumun ne kadar sevildiğine kafayı takmaktansa, kendisinden farklı olanları sevmeyi bilmesini isterim.
Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkan makale derlemesinin adı Another Empire? Başka bir imparatorluk? Soru işaretinin cevabı size göre evet mi hayır mı?
Biz bu cevabı okuyucuya bırakmıştık. Farklı cevaplar var kitapta. Ben imparatorluk kavramının başlı başına olumsuz bir kavram olmadığını düşünüyorum. ımparatorluk mirasından öğrenilecek olumlu şeyler de var. Evet, bence bugün dış politikada bir imparatorluk vizyonu var. Ancak iç politikada imparatorluğun sentezci yaklaşımı olmadığı için bu dış politikanın sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum.
Ortadoğu’da gelinen noktaya bakarak bu imparatorluk vizyonuyla ilgili ne söylenebilir?
Hükümet dış politikada örneğin TıKA (Türk ışbirliği ve Koordinasyon Ajansı) gibi bazı devlet kurumlarını, bölgesel yardıma yönelik ‘yumuşak güç’ araçları olarak çok etkin bir şekilde kullanıyor. Bu bence Türkiye’yi geniş bir bölgede olumlu anlamda etkinleştiriyor. Bizim kitapta Kerem Öktem ‘yumuşak güç’ aktörlerinin artan önemini detaylı bir şekilde anlatıyor. Bence Türkiye’nin Ortadoğu’da oynayabileceği en önemli rol, üyesi olduğu Avrupa Konseyi, Venedik Komisyonu gibi kurumların demokratikleşme standartlarını bölgeye taşımaktır. Ancak öncelikle kendi içinde bu standartlar ile uyum içinde olması gerekir elbette.
Davutoğlu’nun sözünü ettiği stratejik derinliğe karşı, kitapta makalesi olan Nora Fisher Onar ‘demokratik derinlik’ kavramından söz ediyor. Sizce Türkiye’nin dış politikasında böyle bir nosyonun eksikliği söz konusu mu?
Evet. Türkiye’nin etkin dış politikasının sürdürülebilirliği, bölgede model ya da ilham kaynağı olması, Baskın Oran’ın önsözdeki ifadesiyle ‘sırtındaki kamburlar’ nedeniyle mümkün değil. Bu kamburlardan biri Kürt vatandaşların hak ihlallerinin artık sıradanlaşması, militarist politikalara teslim olunmasıdır. Devletin ikinci kamburu ise bu topraklarda Ermenilere yönelik kırıma ilişkin inkâr politikalarının devam ediyor olmasıdır. Ermenistan ile sınırın açılması konusu Türkiye’nin demokratikleşme serüveninin (kitapta Aybars Görgülü’nün) ifadesiyle ‘turnusol kâğıdı’ gibi. Kibirli değil de özgüvenli bir dış politika gerek.
© Tüm hakları saklıdır.